Burada araya girip bir hazımsızlığımı arz etmek istiyorum.
Ann’in söylediği “This Is China” cümlesi, her ne kadar Ann buna olumlu bir
anlam vermiş olsa da, gelişmemiş ya da yeni gelişmekte olan tüm ülkelerin, yabancılarının
ve yabancılarla iş yapan vatandaşlarının diline dolanmış, aslında temelinde oryantalist
bakış açısı içeren bir cümledir. Post-kolonyal romanlarda batılı sömürgeciden
daha çok batıyı öven yerli halktan karakterler olur. Örneğin Orwell’ın Burma
Günleri romanındaki Dr Veraswami tam olarak bu tanıma uyan bir karakterdir.
Roman boyunca yaptığı tek iş İngilizleri övmek ve kendi halkını –Burmalıları ve
Hindistanlıları- aptal mahluklar olarak lanse etmektir. Bu cümle işte bana o
karakterleri hatırlatıyor.
Tayland’dayken bu cümle, “This Is Thailand” idi, Vietnam’dayken
“This Is Vietnam” ve hatta Türkiye’deyken yabancı arkadaşların Türkiye hakkında
“This is Turkey” dediklerine şahit oldum birkaç kere. Bir de bunu kısaltırlar;
TIT, TIV, TIC yaparlar, söyleme zahmetine katlanmamak ya da gizli bir şifreyi kendi
aralarında paylaşmış olmak için. Böylece; deneyimledikleri tuhaflıkların, misafiri
oldukları ülkedeki insanların düşünce sistemlerinin eksik, yanlış ya da tam
olgunlaşmamış olmasından kaynaklandığını ima etmiş olurlar.
Ne zaman bir iş yolunda gitmese bunu kendi
beceriksizliklerine ya da her ülkede olabilecek sıradan aksaklıklara vermek
yerine, “Ohh, TIT” deyip geçerler. Ne sorunu çözmek için bir adım atarlar ne de
sorunun çözülebileceğine inanırlar. “Böyle gelmiş, böyle giderci” zihniyetin
ürünüdür bu laf. Bunu söylerken düşünmez ki misafiri olduğu ülkede yaşadığı
huzur ve rahatlık aslında bu nemelazımcılığın bir ürünüdür, yerel halk
tarafından kendisine gösterilen yersiz teveccühle aynı kaynaktan beslenmektedir.
Eğer, gelişmekte olan ya da gelişmemiş ülkeler de Avrupa ülkeleri gibi
kuralların tıkırında işlediği yerler olsaydı, bu ülkeler de gelişmiş olarak
anılacaklardı ve doğal olarak tüm bu düzenin bir fiyatı olacağı için her türlü
hizmetin fiyatı yüksek olacaktı. Bu durumda da o kişi turist olarak ya da
yabancı çalışan olarak bu ülkeye hiç adımını atamamış olacaktı.
Konu yine dağıldı ama olsun. Yazmasaydım içimde kalacaktı.
Yazdım kurtuldum. Şimdi kaldığım yerden devam edebilirim. Ann ile otelden
çıktık ve ilk olarak SIM kartı almaya gittik. Çanco hakkındaki ilk izlenimim
sessizliği oldu. Hiç de beklediğim gibi kalabalık insan ya da araç yığınları
yok ortalıkta. Çin hakkındaki önyargılarımdan birisi daha yıkıldı. Zaten
e-bisikletler gürültü çıkarmıyorlar. Hava kirliliğini azaltmaya bir faydası
olmasa bile gürültü kirliliğini engelleme konusunda mutlak anlamda işe
yarıyorlar.
Kaldırımlar geniş ama bu iyi mi değil mi karar veremedim
çünkü kaldırımlar geniş olduğu için yayaların yanında bisikletlere,
e-bisikletlere ve hatta arabalara da açık. Yani kaldırımda yürürken bile
sağınıza solunuza bakmanız gerekiyor. Öyle kafanıza estiği gibi zikzak
çizemiyorsunuz. Hele o e-bisikletler tam bir sessiz katile dönüşüyorlar
kaldırımlarda. İnsan içinden demiyor değil, “Dar yapaydınız da sadece yayaların
olsaydı.” Arabalar yine kısa mesafe gittikleri için kaldırımda yavaş ve
sabırlılar. Ama her biri birer kamikaze kesilmiş e-bisiklet sürücüleri
kaldırımı gerçek bir yolmuş gibi kullanıyorlar. Zaten daha ilk günümde dersimi
aldım ben: Bir kadın e-bisiklet sürücüsünün elinde taşıdığı şemsiye Ann’in
kafasına çarptı. Kadın ne durup özür diledi ne de yavaşlayıp geriye baktı.
Neyse ki ciddi bir şey olmadı. Yolumuza devam ediyoruz. Telefon
şirketi köşedeymiş. On dakikada işimizi hallediyoruz. Türkiye’de olduğu gibi
burada da pasaport –kimlik- gerekiyor SIM kart için. İlginçtir, başka bir
sosyalist ülke olan Vietnam’da gerekmezdi. Hattım anında açılıyor, hiç öyle “bekleyin,
sistem arızalı, iki saat sonra telefonunuzu açıp kapayın” gibi Türkiye’ye has
şeyler yok. SIM’i taktım, telefonu açtım, tadaaaa! Artık Çin’deyim. Internete
bile anında bağlandı.
Telefonu hallettikten sonra bankaya gideceğiz. Taksi
durdurmaya çalışıyoruz ama adamlar durmuyorlar. Bazıları boş geçmelerine rağmen
bizi geç fark ettikleri için durma zahmetine katlanmıyorlar. Tayland’da,
Türkiye’de, hele hele Vietnam’da olsa şoför arabaya havada U dönüşü yaptırır,
yine yolcuyu kapar. Buradaki şoförlerin umurunda değil. Zaten taksilerin çoğu
eski, hayatım boyunca görmediğim bir Volkswagen ve Honda modeli. Ne ilginçtir
ki arabaların da çoğu Avrupa arabası. Ben Japonya ve Kore hâkimiyeti
beklemiştim, bu ülkelerin coğrafi olarak yakın olmalarından dolayı. Gerçi Çin’de
hemen hemen tüm Avrupa markalarının fabrikası vardır. Dolayısıyla normal
karşılamak lazım böylesi bir dağılımı.
Neyse, bekle bekle bekle, en sonunda bir taksi duruyor.
Atlıyoruz hemen. Şoför yine eldivenli, çaylı ve kemersiz! Bir de öyle deli
kullanıyor ki arabayı, sanki Formula 1 yarışındayız. Çayına mı güveniyor ne! Bankanın
önünde iniyoruz. Burada açılış ücreti 9 RMB (3 TL) ama 3 km’ye kadar bu ücret
sabit. Ardından da 1,8 RMB (60 Kuruş) artıyor km başına. Bankanın içi geniş ve
serin. Hemen sıra numarası alıyoruz. Bu arada ben bir su içeyim diyorum.
Sebilin mavi çeşmesinden su alıyorum ama suyu içtiğimde soğuk olmadığını fark
ediyorum. Acaba yanıldım mı diye soruyorum Ann’e. “Yok” diyor. “Biz soğuk su
içmeyiz. Sağlığa zararlıdır.” Gidip sebili tekrar kontrol ediyorum ve fişinin
takılı olmadığını görüyorum. Bu arada sıramız geliyor.
Tüm banka çalışanları kalın bir cam veznenin gerisindeler.
Belge alıp vermek için önümüzdeki mazgalı itiyoruz, belgeyi deliğe koyuyoruz ve
sonra da mazgalı çekiyoruz. Böylece belgemiz karşı tarafa güvenli bir şekilde
ulaşmış oluyor. Yalnız bu sistem zahmetli olduğu için, eğer gönderilecek belge
inceyse –bir deste para ya da pasaport değilse- , görevli memur bunu cam ile
mazgal arasında kalan incecik aralıktan da gönderilebiliyor. Dolayısıyla koca
güvenlik önlemi bypass edilmiş oluyor. Ben Ann’a böyle bir sistemin gerçekten
güvenliği sağlayıp sağlamadığını soruyorum. “Tabii ki” diyor. “Bu kalın camlar
ve mazgallar olmasa soyguncular soyarlar bankayı.” Aklıma yatmıyor ama sesimi
çıkarmıyorum. Belki resimde fark etmediğim başka ayrıntılar vardır, belki de
gerçekten caydırıyordur soyguncuları. Bunun için Çin’deki yıllık soygun
denemelerine, başarı oranlarına falan bakmak gerek.
Camın ucunun olduğu yerde bir çukur, çukurun üzerinde de hareket eden bir mazgal var.
Hesabı açmamız da sürpriz bir şekilde çok az vaktimizi
alıyor. O kadar ki elimdeki paranın bir kısmını hesabıma yatırdıktan sonra
banka bana ATM kartımı veriyor. Öyle, “Kuryeyle adresinize göndereceğiz, şu
numarayı arayın ve kuryeyi yönlendirin” gibi saçma sapan yol uzatıcı
direktifler yok. Çin’e gelmeden önce Akbank’ta kredi kartı başvurusu yapmıştım.
Güya diğer kredi kartımı iptal edip, öteki bankadaki hesabımı kapatacak ve tek
bir bankayla çalışmış olacaktım. Amacım işlerimi kolaylaştırmak ve bankalarla
olan işlerimi minimize etmekti. Başvurumun üzerinden bir buçuk ay geçmesine
rağmen ben Çin’e doğru yola çıkarken halen gelmemişti kart. ATM kartını da İş
Bankası iki haftada çıkarmıştı zaten. Akbank ise bana ATM kartı vermeyi bile
akıl etmedi… Ne düşünüyorlarsa artık!
(Biliyorum, Türkiye'ye karşı çok gaddarım ama olsun. Sinirim geçene kadar yermeye devam edeceğim uzak ve yalnız ülkemi.Kendisini darı ambarında gören tavuklar gibi sürekli şişirilmiş rakamlarla övünen muktedirleri ve onların takipçilerini. Elimiz, kolumuz yok ki dövelim; ancak böyle kaleme kuvvet eleştiriyoruz işte...)
(Biliyorum, Türkiye'ye karşı çok gaddarım ama olsun. Sinirim geçene kadar yermeye devam edeceğim uzak ve yalnız ülkemi.Kendisini darı ambarında gören tavuklar gibi sürekli şişirilmiş rakamlarla övünen muktedirleri ve onların takipçilerini. Elimiz, kolumuz yok ki dövelim; ancak böyle kaleme kuvvet eleştiriyoruz işte...)
Hesabı da açtıktan sonra Ann “Yemek yiyelim.” diyor. Saat 12
olmuş. Genelde gençlerin ve orta hallilerin takıldığı bir yemek holüne (food
court) gidiyoruz. Adını bilmediğim, etli bir nudıl alıyorum. Yiyorum ama
nedense içime sinmiyor tadı ve görünüşü. Yarısını bırakmak zorunda kalıyorum.
Ann’in maşallahı var, koca tası bitiriyor. Yemekten sonra küçük bir jest olsun
diye “İçecekler benden” diyorum. Zorla kabul ettiriyorum ama buz istemiyor Ann,
buzlu çayında. Yani buzsuz buzlu çay içiyor. Ben de buzlu buzlu çay içiyorum. Sırada
okulu gezmek ve çalışma izni için fotoğraf çektirmek var.
Onları da çabucak hallediyoruz. Okulun genel görünümü
hakkında daha sonra ayrıntılı yazacağım için geçiyorum. Fotoğraf işi de çabucak
halloluyor. “Tıraş olsam, bir temizlensem
paklansam, fotoğrafı öyle çektirsek” diyorum. “Yoo, böyle iyisin” diyor. “Zaten
bu fotoğrafları sen görmeyeceksin. Hepsi bende kalacak; başvuru formlarına,
çalışma bakanlığına, eyalet eğitim bürosuna vereceğim.” “İyi” diyorum. Bu defa taksi bulmakta zorlanacağımızı
bildiğimiz için otobüse binmeye karar veriyoruz.
Kendilerine ayrılmış yolda ilerleyen BRT otobüsleri.
Çanco kentinin çok düzenli işleyen bir otobüs sistemi var.
Adı BRT (Bus Rapid Transit). Bizde tek bir hat üzerinde işleyen metrobüs,
burada, Tokyo’da, Seul’de yeraltında çalışan metro gibi yerüstünden işliyor.
Gayet de hızlı. Hem içinde durak adlarını İngilizce yazan elektronik bir sistem
de var. Makine İngilizce konuşuyor. Tıpkı hızlı trende olduğu gibi.
Rahatlıyorum bu sistemi görünce. Ücret ise komik denecek kadar az: 0,6 RMB (20
Kuruş). Bir de hat değiştirdiğiniz zaman tekrar kart basmanız gerekmiyor. Yani
20 kuruş vererek kentin bir ucundan diğerine gidebilirsiniz, 3-4 defa otobüse
binebilirsiniz. Metro kadar iyi olmasa da 3-4 milyon nüfuslu bir kent için fena
bir hizmet sayılmaz. Ayrıca bildiğim kadarıyla metro inşasına başlanmış son
yıllarda. Ne zaman biter bilemiyorum.
BRT Haritası. Daha büyüğünü bulamadım.
Fotoğrafları çektiriyoruz, hemen alıyoruz ve dükkandan çıkıyoruz.
Hoş, girdiğimiz yer dükkana benzemiyordu ama olsun. Yaşlı bir kadının eviydi. Kadın
evin arka odasında yaşıyor sanırım, girişte de fotoğraf çekiyor. Kapının hemen
yanında bir ayna var, aynanın yanında da kravatlar, gömlekler falan. İçeriye
girince ayakkabılarımızı çıkarıyoruz. Sonuçta kadının evi burası. Oturuyorum
bir iskemleye, şip şak bitiyor iş. Hiç öyle kafanı sola kaydır, dik dur,
gülümse falan yok. Neysen o! Kadın bıkmış anlaşılan, insanların ruhlarının
fotoğrafını çekiyor, hiç müdahale etmiyor. “Duruşun ve oturuşun ruh halini yansıtır.”
demek istiyor.
Fotoğrafçıdan çıkınca işimiz bitmiş oluyor. “Bugünlük bu
kadar yetsin, yarın ev bakacağız.” diyor Ann. “Tamam” diyorum. Beni otelin
olduğu caddenin başında bırakıyor. Saat öğleden sonra 2 gibi. Yorgun değilim
ama uykusuzum. Sanırım jetlag etkisini göstermeye başlıyor.
Otele girmeden önce
yolun kenarındaki süpermarkete giriyorum. Bir yıldan beridir görmediğim ve
özlediğim meyveleri görünce seviniyorum tabii. O mankutlar, o dürienler, o
mamuanlar…
Meyvelerin kralı: Dürien. Kokarca kadar sinsi, kirpi kadar tehlikeli, tarif edilmez derecede lezzetli.
Yiyeceklerin
fiyatlarına bakıyorum. Sandığımdan da ucuz görünüyorlar. Biraz bir şeyler
aldıktan sonra fark ediyorum durumu. Nedense tüm meyvelerin, sebzelerin ve et
ürünlerinin fiyatları yarım kilo üzerinden yazılmış, benim alıştığım 1 kg
üzerinden değil. Türkiye’de de böyle şeyler yapılır, özellikle malın fiyatı
aşırı derecede yüksekse ya da kimse o malı bir kilo almayacaksa –örneğin ıhlamurun
fiyatı Türkiye’deki marketlerde 100 gr üzerinden yazılır-. Yalnız, bunu bir
kural haline getirmeleri ve tüm yiyecek ürünlerine uygulamaları ilginç. İşin
psikolojik ve sosyoekonomik yönünü kurcalamak gerekir diyor içimden bir ses.
Öyle ya, sonuçta Çin halkı zengin değil. Fiyatı görür görmez kaçmasınlar diye
yapılmış olabilir gibime geliyor.
Mankutlar... O kalın mor mantonun altında ne tatlı bir beyazlık var kim bilir!
Bu arada kurabiyeye benzeyen bazı ürünler görüyorum ama cam
bir kapağın altında oldukları için alamıyorum. O sırada yakında bekleyen bir
bayan market görevlisine ellerimle camı gösteriyorum. Derdim benim açmayı
beceremediğim kapağı onun açması ya da bana nasıl açılacağını göstermesi. Bayan
market görevlisi dediğime bakmayın, lise öğrencisi yaşlarında uzun boylu, ince,
gözlüklü bir kız. Bana yardımcı oluyor, bir iki kurabiye alıp tarttırıyorum.
Tam kurabiyeleri elimdeki sepete koyacağım kız utana sıkıla, bozuk İngilizcesiyle
şu cümleyi kuruyor: “You are very handsome.” Haydaaaa, dakika bir gol bir! Apışıp
kalıyorum. Belli ki kızcağız hayatında hiç yakışıklı erkek görmemiş, benim gibi
karga burunlu, saçlarına ak düşmüş birini yakışıklı zannediyor. Ne yapacağım?
Teşekkür ettim, gülümsedim ve ayrıldım oradan. Asyalıların uzun burun, büyük
göz ve beyaz ten merakını biliyorum da bu biraz ağır geldi. Hele bir de
uykusuzluktan gözlerim kapanıyorken…
Süpermarketten çıktım, otele doğru gidiyorum. Bir adam
elinde çöp poşetiyle yola çıkıyor. Yalnız tam çöp poşetini konteynıra atacakken,
poşetin üzerindeki bir çift eski ayakkabıyı –eski olmayabilirler, ben öyle
tahmin ediyorum- diğer eline alıyor. Poşeti konteynıra, ayakkabıları da
bisiklet (e-bisiklet) yoluna atıyor. Ben tabii merakla izliyorum ne olacağını.
Öncelikle bu harekete bir anlam vermeye çalışıyorum. Aklıma yatan tek senaryo
şu oluyor: Adamın ayakkabılara ihtiyacı kalmadı ya da hiç olmadı. Dolayısıyla
ayakkabıları çöpe atacağına genelde orta ve alt kesimin geçip gittiği yola
atıyor. Böylece yoldan geçen ve ayakkabıya ihtiyacı olan bir bisiklet
(e-bisiklet) sürücüsü ayakkabıları alabilir. Adamın niyeti bu muydu yoksa başka
bir derdi mi vardı bilmem imkânsız. Dilini bilmiyorum ki sorayım. Zaten
durmuyor adam, ayakkabıları yola fırlatıp geldiği yere geri dönüyor. Ben bir süre
kaldırımda bekleyip, ayakkabının akıbetini görmek için yolu gözlüyorum ama
kimse durup da ayakkabıları almıyor. Ben de en sonunda sıkılıp otele dönüyorum.
Duş alıp, temiz bir şeyler giyindikten sonra yatağa
uzandığımda aklımda yine o ayakkabılar var. Acaba ihtiyacı olan birisi aldı mı?
Yoksa üzerlerinden e-bisikletle geçip iyice hırpaladılar mı zaten eski olan
ayakkabıları. Bu düşüncelerle –belki de bir öykünün konusu bu vakti gelince
yazılacak olan- uykuya dalıyorum.
Tianning Pagodası'nın akşamki görüntüsü. Gece yarısından önce ışıklar söndürülüyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder