Nemli boy havlusunu yatağın sağ köşesinde unuttuğumu, kahve
fincanım elimde, mavi terliklerimi ararken fark ettim. Bir elimde kahve, bir
elimde havlu balkona çıktığımda, ilk önce yanlış gördüm sandım. Bir duvardan
diğerine doğru sallanan iplerin üzerine asılmış dünden kalma gömleklerin ve
pantolonların arkasında köprüye benzer beyaz bir yol görünüyordu. Düş mü değil
mi bu gördüğüm derken açıp bakmaya karar verdim. Usul usul astım havluyu ipin
boş kalmış köşesine. Sonra diğer iki ipi de elimle hafiften oynatıp, balkonun
ötesini görmek için pantolonları ve gömlekleri kenara ittim. Az kalsın elimdeki
fincan yere düşecek, bin pâre olacaktı ayaklarımın dibinde. Evet, bu gördüğüm bir
düş, bir mucize ya da bir illüzyon falan değildi. Yapan yapmıştı işte!
Çalıştığım şirketten evimin balkonuna, iki kişinin yan yana güle oynaya
yürüyebileceği genişlikte bir köprücük yapmışlardı. Köprücük diyorum ama bunu
emeğe saygısızlık olarak görmemek lazım. Köprünün iki tarafındaki çitler rengarenk balonlardan,
diğer köprülerde asfalt olarak görmeye alıştığım zemini ise beyaz köpükten
yapılmıştı. Balonların yükseklikleri yer yer boyumu geçiyorlardı. Malzemeden mi çaldılar yoksa en son
geliştirilen teknolojiyle mi inşa ettiler bilemeyeceğim! Ama köprü pek şahane,
pek ihtişamlı görünüyordu.
Kahvemden bir yudum alıp, sabahın ilk keskin acısını ağzımın
içine dolduran sıvıyı henüz yutamamışken, üçer beşer adımla içeriye koştum.
“Kalk J, kalk” diye inlettim yatak odasını. “Kalk, balkonumuza köprü bağlanmış.
Artık o dolambaçlı sokaklarda en kısa yolu bulmak için Dijkstra algoritması
oynamama gerek kalmayacak. “ J kafasını gömdüğü damalı yorganın içinden, ilahi
bir uyarıyı ikinci defa tekrar ediyormuş gibi, beni köprünün varlığından daha
çok şaşırtan yanıtını verdi, “O köprü iki gündür orada, sen daha yeni mi gördün?”
Şaşırtarak sevindireceğim sevdiğimden böyle bir yanıtı alınca şaşıran ben oldum
tabii. “İyi, hadi kalk. Yürüyelim birlikte” dedim sesime çocuksu bir şımarıklık
ekleyerek. Biraz bekledim ama yorganda en ufak bir kımıltı olmadı. “Hadi
amaaaa!” dedim, “Bak işe geç kalacağım.” Yine derin bir sessizlik. Sanki
yorganın içindeki süngerimsi madde tüm heyecanımı emiyor, içeride uyuyan J’ye
hiçbir şey iletmiyordu. Son bir gayretle “İyi o zaman, ben çıkıyorum. Sen ister
gel, ister gelme.”
Tekrar balkona çıktım. Bir türlü cesaret edemiyorum adımımı
atmaya. Ya göçerse benim ağırlığımı tartamayarak, ya beşik gibi sallanırsa
yelin etkisiyle! Ayağımda yine o mavi terlikler, üzerimde süt kahvesi bir
yelek, bacaklarımda siyah ütüsü yitmiş bir pantolon. Bu kıyafetle gidilir mi
ofise? Ne derler sonra? Ne derlerse desinler. Bugün kimse yargılayamaz beni.
Giysilerime gülenlere köprüyü anlatırım, dolguları düşer, dilleri boğazlarından
aşağıya kayar bayram şekeri gibi. Buradan pek seçilmiyor ama öyle zannediyorum
ki köprünün diğer ucu, benim ofisin sağdan ikinci penceresine açılıyor. Bu da
demek oluyor ki köprüden indiğim anda masama oturacağım. Vay anasını! En son
bulduğum yolda süre on yedi buçuk dakikaya kadar inmişti. Herhalde bu köprü
sayesinde on dakikaya varırım. Ama yooook, kronometreyi almayacağım yanıma.
Zevkini çıkaracağım yaşadığım mahalleyi yukarıdan izleyebiliyor olmanın.
İlk adımımı atıyorum; yumuşak, güven veren bir his geziniyor
topuklarımda, tüm bedenime yayılıyor bu ılık güvence. Hava rüzgârlı ama nedense
üşümüyorum. Aşağıya bakıyorum, Paspas kuyruğunu sallıyor yukarıya bakarak.
“Bak, bu köftehor da farkındaymış köprünün varlığından. Yoksa binanın önünde
beklerdi.” O anda aklımda bir şimşek çakıyor. ”Belki dün de bu tarafta
beklemişti beni. O yüzden göremedim kendisini apartman kapısının ağzında.” Bir
süre aval aval bakışıyoruz. Karnı açtır zavallının diyorum içimden ama tekrar
mutfağa dönüp dünkü artıkları toparlamaya üşeniyorum. “Sonra” diye bağırıyorum
aşağıya doğru, “Ofise varınca J’yi ararım, sana dünden kalma tavuk kemiklerini
haşlanmış pirinçle karıştırıp verir.” Anlıyor beni Paspas, belki de ömründe ilk
defa. “Tamam, aramayı unutma ama! Dünden beri açım!” diyen bakışlarla içime
yazıyor sözlerini.
Paspas’ın hemen arkasında bir gecekondu var. ÇT mahallesinin
binlerce gecekondusundan birisi. Damında üç, kapısında iki, avlusunda da iki
kedi sayıyorum. Toplam yedi. Bunlar Pamuk Prensesin kedileri diyorum içimden.
Annelerini bekleyen yedizler gibi Pamuk Prensesi bekliyorlar. Prenses şimdi
uyuyordur, ne de olsa yaz tatili. Sabahları uyanınca kedileri, bir gece
öncesinden kalma yemeklerin suyuna batırılmış ekmeklerle doyurur. Sonra da
arkadaşlarıyla oynamaya başlar sokağın öteki köşesinde. Yaşı ya dokuzdur ya on,
matematiği sevmez ama yine de en yüksek notları almayı becerir. Zaten her sabah
yedi kediyi besleyen bir küçük prensesin matematikte başarısız olması
düşünülebilir mi? Kediler, sokağın gerçek sahibidirler. Çöp kutularından da,
gelen giden komşulardan da onlar sorumludurlar. Mahalleli köpekleri evlerinin
önünde güvenlikçi memur oldukları için beslerken, kedileri hiçbir baltaya sap
olmayacaklarını bildikleri halde beslerler. Onların o kendini beğenmiş, bencil ve
özgür halleri insanlara derinden bir kıskançlık duygusu yaşatır. Kediler nabzıdır
sokağın, dinleyin mırmırlarını soğuk kış gecelerinde, anlarsınız ne demek
istediğimi.
Köprü boyunca ilerledikçe gecekonduların ne kadar çok
olduklarını fark ediyorum. Yanlarından yürüyünce bu kadar çok olduklarını
anlaması zor oluyormuş demek ki! Sokağın başında bir belediye temizlik memurunu
görüyorum, elinde motorlu bir testere, yolun kenarındaki ağacı kesiyor. “Hooop, kardeşim! Ne diye kesiyorsun o ağacı
sabah sabah” diyorum ama sonra “sabah sabah”ı sona eklediğim için pişmanlık
duyuyorum. Şimdi adam “akşam akşam”mı keseyim dese, muhabbet boşuna uzayacak.
“Sanane abi, kesiyorum işte.” diye bağırıyor, yüzünde makineyi benim yüzümden
durdurmak zorunda kalmış olmasının getirdiği suçlayıcı bir bakış. “Olur mu ya,
güzelim ağaç. Ne zararı var sana? Hem sen sokakları temizlemekle sorumlu değil
misin, ağaçlarla ne işin var?”. Adam iyice kızıyor benim sorularıma. “Çattık
valla yaaa! Sanane abi, sen tıpış tıpış yürü yeni açılan köpründe. Bu ağaçlar
caddeyi kirletiyorlar dökülen yapraklarıyla. Ben de kesiyorum. Yolun üst
kısmındaki incirleri ve erikleri de keseceğim. Kimse toplamıyor meyveleri,
yollar leş gibi. Bıktım yaprak ve çürük meyve temizlemekten. Çıkan odunları da
kurutup, kışın yakacağım. Hem sen balkonundan ofisine köprü yapılırken katledilen
ağaçların hesabını ver önce, ondan sonra konuşalım.”
Susuyorum! Adam beni suçluyor üzerimde yürüdüğüm köprü için.
İyi de kim, neden yapmış ki bu köprüyü. Bu kadar uzun olduğuna göre, altına
destek için uzun kavak gövdeleri kullanmış olabilirler diyorum.
Utanıyorum
kendimden, geri mi dönsem, on yedi buçukluk yoldan mı gitsem işyerime? Ama
benim geri dönmem köprünün zararını sonlandırmayacak ki! Olan olmuş bir kere,
kim yapmışsa böylesine gereksiz bir köprüyü, büyük ayıp etmiş. Yani, düşlerde
bile olmaz bu derece küçük düşürücü bir israf. Benim balkonumdan çalıştığım
ofise kadar gittiğine göre beni tanıyan, bana yardım etmek isteyen birisi
yapmış olmalı. Dur bakalım, herhalde öğrenirim gün bitmeden deyip yola devam
etmeye karar veriyorum. Aşağıdaki belediye işçisinin de yakasında yazan kimlik
numarasını –altı haneli, üçe ve yediye bölünebilen bir rakam- sol bileğimin
üzerine not ediyorum.
Köprü aheste aheste sallanıyor ama henüz korkutacak kadar
ciddi bir hareket yok. Bu kadarı Boğaziçi Köprüsü’nde de olur diyorum kendime
cesaret vermiş olmak için. Sağ yanımda Büyükdere caddesinin bu tarafında
kalmayı başarmış nadir ormanlardan biri, yemyeşil bir ova gibi bana selam
çakıyor. Çam ağaçlarının koyu yeşil tonu sanki tüm mahalleye ağır bir hava
katmış gibi. Yollarda yürüyen tek tük insanlar, çoğu işe giden gençler, başını
yarım yamalak bağlamış genç bir kız, biten sigarasının peşine bir sonrakini
yakan bir delikanlı, çöp kutusuna yanaşan kedileri savuşturan yaşlı bir teyze,
ağır adımlarla yokuşu çıkan orta yaşlı bir memur… Kış aylarında, sabahları
gecenin bitimine yakın vakitlerde, evlerin ışıklarının birer birer yanıp
karanlığı kışkışlamada güneşe yardım etmeleri gibi bu insanların kendi
çaplarında katıldıkları dev hareket, gitgide büyüyen hayat ırmağını besleyen
ufak dereler olma arzuları, bir anda takdire şayan bir mucizeymiş gibi parlıyor
gözümün önünde. “Küçük insanların küçük gayretleridir büyük nehirleri akıtan
güç diyorum” kendi kendime.
Yolun bitip, Y şeklinde bir çatala dönüştüğü yerde beyaz bir
BMW duruyor. Onun az gerisinde ise siyah bir Audi. Bu arabaları önceden de
görmüş, onların bu yoksul mahallede olmalarına önceden de şaşırmıştım. Belki de
şofördür bu evlerde yaşayanlar demiştim o zaman. Şimdi de aynı şeyi söylüyorum
kendi kendime. Ya da benim gibilerin iyimserliği ve naifliğidir bu insanları
BMW ve Audi sahibi yapan. Sonuçta burada oturan halkın büyük bir çoğunluğu
evlerini yaptıkları araziye para vermediler. Verdilerse bile ellerinde tapu
olmayacağı için, tapulu bir araziye verilecek olanın çok azını vermişlerdir.
Bunun yanında 30-40, belki de 50 sene boyunca kira vermediler. Dolayısıyla para
biriktirmek için ellerinde iyi bir fırsat olduğu kuşku götürmez bir gerçek. Zor
bir iş böylesi bir konuda akıl yürütmek.
Başka zamanlarda şartsız şurtsuz yanlarında yer alacağım ezilen
gecekonducular benim asla sahip olamayacağım arabalara sahip olabiliyorlarsa ezilen
mi ezen mi oldukları sorusunu tekrar sormak gerekebilir. Bunun güzel bir örneği
Armuttepe’de yaşanmıştı. Bir zamanlar gecekondu mahallesi olan o deniz
manzaralı tepe, şimdi yollarında Mercedes’lerin eksik olmadığı, çok katlı
binaların sahiplerine iki-üç aile geçindirecek kadar gelir sağladıkları bir
yere dönüşmüş durumda. Bunun yanında ömrü boyunca namusuyla çalışıp, aldığı üş
beş kuruş maaşın yarısını kiraya veren insanlar, aradan 30-40 sene geçince bile
ne bir ev sahibi olabiliyorlar ne de araba. Bu çelişki sarsıyor düşünen insanı,
neye kime neden destek vermesi gerektiği sorusunu tekrar sordurtuyor.
Yol yokuş aşağıya yönelince adı da “Aşağı” olan camiyi
görüyorum. Ellerim köprünün kenarındaki balonlara dokunuyor sık sık. Gacır gucur sesler çıkıyor plastikle elimin
temasından. Balonların yarattığı renk cümbüşünün arkasından caminin minaresi, balonlara
batırılmak için havaya dikilmiş bir kalemi andırıyor. Ha patlattı, ha
patlatacak diyorum içimden. Bu mahalledeki üç camiden birisidir bu. Diğer ikisi
de –Merkez Cami ve Hz Ebubekir Cami- sağ
tarafımda kalıyorlar. Üçü de birbirine 300-400 metre mesafede. Birbirine bu
kadar yakın üç caminin, böylesine bir gecekondu mahallesine yapılmış olmasını
anlamak zor değil. Gecekonducular için cami ve okul yıkıma karşı bir çeşit
emniyet supabıdır. Cami varsa yıkım zorlaşır, hele okul varsa yıkım neredeyse imkânsızlaşır. Bunların yanına bir de halk eğitim merkezi ya
da sağlık ocağı dikersen zaten mahalle resmiyet kazanmış olur. Yalnız bir ya da
iki cami yetmez miydi ki üçüncüyü yapmışlar. Görünen o ki, camiler sadece öteki
dünyayı değil, bu dünyayı kurtarma amacına da hizmet ediyorlar. Köprünün sol
tarafında kalan, daha çok varsıl ailelerin yaşadığı lüks sitelerde ise hiç cami
yok –ya da var ama ufak olduğu için binaların arasından seçilemiyor-. Oysa o
bölgenin nüfusu daha fazladır buraya göre. İlginç, diyorum kendi kendime. Gelir
düzeyi düştükçe cami sayısı artıyor. Bu bir çeşit avunma mekanizması mı? Yoksa
doğal bir süreç mi hayatın kontrolünü ele geçiren insanın isyanıyla biten? Bu
sorularla kafa yormayı bırakıp manzaranın keyfini çıkarmaya devam ediyorum.
Caminin az berisinde, ara sokak gibi görünen bir yolda,
standart ölçülerde bir İETT durağı var. Köprüden bakınca ufak görünüyor ama
daha önce önünden geçtiğim için biliyorum ölçülerini. Şimdiye kadar bu durakta
herhangi bir otobüsün durduğunu ne gördüm ne de işittim. Böyle bir yerde otobüs
durağının varlığı, İETT’nin “Her sokağa durak” kampanyasının bir sonucu olsa
gerek. Durağın bir camında Aydın Üniversitesi’nin reklamı görünüyor. “Lisans
üstü ve doktora” programları varmış. İki çocuk durağın tavanının üzerine
uzanmışlar. Bir tanesi de tırmanmakla meşgul. Herhalde bunlar diyorum lisans
üstü yapmak isteyenler. Reçel kavanozunu işgal eden karıncalar gibi
çevrelemişler durağı. Oysa daha saat dokuz bile değil. Bir diğer çocuk da
durağın önünden durağın içindeki cam duvara doğru şut çekiyorlar. Yolun karşı
tarafında ise çekirdek çıtlatan ve ip atlayan küçük kızlar var. Bu çocukları
böylesine bir ortamda görünce hem seviniyorum hem de üzülüyorum. Gidecekleri
bir spor tesisinin olmaması, vakitlerini değerlendirecekleri bir kültür
merkezinden mahrum olmaları…
Oysa belli, kaynıyor kanları. Hareket etmeleri, ergenliğin verdiği o fazladan enerjilerini çevreye saçarak boşaltmak istiyorlar. Bu boşaltma işlemi sistematik olmazsa, yani bir uzmanın rehberliğinde doğru kanallara, doğru şekilde akıtılmazsa, maalesef pek bir şey öğrenemeden geçiriyorlar bu dönemi. On yaşındaki bir kız çeşitli danslar öğrenebilir, farklı bir dille ilgilenebilir, satranç oynayabilir. Durağa tırmanarak hem kendilerini hem de durağı tehlikeye atan o çocuklar disiplinli çalışabilecekleri bir takımda futbol ya da tenis oynayabilirler ve en azından çalışmadan, alın teri dökmeden, inat etmeden hayatta hiçbir şeyin başarılamayacağını öğrenirler. Bu bile daha iyidir durağın tepesine çıkıp, güneşin altında uyumaktan. Bari ağaca çıksalar, en azından meyve falan toplarlar. Kendi çocukluğum geliyor aklıma. Erik ağaçlarından inmeyen Ali, tüm öğleden sonra ağaçta oturup karıncalı incirleri mideye indiren ve akşam karın ağrısından kabız eşek gibi dört dönen Ali, para kazanmak için arkadaşlarıyla “niyet çekilişleri” yapan ve kazanılan parayla Beykoz sahiline gidip, kola içen Ali…
Oysa belli, kaynıyor kanları. Hareket etmeleri, ergenliğin verdiği o fazladan enerjilerini çevreye saçarak boşaltmak istiyorlar. Bu boşaltma işlemi sistematik olmazsa, yani bir uzmanın rehberliğinde doğru kanallara, doğru şekilde akıtılmazsa, maalesef pek bir şey öğrenemeden geçiriyorlar bu dönemi. On yaşındaki bir kız çeşitli danslar öğrenebilir, farklı bir dille ilgilenebilir, satranç oynayabilir. Durağa tırmanarak hem kendilerini hem de durağı tehlikeye atan o çocuklar disiplinli çalışabilecekleri bir takımda futbol ya da tenis oynayabilirler ve en azından çalışmadan, alın teri dökmeden, inat etmeden hayatta hiçbir şeyin başarılamayacağını öğrenirler. Bu bile daha iyidir durağın tepesine çıkıp, güneşin altında uyumaktan. Bari ağaca çıksalar, en azından meyve falan toplarlar. Kendi çocukluğum geliyor aklıma. Erik ağaçlarından inmeyen Ali, tüm öğleden sonra ağaçta oturup karıncalı incirleri mideye indiren ve akşam karın ağrısından kabız eşek gibi dört dönen Ali, para kazanmak için arkadaşlarıyla “niyet çekilişleri” yapan ve kazanılan parayla Beykoz sahiline gidip, kola içen Ali…
Yolun yarısını geçtim. Köprünün altından geçen arabaları
görünce metroya çıkan geniş yolun üzerinde olduğumu anlıyorum. Geri dönüp
bakınca, az önce ipe astığım havlu belli belirsiz göz kırpıyor bana, balkonun
ucundan. Uzun ve soğuk bir yel esiyor yolun altından yukarıya doğru. İçim
kamaşıyor, titrek bedenimi kontrol edemiyorum bir süre. Yolun iki yanına dizilmiş yaşlı amcalar, sabahın dokuzunda öğlen namazını beklemeye çalışıyorlar. Öylece oturup, saatlerce laklak ediyorlar, sonra da öğlen namazını kılıp görevlerini yerine getiriyorlar. Önceleri bu amcaların önlerinden geçerken selam verirdim, içimden de "Bunlar kesin bağkurlu, böyle bağ kurup oturduklarına göre." der, gülerdim. Ama böyle avare avare tüm günü geçirdiklerini fark edince selamı sabahı kestim. Gerçi akşamları yerlerini yaşlı teyzelere bırakır amcalar. Kendileri kahvehaneye ya da köy derneklerine istirahate çekiliyorlar galiba.
Yel şiddetleniyor. Aklımdan geriye dönme düşüncesi geçiyor ama savuruyorum, geri dönmek yenilgidir cümlesini kendime anımsatarak. Aklıma birkaç gün önce, bir teknenin içinde Boğaz Köprüsünün altından geçerken, yanımdaki arkadaşın “Köprüler de ne kadar güzel görünüyor buradan.” cümlesi geliyor. Benim köprüm o kadar düz ve güzel değil ama yine de işlevsellik yönüyle diğerlerinden farksız. Belki cillop gibi yolları yok, olsun! Hafiflik açısından belki de bir ilk. O anda aklıma balonların ne işe yaradıkları, geç düşen bir jeton gibi düşüyor beynimin dehlizvari guddelerinden birisine. Balonların aralarındaki boşluklardan istifade edip, o ana kadar mevcut olduklarını var saydığım köprü ayaklarını arıyorum ama bulamıyorum. “Tamam” diyorum. “Ya ben bir rüyanın ortasındayım ya da bu köprü uçan balonların yardımıyla havada duruyor. Zeminin beyaz köpükten yapılmış olması da bu hipoteze destek veriyor.”
Yel şiddetleniyor. Aklımdan geriye dönme düşüncesi geçiyor ama savuruyorum, geri dönmek yenilgidir cümlesini kendime anımsatarak. Aklıma birkaç gün önce, bir teknenin içinde Boğaz Köprüsünün altından geçerken, yanımdaki arkadaşın “Köprüler de ne kadar güzel görünüyor buradan.” cümlesi geliyor. Benim köprüm o kadar düz ve güzel değil ama yine de işlevsellik yönüyle diğerlerinden farksız. Belki cillop gibi yolları yok, olsun! Hafiflik açısından belki de bir ilk. O anda aklıma balonların ne işe yaradıkları, geç düşen bir jeton gibi düşüyor beynimin dehlizvari guddelerinden birisine. Balonların aralarındaki boşluklardan istifade edip, o ana kadar mevcut olduklarını var saydığım köprü ayaklarını arıyorum ama bulamıyorum. “Tamam” diyorum. “Ya ben bir rüyanın ortasındayım ya da bu köprü uçan balonların yardımıyla havada duruyor. Zeminin beyaz köpükten yapılmış olması da bu hipoteze destek veriyor.”
Önce keşfetmiş olmanın sarhoşluk duygusunu tattıran bu
buluş, biraz daha düşününce içime korku salmaya başlıyor. Az önce tüm
hücrelerimi dolduran ferahlık ve huzur bir anda, ağzı serbest bırakılan balonun
havada rastgele orbitler çizerek sağa sola çarpması gibi beni köprünün dar
yolunda savurmaya başlıyor. “Tamam” diyorum içimden, “yolun sonuna gelmeden
yolun sonuna geldim”.
Tutunduğum balonlardan birisini tırnağımla patlatarak
–boğulayazan insan neden kendisini kurtarmaya gelen cankurtaranı aşağıya
çeker?- aşağıya açılan daha geniş bir pencere oluşturuyorum. Köprü nasıl
olmuşsa alçalmış –ben bir balonu patlattım diye mi oldu bu?-, perdeci Ş’nin
arabası geçiyor yoldan. Bağırıyorum ama duymuyor beni. Belki de para
isteyeceğimi sanıyor. Sonra köşede bakkal işleten Y beyi görüyorum. “Bu su
temiz çıktı hocam.” diyerek bana 10 litrelik plastik damacanayı uzatıyor. Ben
köprünün her geçen saniye biraz daha yere yaklaştığını hissettikçe –Acaba
Inception’da olduğu gibi bu düşüş de saatler sürecek mi?- çırpınıyorum ama çırpındıkça daha hızlı
alçalıyor köprü. Az ileride birileri köprünün tabanındaki ince plastik boruları
tutmuş, kesmeye başlamışlar. “Köprünün sonu geldi ama benim halâ umudum var“ diyorum
içimden.
Orada, her akşam
evinin önüne oturmuş sigara içerken gördüğüm yaşlı amcanın yüzünü seçiyorum.
“Sen misin bize yukardan bakan, her sabah kulağında kulaklık, cebinde son model
telefonla bizim yoksul sokaklarımızı arşınlayan?” diye soruyor amca. “Bize yolu soracağına o gâvur icadı alete
bakarak en kısa yolu bulmaya çalışan! Yoksuluz ama aptal değiliz, beyim.
Beğenmiyorsan gelme aramıza. Biz mi çağırdık seni. Ya sev, ya da sev ya da sev!
Dördüncü şık yok bu mahallede... Bak asker uğurladık, gelmedin aramıza. Burun
kıvırdın çaldığımız müziğe. Neymiş Arabeksmiş! Ne çalalım başka! Gönderiyoruz
vatan sağolsun diye ama dönmeyebiliyorlar. Gözüm gibi baktığım oğlum ölmeli mi
illa bu vatan sağ olacak diye. Tabii, sen ve senin gibiler askerliği kısa
yoldan yaptınız. Parası olmayan canıyla ödüyor. Hadi askerlik neyse, iftar verdik
lütfedip teşrif etmedin. Hem de iki kere! Kedilerle köpeklerle konuşur, onlara
arkadaşım, dostum dersin. Bizim gibi hayatın şamarını yemiş insanların yüzüne
bakmazsın. Bu mu senin aydın yüzün?”
Utanmış, yerin dibine geçmiştim. Hem nereden biliyordu benim
hakkımda bunca şeyi? Sanki zihnimde gezinen serseri bir ok, bütün
tereddütlerime dokunduruyor. “Bak böyle olmaz delikanlı –şimdi de delikanlı
oldum, demek genç gösteriyorum-, böyle fildişi köprülerden halka yukarıdan
bakarak anlayamazsın. Gel, gir aramıza, evimize misafir ol, bir tuzlu
ayranımızı iç. Anlatalım size derdimizi. Bak geçen gün mahallede bir genç vefat
etti. Tüm mahalleli seferber oldu, acılı aileye destek oldu. Sen ne yaptın. Kös
kös oturdun evinde, o saçma sapan mektupları yazdın sanki çok bir bok
anlıyormuşsun gibi. Bırak artık masal anlatmayı delikanlım –sondaki “m” ne
oluyor acaba?- Hayatı anlamanın en iyi yolu hayatı yaşamaktır. Bizi
anlatacaksan doğru dürüst anlat. Ben kırk yıldır bu mahallede yaşadım. Allah
ömür verirse bir kırk yıl daha yaşarım. Sokmam o yıkımcı kepçeleri buraya. Sen
de bırak o efemin muhabbetleri de gel mücadelemize katıl. Yıkacaklar buraları,
size daire vereceğiz diye kandıracaklar cahil halkı. Eli yüzü düzgün, okumuş
etmiş adamlara ihtiyacımız var. Bizim dilimiz olacak, ama bizim yanımızdan
konuşacak, üzerimizden değil. Anladın mı delikanlı?”
“A, a, anladım tabii bey amca” diyorum. Kalabalığın ardından
bir yığın genç, parçalıyorlar köprüden kalan yıkıntıları. Havada binlerce
balon, etraf hırpalanan köpüklerin tanecikleriyle dolu. “Tamam, amca! Şimdi
bırak işime gideyim. Akşam ben senin yanına uğrar, bu yıkım meselesini uzun
uzun konuşuruz. Ben de karşıyım yıkıma, o iftara da bu yüzden gelmedim.” diyorum
azıcık da olsa safımı belli edebilmek için. Yaşlı adam sinsice gülüyor.
Elini yüzüme koyuyor. “Aferin sana, halkla büyümeyen lider
gerçek anlamda lider olamaz.” gibisinden bir laf ediyor. Birazdan Lenin’den ve
Ekim devriminden bahsedecek diye korkuyorum. “Al sana bir fincan kahve” diyor
ve sırtıma hafiften vuruyor. Kolum uyuşmuş sanki, hareket edemiyorum bir süre,
öyle yarı felç halde. Öküzün sürüklediği kağnı gibi ağır ağır kafamı
kaldırıyorum, inşaat makinesi olsa ne iyi olurdu şimdi, kafamı bağlar ağır ağır
makaraları sardırırdık. Karşımda ofis sorumlusu sekreter kız “Ali bey, saat
dokuz oldu. Bakın size kahve yaptım. Müdür gelmeden bir lavaboya gidin
isterseniz. Elinizi yüzünüzü yıkayın” diyor. Masadan kalkıyorum. Karşımda dün
akşamki hoş geldin partisinden kalma renkli balonlar, çekilişte kendisine televizyon çıkan muhasebecinin masasının üzerinde unuttuğu köpükler ve
bir de dün akşam maçtan sonra sandalyemin arkasında unuttuğum nemli bir havlu…
Ali Rıza Arıcan - 7 Eylül 2012 - Çamlıtepe, İstanbul
Not: Yazıyı az önce bitirdim. Şimdi işe gitmem gerektiği için baştan sona okuyup, gözden geçiremiyorum. Onu da bu akşam ya da yarın sabah yapacağım.
Ali Rıza Arıcan - 7 Eylül 2012 - Çamlıtepe, İstanbul
Not: Yazıyı az önce bitirdim. Şimdi işe gitmem gerektiği için baştan sona okuyup, gözden geçiremiyorum. Onu da bu akşam ya da yarın sabah yapacağım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder