Bu Blogda Ara

28 Eylül 2012

Türkiye'den Mektuplar 16

Bir aydan fazla bir süredir Türkiye’de çalışıyorum. İki haftadır da derslere giriyorum. Bu süre zarfında okulda başımdan geçen olumlu ya da olumsuz olayları burada yazmaktan hep çekindim. Bunu yapmamın iki nedeni vardı. Birincisi işimle ilgi sorunların buraya yansıtılarak asla çözülmeyecek olmalarıdır. Yani ben burada Sartre olup binlerce sayfa felsefe çığırsam da Tolstoy olup bir atın kuyruğunu sallamasını iki sayfada anlatsam da iş hayatımda değişen bir şey olmayacaktır. Dolayısıyla işle ilgili sorunları, büyümelerine fırsat vermeden işyerinde halletmek yapılması gereken şeydir.

İkinci neden ise çalıştığım okulun toplumda hassas bir konumunun olması ve bu konumdan dolayı eleştirileri kaldıramayacak bir ruh haline bürünmüş olmasıydı. Okul nev’i şahsına münhasır bir kutsallığa bel bağlamış ve bilumum propaganda araçlarıyla bu kutsallığı sürdürme çabasında. Bu kutsallığın imgesinin okulda okuyan öğrencilerin varlıklarının devamını sağlamada önemli bir rolü olduğunu bildiğim için bu konuda yazıp çizmenin ya da eleştirel bir dil kullanmanın çocuklara zararı olacağını düşünüyordum. Oysa şimdi her iki konuda da yanıldığımı düşünüyorum. Bende bu aydınlanmaya neden olan olayı yazayım önce.

Maalesef okulumuz teknolojiyi kullanma konusunda oldukça zayıf. Kimse neyi nasıl yapacağını bilmiyor. Basit bir teknoloji eğitimiyle çözülebilecek pek çok sorun uzadıkça uzayan, gereksizce çetrefilleşen, hayati boyutlara ulaşıyor. Bunlardan bir tanesi de çeşitli nedenlerden dolayı okula gelemeyen ya da dersine giremeyen öğretmenlerin yerlerine derse girecekleri belirleme sorunu. Şimdi diyelim ki x, y, z öğretmenleri yarın derslerine giremeyecekler. Bunun için gerekli inceleme yapılıyor ve p, q, r ve s öğretmenlerinin programlarının uygun olduğu gözlemleniyor. Bu öğretmenlere görev verilecek ve bu görevlendirme elmek yoluyla p, q, r ve s öğretmenlerine bildirilecek. Bu durumda yapılması gereken nedir? Yani akıl ve mantık neyi söyler? Dersi dolduran ve dersi doldurulan öğretmenlerin adlarını bir Word dosyasına yazıp, bunu bütün okula elmekle göndermekle mi olur? Yoksa, sadece dersi dolduran ve dersi doldurulan öğretmenlerin bilgilendirilmeleri yeterli midir? Bana mantıklı gelen ikincisi ama maalesef bizim okulda, öğretim yılı açıldığından beri birincisi yapılıyor. Yani x, y, z, p, q, r ve s öğretmenlerine ve bir de ilgili yöneticilere gönderilmesi gereken elmek, bütün okula bazen günde iki-üç defa olmak (bazen listede hata yapıyorlar ve bir daha gönderiyorlar) üzere gönderiliyor.

Aslına bakılırsa buraya kadar sorun alabildiğine teknik. İnsanlara basit Excel formülleri öğretilse (örneğin “concatenate”, “countifs” vb) ve o belge Word’de değil de Excel’de hazırlansa, sorun çabucak çözülür. İnsanların “Aman onunla mı uğraşacağım, böyle de oluyor işte” deyip, alıştıkları şekilde yaptıkları pek çok iş aslında tembellikten çok cehaletten kaynaklanıyor. Birileri çıksa ve başka bir yöntemin daha verimli, daha çabuk ve daha az rahatsızlık verici olduğunu söylese, belki bu işi yapan kişi de sevinecek, memnun olacak.

Olaya geçmeden önce önemli bir noktayı belirteyim. Bu tarz toplu ileti göndermenin iki sakıncası var. Birincisi muhatap olmadıklarını anlayan insanlar bir süre sonra o iletileri önemsememeye başlayacaktır. Şöyle bir teşbih yapayım. Diyelim bir gün posta kutunuzda size gönderilmiş bir mektup buldunuz. Heyecanla zarfı açtınız. Baştan sona mektubu okudunuz. Mektubun son satırına geldiğinizde (Bu, ateşli bir aşk mektubu da olabilir, sizi cepheye çağıran bir askerlik belgesi de.) bu mektubun size yazılmamış olduğunu fark ettiniz. Mektubu bir kenara koydunuz ve hayatınıza devam ettiniz. İkinci gün posta kutunuzda yine bir mektup buldunuz, “işte bu” dediniz ve yine heyecanla açtınız ama maalesef bu mektup da size değil. Üçüncü, dördüncü, beşinci… Önce heyecanınız kaybolacaktır, sonra mektupları açma isteğiniz ve en sonunda da mektupları posta kutunuzdan alma iradeniz. Aradan iki ay geçtikten sonra gerçekten size yazılan bir mektup, posta kutunuza ulaşır. Uzaklarda yaşayan oğlunuz hayatının aşkıyla evleniyordur ve sizi düğüne çağırıyordur. Zarfın içine gidiş dönüş biletinizi de koymuştur. Ama siz o mektuplara artık elinizi bile sürmediğiniz için düğünden de bedava seyahatten de mahrum kalırsınız.

Benim burada aşırı bir ironiyle dramatize ettiğim şeyin benzerlerini iş hayatında pek çok insan, farklı derecelerde hayal kırıklıklarıyla yaşamıştır. Zaten bu yüzden, teknolojiyle haşır neşir olabilen kurumlarda elektronik takvimler kullanılır, toplantılar bilgisayar üzerinden ayarlanır, insanlar günlük programlarını başkalarıyla paylaşarak zaten yeteri kadar karışık olan iş hayatını düzene sokmaya çalışır. Ben yeni okulumda da takvimi elimden geldiğince kullanmaya çalışsam da bu konuda pek destek göremediğim için çabalarım pek bir sonuç vermiyor. Yani insanlar yine sizin meşgul olup olmadığınıza bakmadan başınıza işler çıkarabiliyor, yine gereksiz yere hem zaman kayıpları hem de kişiler arası sürtüşmeler yaşanabiliyor. Bir kurumda elektronik takvim ya hep uygulanmalı ya da hiç uygulanmamalı. Arada kalınca ezilen siz oluyorsunuz, gayretiniz de yanınıza hayal kırıklığı ve yorgunluk olarak kalıyor.  

Bir de türlü türlü teknik yoksunluklar var tabii. Örneğin, okuldaki odaların numarası yok. Yani iletide toplantının yapılacağı oda şu şekilde yazılıyor “X’in odası”. İyi ama X kim, odası nerede? X gider, Y gelir ama oda orada kalır. Odaların kat numaralarını da içeren bir numarası olsa kimseye sormadan toplantıya gitmek mümkün olur.  Bir başka örnek de okulun kapısının akşam saat 5’de kapanıyor olması. Bütün samimiyetimle yazıyorum, hayatımda ilk defa kapısı belli bir saatte kapanan bir okulda çalışıyorum. Tayland’dayken de Vietnam’dayken de öğretmenlerin okula 24 saat giriş olanağı vardı. Tabii ki bir öğretmen gece yarısı 2’de okula gitmek isterse bunun için güvenliği geçmesi gerekir ama benim zaten öyle bir talebim yok. En azından öğretmen mesai saatinden sonra isterse 1-2 saat okulda kalabilmeli ve acil bitirilmesi gereken işleri bitirmeli. Prensip gereği eve iş götürmemeyi yeğleyen birisiyim. Tüm işimi masamda halledip, eve kafa sakinliğiyle gitmek isterim. İster sınav haftası olsun, ister proje teslim günü. Ben işimi okulda hallederim. Ha birisi derse ki “ama okulda zaman yetmiyor. Eve iş götürmek zorundayız.”. Bu durumda da sorun ya öğretmendedir ya da kurumdadır. Ya öğretmen çok yavaş çalışıyordur ya da kurum öğretmene yapabileceğinden fazla iş veriyordur. Bu başlıbaşına başka bir yazının konusu olduğu için –insanlar ne kadar çalışmalı, ne kadar çalışmamalı?-, şimdilik geçiyorum.   

İlgili ilgisiz herkese ileti göndermenin bir başka sakıncası da bu iletilerin insanların dikkatini dağıtmaları ve zaman kayıplarına yol açmalarıdır. Bir işe yoğunlaşmışsınız, harıl harıl çalışıyorsunuz. Bir bakıyorsunuz, bilgisayarda ileti ışığı yanıyor. Tıklıyorsunuz, herkese gönderilmiş bir ileti. İçinde sizi ilgilendiren, yarınki programınızı etkileyebilecek bilgiler olabilir. Merakla açıyorsunuz, fosss! Bir gün, iki gün, üç gün… Böyle gidiyor. Bir defa işe ara verdiğinizde de kaldığınız yere geri dönmeniz vaktinizi alıyor, performansınız düşüyor. Başkalarını bilmem ama ben çalışırken sırf bu yüzden müzik dinlerim. İşim bölünmesin, baştan sona kadar yelkenler fora ilerleyebileyim diye.       

Gelelim bugün meydana gelen olaya. Her gün olduğu gibi bugün de “Ders Doldurma” başlığıyla bir ileti aldı tüm okul. Ben açtım iletiyi, benimle ilgisi olmadığını anlayınca kapattım ve işime devam ettim. Sonra ikinci bir düzeltme iletisi geldi. Onu da açtım. Onda da benimle ilgili bir bilgi yoktu. Yalnız bu ikinciyi açınca aklıma kısa bir yanıt yazmak geldi. Madem onlar herkese herkesi ilgilendirmeyen iletiler gönderebiliyorlar, ben de herkese herkesi ilgilendiren bir ileti gönderebiliyor olmalıydım. Bunu yaparken amacım tamamıyla okula katkıda bulunmak ve hem öğretmenlerin hem de yöneticilerin daha verimli çalışabileceği bir ortama kavuşmaktı. Zaten ne iletiyi gönderen kişiyi tanıyorum ne de listede adları geçen öğretmenleri. Kimseye karşı garezim, kinim, nefretim de yok. Yüzde yüz iyi niyet, yüzde yüz samimiyet. Kalan yüzde yüz de içimdeki “etrafıma yararım olsun” tutkusu.  İşte bu düşüncelerle aşağıdaki, bana göre gayet nazik ve samimi bir dille yazılmış iletiyi gönderdim. İletinin başına ad da koymadım ki kimse üzerine alınmasın. Beni tanıyanlar bilir. Eğer kızgınsam, ironik ve sivri bir dil kullanırım ve karşımdakine laf sokmak için her fırsatı lehime çeviririm. Bu şekilde geçmişte çalıştığım okulun rektörüne, bölüm başkanına yazmışlığım vardır. Ama bu sefer kızgın değildim, öyle kimseye kin duyacak kadar uzun süredir de çalışmadım bu okulda. Dolayısıyla sakin sakin, gerekçelendirmeleriyle birlikte önerimi ifade ettim.

Merhaba,

Ders doldurmayla ilgili iletilerin sadece ders dolduracak ve dersi doldurulacak öğretmenlere gönderilmesi mümkün mü acaba? Bu şekilde ileti kutumuzda bizi ilgilendirmeyen elmeklerle uğraşmayıp, yalnızca bizi ilgilendiren iletilere yoğunlaşabiliriz. Zaman kaybının engellenmesi açısından da bu yöntemin yararlı olacağını düşünüyorum. 

Saygılar,

Ad Soyad

İyi bir şey yapmış olduğumu düşündüğüm için, içim rahattı. Sonuçta bir soruna parmak bastım ve çözüm için öneride bulundum. Bunu herkese gönderdim ki başka fikirleri olanlar da tartışmaya katılsınlar, insanlar birbirlerini tanımasalar bile öyle ya da böyle bir düşünce alışverişinde bulunabilsinler. Vietnam’dayken sıklıkla yapılan bir uygulamaydı bu. İnsanlar iletilerle oylama bile yaparlardı. Kimse kimseye neden bunu yazdın demez, kimse kimseyi suçlamazdı.  Meğer, doğup büyüdüğüm ve şu anda yaşayıp çalıştığım ülke çok farklıymış.

Öğlene doğru bölüm başkanımız konuşmak için beni bölüm odasının dışına çağırdı. Ben hiçbir şeyden habersiz, herhalde öğrencilerle ilgili bir şeyler söyleyecek diye arkasından çıktım. Oysa sabah gönderdiğim iletiyle neler yapmışım neler. Adını bilmediğim bir yönetici şahıs benim gönderdiğim ileti için bölüm başkanına fırça kaymış. O da belki beni korumak belki de böyle şeyler bir daha yaşanmasın düşüncesiyle bundan sonra böyle iletiler göndermememi “dostça” salık verdi. Ben böyle bir şeyi kabul edemeyeceğimi, bunun açıkça bir sindirme ve boyun eğdirme politikası olduğunu, yaptığım şeyin yanlış olmadığını, o kişinin benimle konuşması gerektiğini söylesem de bölüm başkanımız “Boş ver, böyle şeyler kafaya takmaya değmez. Bu okul böyle.” gibisinden geçiştirme moduna girdiği için ben de çok üstelemedim.  Ardından da “benim için üzülme, okul için kaygılan ama benim için kaygılanma” dedi. Yani aslında bölüm başkanımızı ciddi bir şekilde hırpalamış birileri, sırf benim attığım basit bir iletiden dolayı. Daha çok üstesine gitsem, onun daha çok yıpratılacağını anladığım için ben de indirdim kanatları, bıraktım kendimi akıntıya.

Ben kendimi bıraktım ama bölüm odasında çalışamaz oldum. Sanki kafamın içinde üçüncü dünya savaşı dönüyor. Anlayamadığım pek çok soru, anlamlandıramadığım pek çok olay olduğu için ne yaptığım işe yoğunlaşabildim, ne de etrafımdakilerle konuşabildim. Taktım kulaklıklarımı, açtım yine Wagner’in operalarından birisini, sesini de sonuna kadar yükselttim ve sabah yaptığım lise 1 sınavcıklarını okumaya başladım. Ara ara camdan dışarı baktım, ara ara tavanı izledim… Sorular kafamdan hiç eksilmedi.

1. Neden bu kişi benimle değil de bölüm başkanıyla konuşmaya gerek duymuştu? Ben muhatap alınmayacak bir insan mıyım? Kendisi beni yanına çağırıp söyleyemiyor mu bölüm başkanına söylediklerini?

2. Yazdığım şey bu kadar mı kötü, bu kadar mı birilerinin otoritesini sarsacak kadar iddialı? Böyle basit bir iletiyle o otorite sarsılıyorsa, o kişi zaten hak etmiyordur o koltuğu. Bıraksın gitsin, liyakati olan birisi gelsin.

3.  Kullandığım dilde ya da üslupta farkına varmadan bir hata mı yaptım? Öyle olsaydı, basit bir üslup taşkınlığı için bu derece ciddi bir ayar çekme fazla kaçmış olmuyor mu?

4.  Bu okulda yazacağımız her iletiyi bölüm başkanına onaylatmak mı gerekiyor? O zaman bizim niye elmek hesabımız var? Sırf onun olsun, o bize bildirsin gelen iletileri, bizim yerimize yazsın, karar versin. Biz sadece beyni alınmış zombiler gibi uygulayalım bize verilen talimatları.

5. Haddini aşan birine haddini aştığını bildirmenin yolu böyle mi olmalıdır? Bölüm başkanını çağıran kişi onu değil de beni çağırsaydı, ben haddimi aşmamış olduğumu güzel güzel anlatırdım kendilerine. İnsanların düşüncelerini açıklamalarının demokrasinin bir getirisi olduğunu ve ancak bu hakla kurumların ve uzun vadede toplumun ilerleyebileceğini anlatırdım. Ama görünen o ki bu ülkeye demokrasi halen beş beden bol bir elbise gibi. Hiçbir zaman içini dolduramayacağımız, içselleştiremeyeceğimiz bir ütopya.

En çok da bu sonuncusu sarstı beni. Yoksa yaptığım öneri kabul edilmedi, yok bana değer vermiyorlar, yok beni anlamıyorlar gibi saçma sapan ergen takıntılarım yoktur. Çalıştığım kurumun, hiç de demokratik bir yer olmadığını öğrenmek cidden beynime inen bir balyoz gibi oldu. “Böyle gelmiş böyle giderci” zihniyetin burada da hâkim olmasıydı beni rahatsız eden. “Haddini bil, çizmeyi aşma” tavrıyla yapılan azardı beni inciten. (Oysa “Demokrasinin seçimlerden ibaret görülmesi ve başbakanın ikide bir medyayı azarlaması” bir ülkenin geri kalmışlığının göstergeleri listesinde onuncu sıradaydı. Yakında yazacaktım bunu.)

Öğlen yemeğine yalnız gittim, yabancı öğretmenlerin yemek yediği bir masaya oturdum. Kasımpaşaspor’un bir yıllık maçlarına bilet almış bir Kanadalıyla tuhaf bir Asya muhabbeti yaptık. Tayland’ın ve Vietnam’ın yemeklerini sevdiğinden bahsetti. Bana Vietnamlıların “Ban Mi”sinin ne kadar lezzetli olduğunu söyledi.  Ban Mi Vietnamca'da ekmek demektir ve zaten aslen Vietnam yemeği değildir, Fransız sömürgeciliğinin etkisinin sonucudur. Vietnam yemeğini seviyorum deyip, Fı’dan ya da Bun Bo’dan değil de ekmekten bahsetmesi ilginçti doğrusu. Gülmedim ama gülecek gibi oldum yer yer…

 Sonra tekrar bölüm odasına gittim. Biraz rahatlamıştım. Lise1’lerin öğleden sonraki derslerini de bitirince benim için gün bitmiş oldu. Yalnız kafam rahat değildi, derste de bunu fark ettim. Çabuk kızıyordum, sıklıkla sesimi yükseltiyordum. Tanımadığım, adını bile bilmediğim bir heyuladan azar işitip, karşılık veremeyince sanırım hıncımı çocuklardan çıkarıyordum. Bir ara iki haftadır “Ben zaten anlamıyorum, siz beni dikkate almıyorsunuz, benimle ilgilenmiyorsunuz” tripleri atan bir öğrenciyi de ağlattım sanırım (Gerçi niye ağladığını sormadım çünkü ağladığını fark ettiğimi bilmesini istemedim. Ya da gerçekten de ağlamamıştı, sadece kafasını sıraya koyup uyuklamıştı.).

 Ben böyle ergen triplerini dikkate alırım çünkü bu triplerin arkasındaki sorunlar zamanında halledilmezse, ileride kapanamaz yaralara yol açabilirlar. Bu yüzden dersten sonra sınıfta kalmasını söyledim bu öğrenciye. Bir arkadaşına da, ona sırf varlığıyla destek olması için sınıfta bizimle kalmasını rica ettim. Karşısına geçtim ve konuştum, sorunun kaynağını öğrenmek istediğimi, ancak karşılıklı iletişimsizliği çözerek işleri yoluna koyabileceğimizi belirttim. Başta biraz dikbaşlılığını devam ettirdi ama kısa sürede belki benim iyi niyetimi sezdiği için belki de kafasında büyüttüğü sorunun aslında o kadar da büyük olmadığına inanmaya başladığı için, yelkenleri suya indirdi. El sıkıştık, sorunları çözmek için birlikte çalışacağımıza dair söz verdik. En azından ona değer verdiğimi, ona bir bebek gibi değil de ne yaptığını bilen bir genç insan gibi muamelede bulunacağımı hissettirdim. Ben sınıftan çıkıp, bölüm odasına giderken içimde tarif edilmez bir sevinç vardı. İki haftadır bir duvar gibi her derse girdiğimde karşıma dikilen o soğukluk erimişti ve bu, basit bir iletişim bağı uzatmakla olmuştu. Odaya gidince bunun neden biz yetişkinler arasında bu kadar kolay olmadığını düşündüm. Yanıtı bulmakta çok da gecikmedim.

İnsanların hayatlarında değiştirmekten korktukları şeyler vardır. Bu günlük bir rutin olabileceği gibi, hayatına anlam katan bir tembellik de olabilir. Bu yüzden değişmekten, denenmemiş olanı denemekten korkarız. Bize değişimi teklif edenlerin karşısına da “ego” duvarını öreriz. “Sen kim oluyorsun da bana böyle bir şeyi teklif edebilirsin?”den “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?”a kadar türlü türlü duvarların arkasına sığınır, cafcaflı makamların arkasında küçüldükçe küçülürüz. İşte bugün başıma gelen de böyle bir şey. Egosunun altında ezilmiş, korkak ve sünepe bir şahsiyetin, araya başkalarını koyarak bana ayar çekmesi başka neyle izah edilebilir? Ne yani, birileri istemiyor, birilerinin o tüyden koltukları sarsılıyor diye ben söylemeyecek miyim yararlı olacağını düşündüğüm bir düşünceyi? İyi ama bu oto-sansür, bütün sansürler içinde en tehlikelisi, en gaddarı değil midir? Zaten böyle bir insan olmamak, düşündüğümü açıkça söyleyebilmek ve dünyayı –elimden geldiğince- bilim ve ahlak ekseninde değiştirebilmek için ben ayrıldım hayatımın on yılını geçirdiğim ruhani hayattan. Eğer, bir tanrının gazabından kaçıp bir başkasının gazabında huzur bulabiliyorsa insan, onun kaçmışlığında da bulmuşluğunda da samimiyet aranmaz.

Tayland’da ev aldığımı öğrenen bir iş arkadaşım o zaman bana “Ooo, demek burada geçireceksin ömrünü.” demişti. Ben de “Evi ben aldım, o beni almadı.” diye yanıt vermiştim. Gerçekten de yıl sonunda o memleketi Kanada’ya ben de yeni işim için Vietnam’a gitmiştim. Şu anda da durumum farklı değil. Türkiye masraflı ve pahalı bir ülke. Geldiğimden beri yerleşmek için çok para harcadım. Buna ev tutma, sıfırdan bir hayat kurma, yeni eşyalar alma gibi pek çok ıvır zıvır da dahil. Ama ben bunları mutsuz olmak ve eve geldiğimde “yine boynumuzu büktüler bugün” deyip geceleri garezden dolayı uykusuz kalmak için yapmadım. Herkes gibi ben de iç huzuru arayan ve bulduğum zaman kaybetmek istemeyen birisiyim. Eğer işim beni mutsuz ederse, neden durayım orada? Ne diye birilerinin kahrını çekeyim? Hele bir de bunu hiç hak etmiyorsam!

Mektupların birinde yazmıştım, borçlu insanı boyun eğdirmenin kolay olacağını. Çok şükür, borçsuz harçsız bugüne kadar gelebildim. Ne bir eşya için kredi çektim ne de herhangi başka bir ihtiyaç için. Alnım ak, hesabım artı tarafta. Ceketimi alıp, çıkabilecek kadar da yüreğim var. Baktım olmuyor, böyle saçma sapan olaylar tekrar ediyor, egolarının esiri olmuş insanlar araya olayla hiç ilgisi olmayan başkalarını perde yapıp, o perdeler arkasından korku imparatorluğu inşa etmeye çalışıyorlar; ben de çocuklara zarar vermemek için elimden geleni yapmak koşuluyla, benden bu kadar deyip, çekip gitmesini bilirim. Şimdiye kadar hiçbir okulu dönem ortasında, dersler devam ediyorken terk etmedim. Prensip olarak buna karşıyım çünkü bu öğrencilerin öğrenimine zarar verebilecek bir girişim. Ama zamanı gelince de ayrılmayı bildim, başka bir işi garantilememiş olsam bile.

Nasıl ki sıkıldığım için Tayland’ı terk ettim, nasıl ki altı yıl Vietnam’a fazla bile dediğim için Vietnam’dan ayrıldım, aynı şekilde 1 yıl Türkiye’ye fazlaymış deyip, yola çıkmasını bilirim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder