Dün ilk dersime girdim. Türkiye’de en son, Bakırköy’deki bir
dershanede çoğu benden yaşlı olan insanlara matematik öğretmiştim. Sanırım yıl
1999’du. O zamandan beri Türkiye’de sınıfa girmemiştim. Hem o zamanlar bir
öğrenciydim ve öğretmenliği, ek para kazanmak için yapıyordum. 18 Haziran 2012’de,
Vietnam’daki son İstatistik dersime girdikten sonra –aynı zamanda okuldaki son resmi
günümdü- üzülmüştüm biraz. Sonuçta iki aydan uzun bir süre sınıflardan ve
öğrencilerden uzak kalacaktım. Özellikle son altı yılda en uzun tatillerimin üç
hafta olduğu düşünülürse iki ay cidden uzun bir süre. Sınıfın –ben gittikten
sonra adları derslik olmuş- sihirli bir havası var. Öğrenciler saygı duyuyormuş
gibi yapıyorlar –saygının anlamını bildiklerini sanmıyorum- ve öğretmen sınıfa
girince bir yarı sessizlik oluşuyor. Hoş, dün ben sınıfa girince böyle bir
sessizlik olmadı çünkü öğrencilerin çoğu verdikleri aradan henüz dönmemişlerdi.
Ben içeri girip, bir de üzerime kapıyı kapatmaya çalışınca ciddi olduğumu
anladılar sanırım, hemen peşimden doluşmaya başladılar. Hiçbiri de yerine
oturmadı, sıralarının önünde ayakta bekliyorlardı. Ben o noktada farkına vardım
bir üniversitede değil de bir lisede olduğumu. “Oturun” dedim İngilizce. Tabii,
birden yılıştılar. Karşılarında Türkiyeli bir hoca, tek kelime Türkçe
konuşmadan derse başlıyor. Kendimi tanıttım, derste asla Türkçe konuşmayacağımı,
onlara da Türkçe konuşturmayacağımı söyledim. Gereksiz olduğunu bilsem de ikide
bir “Susun lütfen” diye bağırdım ve yüzüklü parmağımla tahtayı tıklattım. Fırsat
buldukça da dersimi anlattım –Sayı kümeleri-. Bu öğrenciler halen yaz tatili
havasındalar ve okul resmi olarak başlamadığı için tavırlarında birazcık
sallapatilik var. Herhalde dönem başlayınca durum biraz daha farklı olur. Bir
sonraki ders için ufak bir oyun-etkinlik yapmayı düşünüyorum. Belki oyun
olunca, İngilizce konuşulan ortamın baskısından uzaklaşırlar, daha rahat
olurlar.
İlk dersimde tek bir
ciddi sorun yaşadım diyebilirim. Dersin süresi sadece 40 dakikaydı. Son altı yıldır dersler benim için 80-85
dakika olduğu için, daha doğru dürüst konuya bile girmeden dersin süresi bitti.
Ben de onların teneffüs sürelerini çaldım. Sanırım bu da bir alışma süreci
gerektiriyor benim için. Sonuç olarak, ilk ders iyiydi, hoştu. Öğrenciler hem
akıllılar hem de meraklılar. Başta biraz direttiler Türkçe konusunda ama
sonunda beni bükemeyeceklerini anlayınca vaz geçtiler ısrarlarından. Dersten
sonra üç öğrenci koridorda beni gördü ve “Hocam, dersiniz çok güzeldi.
Gerçekten eğlendik. Bir sonrakini sabırsızlıkla bekliyoruz.” gibisinden laflar
etti. Teşekkür ettim ve yoluma devam ettim ama içimden ne kadar sevindiğimi
herhalde kimseye tarif edemem. Biraz klişe olacak ama doğru olduğu için
yazayım: Bir öğretmen için en büyük başarı öğrencilerinin başarılı olmasıdır.
Öğrencinin başarılı olmasının anahtarı da dersi, öğretmeni, okulu sevmesiyle
başlar.
Yukarıda “saygı”
sözcüğü geçti ama sanırım öğrencilerin saygının ne olduğunu bilmemesi ifadesini
açmam gerekecek. Bir öğrenci için –özellikle lise ve alt düzeyler- saygı görsel
bir şovdan ibarettir. Öğretmen sınıfa girince ayağa kalkmak, öğretmen bir şey
rica edince hemen koşup yardımcı olmaya kalkışmak, öğretmene yemek sırasında
öncelik vermek ve benzeri. Oysa nereden bakarsanız bakın öğretmen için de
öğrenci için de bu “törensel hareketler”in çoğu alışkanlık haline gelmiş
davranışlardır. Oysa saygı dediğimiz olay farkındalık gerektirir. A kişisi B
kişisine, B kişisi saygıyı hak ettiği için saygı duyar, B kişisine saygı
duyulması birileri tarafından empoze edildiği için değil. Ayrıca saygı ya
karşılıklı olarak vardır ya da karşılıklı olarak yoktur. Ben Tayland’dayken,
sınıfa girdiğimde ayağa kalkan öğrencilere “lokantada size yemek servisi yapan
garson geldiğinde ayağa kalkıyor musunuz?” diye sorardım. Yanıtı “hayır” olarak
alınca, “İşte ben de o garsondan farksızım. Size bilgi servisi vermeye geldim.”
derdim. Bir insanın başka bir insan için ayağa kalkmasına karşı değilim. Mesela
bir odada oturuyorsunuz ve içeriye tanımadığınız birisi tanışmak amacıyla giriyor.
Siz mal mal yerinizde oturup, oturduğunuz yerden el sıkışıyorsanız biraz
kabalık etmiş olursunuz. İnsanların birbirlerine insan oldukları için saygı
duymalarına bir lafım yok ama meslekteki rütbe farklarından doğan saygı
kültürüne çok sıcak bakmıyorum. Yukarıda
da dediğim gibi insan kazanmalı saygıyı, gökten paketlenmiş halde inmiş olan
saygı kültürü görsel bir şölenden farksızdır ve en çok diplomatlara,
politikacılara, o saygıdan kazanç sağlayacak bilumum insanlara yakışır. Öğrenciler
öğretmenlerine ancak ve ancak öğretmenlerini tanıyıp, sevdikten sonra saygı
duymalıdırlar. Ayrıca bu saygıyı her ders başlangıcında ayağa kalkarak değil de
dersi anlamaya çalışarak, derse ilgi göstererek, derste başarılı olmaya
çalışarak, gerektiği yerde arkadaşlarına yardımcı olmaya çalışarak
göstermelidirler. Öyle ki bu durumda öğretmen de öğrencisine saygı duyacaktır
ve nihayetinde gerçek anlamda –karşılığını bulan- saygı tesis edilmiş
olacaktır.
Yazdıkça aklıma yeni şeyler geliyor. Saygı kavramının içinin
doldurulup, hak ettiği içeriğe kavuşması önemli ama bir de zaman kavramı var
beni rahatsız eden. Bu biraz kişisel bir şey ama ben geç kalmayı ve geç
kalanları sevmem. Derse geç başlamayı ise hiç sevmem. Yalnız yeni okulumda
sınıflarda ve öğretmen odalarında saat yok. Bu beni rahatsız ediyor. Özellikle
sınıfta olmaması referans almanıza engel oluyor. Referans derken anayasa gibi
bir dayanak noktasından bahsediyorum. Nasıl ki anayasa bir ülkenin
vatandaşlarının temel hak ve hürriyetlerini garanti altına alır, onların diğer
yasalar –ceza hukuku, miras hukuku, evlilik hukuku vb- karşısında mağdur
olmamaları için başvuru kaynağı olur; sınıfa konan ya da öğretmenin yanında
getireceği dev bir saat de aynı işlevsellikle sınıfa düzen getirebilir. Hem öğrencilerin derse başlama saatinde
sınıfta olmaları açısından hem de öğretmenin ders bitimi saatinde sınıftan
çıkması açısından işe yarayabilir. Büyük bir olasılıkla bir sonraki dersime
koltuğumun altında, büyük bir duvar saatiyle gideceğim. Ancak bu şekilde öğrencileri zaman konusunda
bilinçlendirebileceğimi düşünüyorum. Tayland’da işe yaramıştı bu yöntem. Saat
düşüp, kırılınca da öyküsünü yazmış ve yazarlık serüvenine başlamıştım. Bakalım
burada öğrencilerin tepkisi nasıl olacak.
Son bir noktaya da kısaca değinip, bitireyim. Öğrenciler
öğretmenlerini nasıl çağırmalılar? Ben derste “My name is Ali and you can call
me Ali.” dedim. Gülüştüler tabii. Kimisi “cool yaaa” gibisinden yayıldı, kimisi
de “ahbap gibi mi yani hocam?” diye sordu. Vietnam’dayken öğrenciler bana Ali
ya da Mr Ali derlerdi. Ben her ne kadar basit bir “Ali”yi tercih etsem de
sanırım bu okul yönetimince pek hoş karşılanmayacaktır. Bana bir şey olmaz
tabii ama başka bir öğretmen benim öğrencilerimin beni adımla çağırdığını duyarsa öğrencileri azarlayabilir. Bu yüzden
ikinci dersimde yaptığım yanlışı düzeltip, öğrencilerin bana “Mr Ali” ya da “Mr
Arıcan” demelerini isteyeceğim. Belki de ders içi ve ders dışı ayrımı yaparız.
Derste bana adımla hitap edebilirler –derste başka bir öğretmen/müfettiş
olmadığı sürece- ama koridorlarda, yemekhanede bana “Mr Ali” falan derler.
Dün akşam ilk dersime girdiğim gibi hayatımın ilk yemekli
boğaz gezisine de çıktım. Okul tüm öğretmenlerine güzel bir teknede, boğaz turu
eşliğinde akşam yemeği verdi. Öğretmenlerin kaynaşması açısından güzeldi. Bu
sayede birkaç yeni öğretmenin adını daha öğrendim. Malum, adlar konusunda çok
kötüyüm. Neredeyse iki haftadır aynı ofiste çalıştığımız arkadaşların adlarını
bile halen tam olarak bilmiyorum. Bazılarıyla uzun muhabbetler çeviriyorum,
öğlen yemeği sırasında kahkahalar eşliğinde konuşuyoruz ama yine de adlarını
sormak nedense aklıma gelmiyor. Zaten adlarını söyleseler de ben addaki vurguya
dikkat etmediğim için çok kısa bir süre sonra aklımda çıkıyor. Örneğin “Osman”,
“Ömer”, “Mehmet”, “Serdar” gibi adlar
aklımda kalabiliyorlar (Arapça ya d Farsça kökenlerinden dolayı). Bunun yanında
“Melisa”, “Nilsu”, “Kibar” gibi adlar da kalıyor (İlginç olmalarından dolayı).
Yalnız “Gülsu”, “Gülben” ya da “İlkgül”, “Songül” gibi adlar kesinlikle aklımda
yer etmiyorlar. Sanırım bu adların en büyük sorunu kendilerine benzeyen başka adların
olması ve iki kelimeden oluşmaları. Bazen okulda birisini çağıracak oluyorum
ama adını bilmediğim için işi erteliyorum. Keşke herkes adlarını üzerlerine
yazıp gezinse iş ortamında! Ya da bakınca insanların adlarını gösteren ultraviole
gözlüklerimiz olsa…
Bugünkü yazı da eften püften bir yazı oldu. Saat 8’e
geliyor. Yine yazamadım 10. madde ve sonrasını. Sorun değil, üst sınırımız yok
ne de olsa. Bir de 9. maddeye eklemeler yapacağım daha.
Not: Bu arada evle okul arasındaki en kısa yolu buldum dün. Kapıdan kapıya süre 18 dakikaya kadar iniyor. Sanırım artık yeni yollar denemeyi bırakıp, 18 dakika üzerinden veri toplamaya başlayabilirim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder