Bu Blogda Ara

07 Eylül 2012

Türkiye'den Mektuplar 13 - Köprü


Nemli boy havlusunu yatağın sağ köşesinde unuttuğumu, kahve fincanım elimde, mavi terliklerimi ararken fark ettim. Bir elimde kahve, bir elimde havlu balkona çıktığımda, ilk önce yanlış gördüm sandım. Bir duvardan diğerine doğru sallanan iplerin üzerine asılmış dünden kalma gömleklerin ve pantolonların arkasında köprüye benzer beyaz bir yol görünüyordu. Düş mü değil mi bu gördüğüm derken açıp bakmaya karar verdim. Usul usul astım havluyu ipin boş kalmış köşesine. Sonra diğer iki ipi de elimle hafiften oynatıp, balkonun ötesini görmek için pantolonları ve gömlekleri kenara ittim. Az kalsın elimdeki fincan yere düşecek, bin pâre olacaktı ayaklarımın dibinde. Evet, bu gördüğüm bir düş, bir mucize ya da bir illüzyon falan değildi. Yapan yapmıştı işte! Çalıştığım şirketten evimin balkonuna, iki kişinin yan yana güle oynaya yürüyebileceği genişlikte bir köprücük yapmışlardı. Köprücük diyorum ama bunu emeğe saygısızlık olarak görmemek lazım.  Köprünün iki tarafındaki çitler rengarenk balonlardan, diğer köprülerde asfalt olarak görmeye alıştığım zemini ise beyaz köpükten yapılmıştı. Balonların yükseklikleri yer yer boyumu geçiyorlardı.  Malzemeden mi çaldılar yoksa en son geliştirilen teknolojiyle mi inşa ettiler bilemeyeceğim! Ama köprü pek şahane, pek ihtişamlı görünüyordu.

Kahvemden bir yudum alıp, sabahın ilk keskin acısını ağzımın içine dolduran sıvıyı henüz yutamamışken, üçer beşer adımla içeriye koştum. “Kalk J, kalk” diye inlettim yatak odasını. “Kalk, balkonumuza köprü bağlanmış. Artık o dolambaçlı sokaklarda en kısa yolu bulmak için Dijkstra algoritması oynamama gerek kalmayacak. “ J kafasını gömdüğü damalı yorganın içinden, ilahi bir uyarıyı ikinci defa tekrar ediyormuş gibi, beni köprünün varlığından daha çok şaşırtan yanıtını verdi, “O köprü iki gündür orada, sen daha yeni mi gördün?” Şaşırtarak sevindireceğim sevdiğimden böyle bir yanıtı alınca şaşıran ben oldum tabii. “İyi, hadi kalk. Yürüyelim birlikte” dedim sesime çocuksu bir şımarıklık ekleyerek. Biraz bekledim ama yorganda en ufak bir kımıltı olmadı. “Hadi amaaaa!” dedim, “Bak işe geç kalacağım.” Yine derin bir sessizlik. Sanki yorganın içindeki süngerimsi madde tüm heyecanımı emiyor, içeride uyuyan J’ye hiçbir şey iletmiyordu. Son bir gayretle “İyi o zaman, ben çıkıyorum. Sen ister gel, ister gelme.”

Tekrar balkona çıktım. Bir türlü cesaret edemiyorum adımımı atmaya. Ya göçerse benim ağırlığımı tartamayarak, ya beşik gibi sallanırsa yelin etkisiyle! Ayağımda yine o mavi terlikler, üzerimde süt kahvesi bir yelek, bacaklarımda siyah ütüsü yitmiş bir pantolon. Bu kıyafetle gidilir mi ofise? Ne derler sonra? Ne derlerse desinler. Bugün kimse yargılayamaz beni. Giysilerime gülenlere köprüyü anlatırım, dolguları düşer, dilleri boğazlarından aşağıya kayar bayram şekeri gibi. Buradan pek seçilmiyor ama öyle zannediyorum ki köprünün diğer ucu, benim ofisin sağdan ikinci penceresine açılıyor. Bu da demek oluyor ki köprüden indiğim anda masama oturacağım. Vay anasını! En son bulduğum yolda süre on yedi buçuk dakikaya kadar inmişti. Herhalde bu köprü sayesinde on dakikaya varırım. Ama yooook, kronometreyi almayacağım yanıma. Zevkini çıkaracağım yaşadığım mahalleyi yukarıdan izleyebiliyor olmanın.

İlk adımımı atıyorum; yumuşak, güven veren bir his geziniyor topuklarımda, tüm bedenime yayılıyor bu ılık güvence. Hava rüzgârlı ama nedense üşümüyorum. Aşağıya bakıyorum, Paspas kuyruğunu sallıyor yukarıya bakarak. “Bak, bu köftehor da farkındaymış köprünün varlığından. Yoksa binanın önünde beklerdi.” O anda aklımda bir şimşek çakıyor. ”Belki dün de bu tarafta beklemişti beni. O yüzden göremedim kendisini apartman kapısının ağzında.” Bir süre aval aval bakışıyoruz. Karnı açtır zavallının diyorum içimden ama tekrar mutfağa dönüp dünkü artıkları toparlamaya üşeniyorum. “Sonra” diye bağırıyorum aşağıya doğru, “Ofise varınca J’yi ararım, sana dünden kalma tavuk kemiklerini haşlanmış pirinçle karıştırıp verir.” Anlıyor beni Paspas, belki de ömründe ilk defa. “Tamam, aramayı unutma ama! Dünden beri açım!” diyen bakışlarla içime yazıyor sözlerini.

Paspas’ın hemen arkasında bir gecekondu var. ÇT mahallesinin binlerce gecekondusundan birisi. Damında üç, kapısında iki, avlusunda da iki kedi sayıyorum. Toplam yedi. Bunlar Pamuk Prensesin kedileri diyorum içimden. Annelerini bekleyen yedizler gibi Pamuk Prensesi bekliyorlar. Prenses şimdi uyuyordur, ne de olsa yaz tatili. Sabahları uyanınca kedileri, bir gece öncesinden kalma yemeklerin suyuna batırılmış ekmeklerle doyurur. Sonra da arkadaşlarıyla oynamaya başlar sokağın öteki köşesinde. Yaşı ya dokuzdur ya on, matematiği sevmez ama yine de en yüksek notları almayı becerir. Zaten her sabah yedi kediyi besleyen bir küçük prensesin matematikte başarısız olması düşünülebilir mi? Kediler, sokağın gerçek sahibidirler. Çöp kutularından da, gelen giden komşulardan da onlar sorumludurlar. Mahalleli köpekleri evlerinin önünde güvenlikçi memur oldukları için beslerken, kedileri hiçbir baltaya sap olmayacaklarını bildikleri halde beslerler. Onların o kendini beğenmiş, bencil ve özgür halleri insanlara derinden bir kıskançlık duygusu yaşatır. Kediler nabzıdır sokağın, dinleyin mırmırlarını soğuk kış gecelerinde, anlarsınız ne demek istediğimi.

Köprü boyunca ilerledikçe gecekonduların ne kadar çok olduklarını fark ediyorum. Yanlarından yürüyünce bu kadar çok olduklarını anlaması zor oluyormuş demek ki! Sokağın başında bir belediye temizlik memurunu görüyorum, elinde motorlu bir testere, yolun kenarındaki ağacı kesiyor.  “Hooop, kardeşim! Ne diye kesiyorsun o ağacı sabah sabah” diyorum ama sonra “sabah sabah”ı sona eklediğim için pişmanlık duyuyorum. Şimdi adam “akşam akşam”mı keseyim dese, muhabbet boşuna uzayacak. “Sanane abi, kesiyorum işte.” diye bağırıyor, yüzünde makineyi benim yüzümden durdurmak zorunda kalmış olmasının getirdiği suçlayıcı bir bakış. “Olur mu ya, güzelim ağaç. Ne zararı var sana? Hem sen sokakları temizlemekle sorumlu değil misin, ağaçlarla ne işin var?”. Adam iyice kızıyor benim sorularıma. “Çattık valla yaaa! Sanane abi, sen tıpış tıpış yürü yeni açılan köpründe. Bu ağaçlar caddeyi kirletiyorlar dökülen yapraklarıyla. Ben de kesiyorum. Yolun üst kısmındaki incirleri ve erikleri de keseceğim. Kimse toplamıyor meyveleri, yollar leş gibi. Bıktım yaprak ve çürük meyve temizlemekten. Çıkan odunları da kurutup, kışın yakacağım. Hem sen balkonundan ofisine köprü yapılırken katledilen ağaçların hesabını ver önce, ondan sonra konuşalım.” 
Susuyorum! Adam beni suçluyor üzerimde yürüdüğüm köprü için. İyi de kim, neden yapmış ki bu köprüyü. Bu kadar uzun olduğuna göre, altına destek için uzun kavak gövdeleri kullanmış olabilirler diyorum. 

Utanıyorum kendimden, geri mi dönsem, on yedi buçukluk yoldan mı gitsem işyerime? Ama benim geri dönmem köprünün zararını sonlandırmayacak ki! Olan olmuş bir kere, kim yapmışsa böylesine gereksiz bir köprüyü, büyük ayıp etmiş. Yani, düşlerde bile olmaz bu derece küçük düşürücü bir israf. Benim balkonumdan çalıştığım ofise kadar gittiğine göre beni tanıyan, bana yardım etmek isteyen birisi yapmış olmalı. Dur bakalım, herhalde öğrenirim gün bitmeden deyip yola devam etmeye karar veriyorum. Aşağıdaki belediye işçisinin de yakasında yazan kimlik numarasını –altı haneli, üçe ve yediye bölünebilen bir rakam- sol bileğimin üzerine not ediyorum.

Köprü aheste aheste sallanıyor ama henüz korkutacak kadar ciddi bir hareket yok. Bu kadarı Boğaziçi Köprüsü’nde de olur diyorum kendime cesaret vermiş olmak için. Sağ yanımda Büyükdere caddesinin bu tarafında kalmayı başarmış nadir ormanlardan biri, yemyeşil bir ova gibi bana selam çakıyor. Çam ağaçlarının koyu yeşil tonu sanki tüm mahalleye ağır bir hava katmış gibi. Yollarda yürüyen tek tük insanlar, çoğu işe giden gençler, başını yarım yamalak bağlamış genç bir kız, biten sigarasının peşine bir sonrakini yakan bir delikanlı, çöp kutusuna yanaşan kedileri savuşturan yaşlı bir teyze, ağır adımlarla yokuşu çıkan orta yaşlı bir memur… Kış aylarında, sabahları gecenin bitimine yakın vakitlerde, evlerin ışıklarının birer birer yanıp karanlığı kışkışlamada güneşe yardım etmeleri gibi bu insanların kendi çaplarında katıldıkları dev hareket, gitgide büyüyen hayat ırmağını besleyen ufak dereler olma arzuları, bir anda takdire şayan bir mucizeymiş gibi parlıyor gözümün önünde. “Küçük insanların küçük gayretleridir büyük nehirleri akıtan güç diyorum” kendi kendime.

Yolun bitip, Y şeklinde bir çatala dönüştüğü yerde beyaz bir BMW duruyor. Onun az gerisinde ise siyah bir Audi. Bu arabaları önceden de görmüş, onların bu yoksul mahallede olmalarına önceden de şaşırmıştım. Belki de şofördür bu evlerde yaşayanlar demiştim o zaman. Şimdi de aynı şeyi söylüyorum kendi kendime. Ya da benim gibilerin iyimserliği ve naifliğidir bu insanları BMW ve Audi sahibi yapan. Sonuçta burada oturan halkın büyük bir çoğunluğu evlerini yaptıkları araziye para vermediler. Verdilerse bile ellerinde tapu olmayacağı için, tapulu bir araziye verilecek olanın çok azını vermişlerdir. Bunun yanında 30-40, belki de 50 sene boyunca kira vermediler. Dolayısıyla para biriktirmek için ellerinde iyi bir fırsat olduğu kuşku götürmez bir gerçek. Zor bir iş böylesi bir konuda akıl yürütmek.  Başka zamanlarda şartsız şurtsuz yanlarında yer alacağım ezilen gecekonducular benim asla sahip olamayacağım arabalara sahip olabiliyorlarsa ezilen mi ezen mi oldukları sorusunu tekrar sormak gerekebilir. Bunun güzel bir örneği Armuttepe’de yaşanmıştı. Bir zamanlar gecekondu mahallesi olan o deniz manzaralı tepe, şimdi yollarında Mercedes’lerin eksik olmadığı, çok katlı binaların sahiplerine iki-üç aile geçindirecek kadar gelir sağladıkları bir yere dönüşmüş durumda. Bunun yanında ömrü boyunca namusuyla çalışıp, aldığı üş beş kuruş maaşın yarısını kiraya veren insanlar, aradan 30-40 sene geçince bile ne bir ev sahibi olabiliyorlar ne de araba. Bu çelişki sarsıyor düşünen insanı, neye kime neden destek vermesi gerektiği sorusunu tekrar sordurtuyor.

Yol yokuş aşağıya yönelince adı da “Aşağı” olan camiyi görüyorum. Ellerim köprünün kenarındaki balonlara dokunuyor sık sık.  Gacır gucur sesler çıkıyor plastikle elimin temasından. Balonların yarattığı renk cümbüşünün arkasından caminin minaresi, balonlara batırılmak için havaya dikilmiş bir kalemi andırıyor. Ha patlattı, ha patlatacak diyorum içimden. Bu mahalledeki üç camiden birisidir bu. Diğer ikisi de –Merkez Cami ve Hz Ebubekir Cami-  sağ tarafımda kalıyorlar. Üçü de birbirine 300-400 metre mesafede. Birbirine bu kadar yakın üç caminin, böylesine bir gecekondu mahallesine yapılmış olmasını anlamak zor değil. Gecekonducular için cami ve okul yıkıma karşı bir çeşit emniyet supabıdır. Cami varsa yıkım zorlaşır, hele okul varsa yıkım neredeyse imkânsızlaşır.  Bunların yanına bir de halk eğitim merkezi ya da sağlık ocağı dikersen zaten mahalle resmiyet kazanmış olur. Yalnız bir ya da iki cami yetmez miydi ki üçüncüyü yapmışlar. Görünen o ki, camiler sadece öteki dünyayı değil, bu dünyayı kurtarma amacına da hizmet ediyorlar. Köprünün sol tarafında kalan, daha çok varsıl ailelerin yaşadığı lüks sitelerde ise hiç cami yok –ya da var ama ufak olduğu için binaların arasından seçilemiyor-. Oysa o bölgenin nüfusu daha fazladır buraya göre. İlginç, diyorum kendi kendime. Gelir düzeyi düştükçe cami sayısı artıyor. Bu bir çeşit avunma mekanizması mı? Yoksa doğal bir süreç mi hayatın kontrolünü ele geçiren insanın isyanıyla biten? Bu sorularla kafa yormayı bırakıp manzaranın keyfini çıkarmaya devam ediyorum.

Caminin az berisinde, ara sokak gibi görünen bir yolda, standart ölçülerde bir İETT durağı var. Köprüden bakınca ufak görünüyor ama daha önce önünden geçtiğim için biliyorum ölçülerini. Şimdiye kadar bu durakta herhangi bir otobüsün durduğunu ne gördüm ne de işittim. Böyle bir yerde otobüs durağının varlığı, İETT’nin “Her sokağa durak” kampanyasının bir sonucu olsa gerek. Durağın bir camında Aydın Üniversitesi’nin reklamı görünüyor. “Lisans üstü ve doktora” programları varmış. İki çocuk durağın tavanının üzerine uzanmışlar. Bir tanesi de tırmanmakla meşgul. Herhalde bunlar diyorum lisans üstü yapmak isteyenler. Reçel kavanozunu işgal eden karıncalar gibi çevrelemişler durağı. Oysa daha saat dokuz bile değil. Bir diğer çocuk da durağın önünden durağın içindeki cam duvara doğru şut çekiyorlar. Yolun karşı tarafında ise çekirdek çıtlatan ve ip atlayan küçük kızlar var. Bu çocukları böylesine bir ortamda görünce hem seviniyorum hem de üzülüyorum. Gidecekleri bir spor tesisinin olmaması, vakitlerini değerlendirecekleri bir kültür merkezinden mahrum olmaları…

Oysa belli, kaynıyor kanları. Hareket etmeleri, ergenliğin verdiği o fazladan enerjilerini çevreye saçarak boşaltmak istiyorlar. Bu boşaltma işlemi sistematik olmazsa, yani bir uzmanın rehberliğinde doğru kanallara, doğru şekilde akıtılmazsa, maalesef pek bir şey öğrenemeden geçiriyorlar bu dönemi.  On yaşındaki bir kız çeşitli danslar öğrenebilir, farklı bir dille ilgilenebilir, satranç oynayabilir. Durağa tırmanarak hem kendilerini hem de durağı tehlikeye atan o çocuklar disiplinli çalışabilecekleri bir takımda futbol ya da tenis oynayabilirler ve en azından çalışmadan, alın teri dökmeden, inat etmeden hayatta hiçbir şeyin başarılamayacağını öğrenirler. Bu bile daha iyidir durağın tepesine çıkıp, güneşin altında uyumaktan. Bari ağaca çıksalar, en azından meyve falan toplarlar. Kendi çocukluğum geliyor aklıma. Erik ağaçlarından inmeyen Ali, tüm öğleden sonra ağaçta oturup karıncalı incirleri mideye indiren ve akşam karın ağrısından kabız eşek gibi dört dönen Ali, para kazanmak için arkadaşlarıyla “niyet çekilişleri” yapan ve kazanılan parayla Beykoz sahiline gidip, kola içen Ali…

Yolun yarısını geçtim. Köprünün altından geçen arabaları görünce metroya çıkan geniş yolun üzerinde olduğumu anlıyorum. Geri dönüp bakınca, az önce ipe astığım havlu belli belirsiz göz kırpıyor bana, balkonun ucundan. Uzun ve soğuk bir yel esiyor yolun altından yukarıya doğru. İçim kamaşıyor, titrek bedenimi kontrol edemiyorum bir süre. Yolun iki yanına dizilmiş yaşlı amcalar, sabahın dokuzunda öğlen namazını beklemeye çalışıyorlar. Öylece oturup, saatlerce laklak ediyorlar, sonra da öğlen namazını kılıp görevlerini yerine getiriyorlar. Önceleri bu amcaların önlerinden geçerken selam verirdim, içimden de "Bunlar kesin bağkurlu, böyle bağ kurup oturduklarına göre." der, gülerdim. Ama böyle avare avare tüm günü geçirdiklerini fark edince selamı sabahı kestim. Gerçi akşamları yerlerini yaşlı teyzelere bırakır amcalar. Kendileri kahvehaneye ya da köy derneklerine istirahate çekiliyorlar galiba.

Yel şiddetleniyor. Aklımdan geriye dönme düşüncesi geçiyor ama savuruyorum, geri dönmek yenilgidir cümlesini kendime anımsatarak. Aklıma birkaç gün önce, bir teknenin içinde Boğaz Köprüsünün altından geçerken, yanımdaki arkadaşın “Köprüler de ne kadar güzel görünüyor buradan.” cümlesi geliyor. Benim köprüm o kadar düz ve güzel değil ama yine de işlevsellik yönüyle diğerlerinden farksız. Belki cillop gibi yolları yok, olsun! Hafiflik açısından belki de bir ilk. O anda aklıma balonların ne işe yaradıkları, geç düşen bir jeton gibi düşüyor beynimin dehlizvari guddelerinden birisine. Balonların aralarındaki boşluklardan istifade edip, o ana kadar mevcut olduklarını var saydığım köprü ayaklarını arıyorum ama bulamıyorum. “Tamam” diyorum. “Ya ben bir rüyanın ortasındayım ya da bu köprü uçan balonların yardımıyla havada duruyor. Zeminin beyaz köpükten yapılmış olması da bu hipoteze destek veriyor.”

Önce keşfetmiş olmanın sarhoşluk duygusunu tattıran bu buluş, biraz daha düşününce içime korku salmaya başlıyor. Az önce tüm hücrelerimi dolduran ferahlık ve huzur bir anda, ağzı serbest bırakılan balonun havada rastgele orbitler çizerek sağa sola çarpması gibi beni köprünün dar yolunda savurmaya başlıyor. “Tamam” diyorum içimden, “yolun sonuna gelmeden yolun sonuna geldim”.  

Tutunduğum balonlardan birisini tırnağımla patlatarak –boğulayazan insan neden kendisini kurtarmaya gelen cankurtaranı aşağıya çeker?- aşağıya açılan daha geniş bir pencere oluşturuyorum. Köprü nasıl olmuşsa alçalmış –ben bir balonu patlattım diye mi oldu bu?-, perdeci Ş’nin arabası geçiyor yoldan. Bağırıyorum ama duymuyor beni. Belki de para isteyeceğimi sanıyor. Sonra köşede bakkal işleten Y beyi görüyorum. “Bu su temiz çıktı hocam.” diyerek bana 10 litrelik plastik damacanayı uzatıyor. Ben köprünün her geçen saniye biraz daha yere yaklaştığını hissettikçe –Acaba Inception’da olduğu gibi bu düşüş de saatler sürecek mi?-  çırpınıyorum ama çırpındıkça daha hızlı alçalıyor köprü. Az ileride birileri köprünün tabanındaki ince plastik boruları tutmuş, kesmeye başlamışlar. “Köprünün sonu geldi ama benim halâ umudum var“ diyorum içimden.

Orada, her akşam evinin önüne oturmuş sigara içerken gördüğüm yaşlı amcanın yüzünü seçiyorum. “Sen misin bize yukardan bakan, her sabah kulağında kulaklık, cebinde son model telefonla bizim yoksul sokaklarımızı arşınlayan?” diye soruyor amca.  “Bize yolu soracağına o gâvur icadı alete bakarak en kısa yolu bulmaya çalışan! Yoksuluz ama aptal değiliz, beyim. Beğenmiyorsan gelme aramıza. Biz mi çağırdık seni. Ya sev, ya da sev ya da sev! Dördüncü şık yok bu mahallede... Bak asker uğurladık, gelmedin aramıza. Burun kıvırdın çaldığımız müziğe. Neymiş Arabeksmiş! Ne çalalım başka! Gönderiyoruz vatan sağolsun diye ama dönmeyebiliyorlar. Gözüm gibi baktığım oğlum ölmeli mi illa bu vatan sağ olacak diye. Tabii, sen ve senin gibiler askerliği kısa yoldan yaptınız. Parası olmayan canıyla ödüyor. Hadi askerlik neyse, iftar verdik lütfedip teşrif etmedin. Hem de iki kere! Kedilerle köpeklerle konuşur, onlara arkadaşım, dostum dersin. Bizim gibi hayatın şamarını yemiş insanların yüzüne bakmazsın. Bu mu senin aydın yüzün?”

Utanmış, yerin dibine geçmiştim. Hem nereden biliyordu benim hakkımda bunca şeyi? Sanki zihnimde gezinen serseri bir ok, bütün tereddütlerime dokunduruyor. “Bak böyle olmaz delikanlı –şimdi de delikanlı oldum, demek genç gösteriyorum-, böyle fildişi köprülerden halka yukarıdan bakarak anlayamazsın. Gel, gir aramıza, evimize misafir ol, bir tuzlu ayranımızı iç. Anlatalım size derdimizi. Bak geçen gün mahallede bir genç vefat etti. Tüm mahalleli seferber oldu, acılı aileye destek oldu. Sen ne yaptın. Kös kös oturdun evinde, o saçma sapan mektupları yazdın sanki çok bir bok anlıyormuşsun gibi. Bırak artık masal anlatmayı delikanlım –sondaki “m” ne oluyor acaba?- Hayatı anlamanın en iyi yolu hayatı yaşamaktır. Bizi anlatacaksan doğru dürüst anlat. Ben kırk yıldır bu mahallede yaşadım. Allah ömür verirse bir kırk yıl daha yaşarım. Sokmam o yıkımcı kepçeleri buraya. Sen de bırak o efemin muhabbetleri de gel mücadelemize katıl. Yıkacaklar buraları, size daire vereceğiz diye kandıracaklar cahil halkı. Eli yüzü düzgün, okumuş etmiş adamlara ihtiyacımız var. Bizim dilimiz olacak, ama bizim yanımızdan konuşacak, üzerimizden değil. Anladın mı delikanlı?”
“A, a, anladım tabii bey amca” diyorum. Kalabalığın ardından bir yığın genç, parçalıyorlar köprüden kalan yıkıntıları. Havada binlerce balon, etraf hırpalanan köpüklerin tanecikleriyle dolu. “Tamam, amca! Şimdi bırak işime gideyim. Akşam ben senin yanına uğrar, bu yıkım meselesini uzun uzun konuşuruz. Ben de karşıyım yıkıma, o iftara da bu yüzden gelmedim.” diyorum azıcık da olsa safımı belli edebilmek için. Yaşlı adam sinsice gülüyor.

Elini yüzüme koyuyor. “Aferin sana, halkla büyümeyen lider gerçek anlamda lider olamaz.” gibisinden bir laf ediyor. Birazdan Lenin’den ve Ekim devriminden bahsedecek diye korkuyorum. “Al sana bir fincan kahve” diyor ve sırtıma hafiften vuruyor. Kolum uyuşmuş sanki, hareket edemiyorum bir süre, öyle yarı felç halde. Öküzün sürüklediği kağnı gibi ağır ağır kafamı kaldırıyorum, inşaat makinesi olsa ne iyi olurdu şimdi, kafamı bağlar ağır ağır makaraları sardırırdık. Karşımda ofis sorumlusu sekreter kız “Ali bey, saat dokuz oldu. Bakın size kahve yaptım. Müdür gelmeden bir lavaboya gidin isterseniz. Elinizi yüzünüzü yıkayın” diyor. Masadan kalkıyorum. Karşımda dün akşamki hoş geldin partisinden kalma renkli balonlar, çekilişte kendisine televizyon çıkan muhasebecinin masasının üzerinde unuttuğu köpükler ve bir de dün akşam maçtan sonra sandalyemin arkasında unuttuğum nemli bir havlu…

Ali Rıza Arıcan - 7 Eylül 2012 - Çamlıtepe, İstanbul

Not: Yazıyı az önce bitirdim. Şimdi işe gitmem gerektiği için baştan sona okuyup, gözden geçiremiyorum. Onu da bu akşam ya da yarın sabah yapacağım. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder