Bu Blogda Ara

05 Eylül 2012

Türkiye'den Mektuplar 12


Dün ilk dersime girdim. Türkiye’de en son, Bakırköy’deki bir dershanede çoğu benden yaşlı olan insanlara matematik öğretmiştim. Sanırım yıl 1999’du. O zamandan beri Türkiye’de sınıfa girmemiştim. Hem o zamanlar bir öğrenciydim ve öğretmenliği, ek para kazanmak için yapıyordum. 18 Haziran 2012’de, Vietnam’daki son İstatistik dersime girdikten sonra –aynı zamanda okuldaki son resmi günümdü- üzülmüştüm biraz. Sonuçta iki aydan uzun bir süre sınıflardan ve öğrencilerden uzak kalacaktım. Özellikle son altı yılda en uzun tatillerimin üç hafta olduğu düşünülürse iki ay cidden uzun bir süre. Sınıfın –ben gittikten sonra adları derslik olmuş- sihirli bir havası var. Öğrenciler saygı duyuyormuş gibi yapıyorlar –saygının anlamını bildiklerini sanmıyorum- ve öğretmen sınıfa girince bir yarı sessizlik oluşuyor. Hoş, dün ben sınıfa girince böyle bir sessizlik olmadı çünkü öğrencilerin çoğu verdikleri aradan henüz dönmemişlerdi. Ben içeri girip, bir de üzerime kapıyı kapatmaya çalışınca ciddi olduğumu anladılar sanırım, hemen peşimden doluşmaya başladılar. Hiçbiri de yerine oturmadı, sıralarının önünde ayakta bekliyorlardı. Ben o noktada farkına vardım bir üniversitede değil de bir lisede olduğumu. “Oturun” dedim İngilizce. Tabii, birden yılıştılar. Karşılarında Türkiyeli bir hoca, tek kelime Türkçe konuşmadan derse başlıyor. Kendimi tanıttım, derste asla Türkçe konuşmayacağımı, onlara da Türkçe konuşturmayacağımı söyledim. Gereksiz olduğunu bilsem de ikide bir “Susun lütfen” diye bağırdım ve yüzüklü parmağımla tahtayı tıklattım. Fırsat buldukça da dersimi anlattım –Sayı kümeleri-. Bu öğrenciler halen yaz tatili havasındalar ve okul resmi olarak başlamadığı için tavırlarında birazcık sallapatilik var. Herhalde dönem başlayınca durum biraz daha farklı olur. Bir sonraki ders için ufak bir oyun-etkinlik yapmayı düşünüyorum. Belki oyun olunca, İngilizce konuşulan ortamın baskısından uzaklaşırlar, daha rahat olurlar.

 İlk dersimde tek bir ciddi sorun yaşadım diyebilirim. Dersin süresi sadece 40 dakikaydı.  Son altı yıldır dersler benim için 80-85 dakika olduğu için, daha doğru dürüst konuya bile girmeden dersin süresi bitti. Ben de onların teneffüs sürelerini çaldım. Sanırım bu da bir alışma süreci gerektiriyor benim için. Sonuç olarak, ilk ders iyiydi, hoştu. Öğrenciler hem akıllılar hem de meraklılar. Başta biraz direttiler Türkçe konusunda ama sonunda beni bükemeyeceklerini anlayınca vaz geçtiler ısrarlarından. Dersten sonra üç öğrenci koridorda beni gördü ve “Hocam, dersiniz çok güzeldi. Gerçekten eğlendik. Bir sonrakini sabırsızlıkla bekliyoruz.” gibisinden laflar etti. Teşekkür ettim ve yoluma devam ettim ama içimden ne kadar sevindiğimi herhalde kimseye tarif edemem. Biraz klişe olacak ama doğru olduğu için yazayım: Bir öğretmen için en büyük başarı öğrencilerinin başarılı olmasıdır. Öğrencinin başarılı olmasının anahtarı da dersi, öğretmeni, okulu sevmesiyle başlar.

 Yukarıda “saygı” sözcüğü geçti ama sanırım öğrencilerin saygının ne olduğunu bilmemesi ifadesini açmam gerekecek. Bir öğrenci için –özellikle lise ve alt düzeyler- saygı görsel bir şovdan ibarettir. Öğretmen sınıfa girince ayağa kalkmak, öğretmen bir şey rica edince hemen koşup yardımcı olmaya kalkışmak, öğretmene yemek sırasında öncelik vermek ve benzeri. Oysa nereden bakarsanız bakın öğretmen için de öğrenci için de bu “törensel hareketler”in çoğu alışkanlık haline gelmiş davranışlardır. Oysa saygı dediğimiz olay farkındalık gerektirir. A kişisi B kişisine, B kişisi saygıyı hak ettiği için saygı duyar, B kişisine saygı duyulması birileri tarafından empoze edildiği için değil. Ayrıca saygı ya karşılıklı olarak vardır ya da karşılıklı olarak yoktur. Ben Tayland’dayken, sınıfa girdiğimde ayağa kalkan öğrencilere “lokantada size yemek servisi yapan garson geldiğinde ayağa kalkıyor musunuz?” diye sorardım. Yanıtı “hayır” olarak alınca, “İşte ben de o garsondan farksızım. Size bilgi servisi vermeye geldim.” derdim. Bir insanın başka bir insan için ayağa kalkmasına karşı değilim. Mesela bir odada oturuyorsunuz ve içeriye tanımadığınız birisi tanışmak amacıyla giriyor. Siz mal mal yerinizde oturup, oturduğunuz yerden el sıkışıyorsanız biraz kabalık etmiş olursunuz. İnsanların birbirlerine insan oldukları için saygı duymalarına bir lafım yok ama meslekteki rütbe farklarından doğan saygı kültürüne çok sıcak bakmıyorum.  Yukarıda da dediğim gibi insan kazanmalı saygıyı, gökten paketlenmiş halde inmiş olan saygı kültürü görsel bir şölenden farksızdır ve en çok diplomatlara, politikacılara, o saygıdan kazanç sağlayacak bilumum insanlara yakışır. Öğrenciler öğretmenlerine ancak ve ancak öğretmenlerini tanıyıp, sevdikten sonra saygı duymalıdırlar. Ayrıca bu saygıyı her ders başlangıcında ayağa kalkarak değil de dersi anlamaya çalışarak, derse ilgi göstererek, derste başarılı olmaya çalışarak, gerektiği yerde arkadaşlarına yardımcı olmaya çalışarak göstermelidirler. Öyle ki bu durumda öğretmen de öğrencisine saygı duyacaktır ve nihayetinde gerçek anlamda –karşılığını bulan- saygı tesis edilmiş olacaktır.

Yazdıkça aklıma yeni şeyler geliyor. Saygı kavramının içinin doldurulup, hak ettiği içeriğe kavuşması önemli ama bir de zaman kavramı var beni rahatsız eden. Bu biraz kişisel bir şey ama ben geç kalmayı ve geç kalanları sevmem. Derse geç başlamayı ise hiç sevmem. Yalnız yeni okulumda sınıflarda ve öğretmen odalarında saat yok. Bu beni rahatsız ediyor. Özellikle sınıfta olmaması referans almanıza engel oluyor. Referans derken anayasa gibi bir dayanak noktasından bahsediyorum. Nasıl ki anayasa bir ülkenin vatandaşlarının temel hak ve hürriyetlerini garanti altına alır, onların diğer yasalar –ceza hukuku, miras hukuku, evlilik hukuku vb- karşısında mağdur olmamaları için başvuru kaynağı olur; sınıfa konan ya da öğretmenin yanında getireceği dev bir saat de aynı işlevsellikle sınıfa düzen getirebilir.  Hem öğrencilerin derse başlama saatinde sınıfta olmaları açısından hem de öğretmenin ders bitimi saatinde sınıftan çıkması açısından işe yarayabilir. Büyük bir olasılıkla bir sonraki dersime koltuğumun altında, büyük bir duvar saatiyle gideceğim.  Ancak bu şekilde öğrencileri zaman konusunda bilinçlendirebileceğimi düşünüyorum. Tayland’da işe yaramıştı bu yöntem. Saat düşüp, kırılınca da öyküsünü yazmış ve yazarlık serüvenine başlamıştım. Bakalım burada öğrencilerin tepkisi nasıl olacak.

Son bir noktaya da kısaca değinip, bitireyim. Öğrenciler öğretmenlerini nasıl çağırmalılar? Ben derste “My name is Ali and you can call me Ali.” dedim. Gülüştüler tabii. Kimisi “cool yaaa” gibisinden yayıldı, kimisi de “ahbap gibi mi yani hocam?” diye sordu. Vietnam’dayken öğrenciler bana Ali ya da Mr Ali derlerdi. Ben her ne kadar basit bir “Ali”yi tercih etsem de sanırım bu okul yönetimince pek hoş karşılanmayacaktır. Bana bir şey olmaz tabii ama başka bir öğretmen benim öğrencilerimin beni adımla çağırdığını  duyarsa öğrencileri azarlayabilir. Bu yüzden ikinci dersimde yaptığım yanlışı düzeltip, öğrencilerin bana “Mr Ali” ya da “Mr Arıcan” demelerini isteyeceğim. Belki de ders içi ve ders dışı ayrımı yaparız. Derste bana adımla hitap edebilirler –derste başka bir öğretmen/müfettiş olmadığı sürece- ama koridorlarda, yemekhanede bana “Mr Ali” falan derler.

Dün akşam ilk dersime girdiğim gibi hayatımın ilk yemekli boğaz gezisine de çıktım. Okul tüm öğretmenlerine güzel bir teknede, boğaz turu eşliğinde akşam yemeği verdi. Öğretmenlerin kaynaşması açısından güzeldi. Bu sayede birkaç yeni öğretmenin adını daha öğrendim. Malum, adlar konusunda çok kötüyüm. Neredeyse iki haftadır aynı ofiste çalıştığımız arkadaşların adlarını bile halen tam olarak bilmiyorum. Bazılarıyla uzun muhabbetler çeviriyorum, öğlen yemeği sırasında kahkahalar eşliğinde konuşuyoruz ama yine de adlarını sormak nedense aklıma gelmiyor. Zaten adlarını söyleseler de ben addaki vurguya dikkat etmediğim için çok kısa bir süre sonra aklımda çıkıyor. Örneğin “Osman”, “Ömer”, “Mehmet”, “Serdar”  gibi adlar aklımda kalabiliyorlar (Arapça ya d Farsça kökenlerinden dolayı). Bunun yanında “Melisa”, “Nilsu”, “Kibar” gibi adlar da kalıyor (İlginç olmalarından dolayı). Yalnız “Gülsu”, “Gülben” ya da “İlkgül”, “Songül” gibi adlar kesinlikle aklımda yer etmiyorlar. Sanırım bu adların en büyük sorunu kendilerine benzeyen başka adların olması ve iki kelimeden oluşmaları. Bazen okulda birisini çağıracak oluyorum ama adını bilmediğim için işi erteliyorum. Keşke herkes adlarını üzerlerine yazıp gezinse iş ortamında! Ya da bakınca insanların adlarını gösteren ultraviole gözlüklerimiz olsa…

Bugünkü yazı da eften püften bir yazı oldu. Saat 8’e geliyor. Yine yazamadım 10. madde ve sonrasını. Sorun değil, üst sınırımız yok ne de olsa. Bir de 9. maddeye eklemeler yapacağım daha.

Not: Bu arada evle okul arasındaki en kısa yolu buldum dün. Kapıdan kapıya süre 18 dakikaya kadar iniyor. Sanırım artık yeni yollar denemeyi bırakıp, 18 dakika üzerinden veri toplamaya başlayabilirim. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder