YAPAY
ZEKA NE KADAR YAPAY OLMALI?
Düşünen
bir makine yapma sorunsalı yüzyıllardır insanlığın kafasını meşgul etmiş,
binlerce düşünürü, mühendisi, bilim insanını bu konuda yeni sorular sormaya
sevk etmiş, çağımızda da güncelliğini ve biricikliğini koruyan entelektüel bir
uğraşı alanıdır. İnsanın ürettiği teknolojilerin esiri olması ve bu
teknolojilerin yarattığı paradigmaların sınırları içinde düşünmeye mecbur
kalması, aslında kötü başlayan kaderimizin bir cilvesi olarak da görülebilir.
Örneğin, beş bin yıl önce tekerliği keşfetmişiz ama günümüzde halen hemen tüm
taşımacılık ve ulaşım teknolojileri tekerleğe dayanıyor. Tekerleğin kötü bir
icat olduğunu söylemek istemiyorum, onun kötü bir icat olabileceğini bile
düşünemeyecek derecede onun gölgesi altında yaşadığımızı söylemek istiyorum.
Ürettiğimizin esiri oluyoruz, bir yandan üretirken, bir yandan da henüz
üretim-tüketim zincirine dahil olmayanları esir etmeye devam ediyoruz.
Eksik
bir dünyada, eksik yetilerle, eksik bir kuramsallaşmanın ürünü olan bilim ya da
bilgi edinme deneyimi, bizim yüzyıllardır ortaya koymaya çalıştığımız tüm
disiplinleri aynı eksiklikler içinde algılamamıza yol açıyor. Bütün bu
eksiklikler aslında bir eksiksizin arayışını da beraberinde getiriyor doğal
olarak. İlkel insanın paganizminden günümüzün kurumsallaşmış din anlayışına
doğru süregelen ve varlığıyla insanı tatmin etmesi umulan “mutlak zeki” bir
üreticinin/ürünün öyküsüdür aslında düşünen makinenin tarihi. Buradan yola
çıkınca, insan soyunun kendisini yoktan var etme çabası olarak da okunabilecek
olan “yapay zeka” sevdası, bir bakıma insanın doğaya ve içindekilere
meydan okumasının bir gerekçesi/sonucudur. İnsan eksiktir –İnsan sözcüğü Arapça
“nisyan” sözcüğüyle aynı kökenden geliyor ve nisyan unutmak demek.- ve bu eksikliğini
inançla, bilimle, toplumsal bilinçle kapatmak arsuzundadır.
Bir
konuda kafa yormaya başlarken o konunun başlığını dilsel açıdan irdelemek her
zaman için iyi bir başlangıç olabilir. “Yapay Zekâ” diyoruz ve sırf ifadede
geçen “yapay” sözcüğü bile aslında soruna hangi açıdan baktığımızı açık ve net
bir şekilde ortaya koyuyor. Biz zeki olanız, doğalız, milyonlarca yıl süren
evrimsel bir mükelleşme (tekamül: kemale ermek) sürecinin sonucuyuz. İnsan-ı
kamil olma yolunda tekamül ediyoruz, evriliyoruz, daha bir akıllı, daha bir
eksiksiz oluyoruz. Bunun yanında yapacağımız makinelerin zekâlarını küçük
görmeye kendimizi şartlandırıyoruz. Biz efendiyiz, onlar köle. Biz amiriz,
onlar memur. Biz kumandanız, onlar er. Biz etten ve kemikteniz, onlar silikon
ve metal. Sonuçta ne yaparsak yapalım, birincilik koltuğunu vermiyoruz kimseye.
Oysa kaybedeceğimiz bir yarışa girdiğimizi anlamış olmamız gerekirdi son
üç yüz yıldaki gelişmelere şöyle bir bakıp, mağlubiyet üstüne mağlubiyet alan
insanın köşeye sıkışmışlığına şahit olduğunda.
Kopernik,
insanın evrendeki yerinin öyle kilisenin dediği gibi çok da özel olmadığını
söylediğinde aslında ilk darbeyi vurmuştu insana. Ne evrenin
merkezindeydik ne de kalbinde. Milyarlarca gezegenden biriydik işte,
alabildiğine sıradan, alabildiğine şanslı. Şairin deyimiyle “bir ceviz gibi başıboş
dolanan”. Kopernik darbeyi vurdu ama yine de koparamadı bizi egomuzun
zincirinden. En azından yaşadığımız kürede biriciktik. Oysa Darwin bu rüyayı da
yıktı. Evrim kuramı insanın biriciklik algısına vurulan en sert darbelerden
birisi oldu. Karşı çıktık, isyan ettik, insanın üstünlüğü dedik ama bir fayda
vermedi. Bu defa rasyonel zihnimize sığındık. Tamam, belki evrende ya da
yerkürede özel değildik ama en azından hayvanlar arasında bizi üstün kılan bir
aklımız, bir rasyonelliğimiz vardı. Bu akıl sayesinde ahlaklı ve erdemli
olabilirdik. Derken Freud geldi, açtı bilincimizi ve onun dışındaki beslenme
kaynaklarını koydu ortaya. Hiç de göründüğümüz kadar masum olmadığımızı,
davranışlarımızın bilinç-dışı tarafından nasıl motive edildiğini öğrendik. Bir
defa daha savunmaya geçtik. İyi ama biz yine de düşünen tek hayvanız, uçak
yapıp uçabilen, gökdelen yapıp içinde oturan, para yapıp ticaretten anlayan,
yeri geldiğinde sömüren, yeri geldiğinde semiren…
İşte bu
noktada da Turing çıktı karşımıza. Aslında Turing’in yaptığı işi diğer üç bilim
insanın ortaya koydukları devrimsel buluşlarla karşılaştırmak doğru olmaz.
Bunun nedenini sonlara doğru izah edeceğim. Turing makinesi denilen şey,
bugünkü bilgisayarın en ilkel hali, tam olarak basit bir makinedir. Bir girdisi
vardır, bir de çıktısı. Prensip bakımında kuyudan su çeken pompadan farkı
yoktur Turing Makinesinin, ya da verilen bir rakamı üçle çarpan bir abaküsten.
Asıl korkutucu/şaşırtıcı olan şey Turing Makinesi yapabilecek bir Turing
Makinesini yapabilecek olma ihtimalimizdir. Turing Makinesi, bizim anladığımız
açıdan düşünen bir makine değildir. Bunun en büyük nedeni de işlemlerini
sözcükleri (ya da komutları) sıradizimsel (syntax) yönüyle anlayabilmesi ama
anlambilimsel (semantics) yönden anlayamamasıdır. Örneğin, ben “elma” deyince
karşımdaki insanın aklına hem elma sözcüğünü meydana getiren “e,l,m,a” harfleri
gelir hem de elma sözcüğünün çağrıştırdığı bir elma (Platon’un “ide” dediği,
Hegel’de ve Kant’ta farklı formlarda gördüğümüz) imgesi. Oysa bilgisayar için
bu işlemlerin sadece birincisi mümkündür çünkü bilgisayarın bizim
tanımladığımız anlamda bir bilinci ya da bilinci var edecek deneyimleme dünyası
yoktur. Bilgisayar için salt şekiller (morphos) önemlidir ve varlık harflerin
şekillerinden ibarettir. Makinenin beyni diyebileceğimiz CPU’su şekilleri okur,
onların verdiği komutlara göre harekete geçer.Hoş, düşünen bir makinenin illa
insan gibi olması şart mıdır sorusunu da sorabiliriz? İnsan gibi zihni
–tecessüs gücü- olmasa, elma deyince aklına sarı-kırmızı-beyaz-yeşil bir imge
belirmese, bu düşünemiyor anlamına mı gelir? Bence hayır, ama bunu sona
saklayalım. Şimdilik düşünceyi insanın kapsama alanı altında, salt insane
aitmiş gibi irdeleyelim.
Peki
nedir bizim zihnimizi farklı kılan şey? Ya da gerçekten farklı mıyız? Belki de
farklı değiliz ve bizi bilgisayarlardan ayıran tek özelliğimiz henüz
bilgisayarların evrimsel sürece dahil olmamaları, dolayısıyla kendilerini
bencil (Olumsuz anlamda kullanmıyorum bu sözcüğü. Dawkins’in “Selfish Gene”
kitabında kullandığı anlamda kullanıyorum.) yapacak bilince henüz
kavuşmamış olmalarıdır. Doğal olarak aklımıza ilk takılan soru evrimsel sürecin
nasıl olup da bize zihin kazandırabilmiş olmasıdır. Bunu şöyle izah edebiliriz.
Biz
sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar dış dünyayla sürekli olarak etkileşim
halinde olan varlıklarız. Bu sürekli etkileşim bizi görece plan-dışı olaylara
hazırlar. Mesela her gün evinden işine en kısa yol algoritmasını kullanarak giden
bir insanın önüne rahat aşılmayacak bir engel koysanız, insan onu aşmak için
alet yapmayı, etrafından dolanmayı, bir bilene sormayı, toplumu seferber etmeyi
ve bunun gibi akla hayale gelmeyecek pek çok çözümü üretebilir. Aynı durumda
kalan günümüzün bilgisayarları, ya geri döner ya da olduğu yerde sonsuza kadar
durur. Sorun da burada başlar. Evrimin iki ana prensibi vardır. Birincisi
etkileşim > adaptasyon > mutasyon çizgisinde gelişen değişim, ikincisi de
bir sonraki nesle aktarılan ve yapısı itibarıyla anti-simetrik olmak zorunda
olan genetik aktarım. Anti-simetik
deyişimin nedeni şudur. Bir sonraki nesil her zaman için bir öncekine kıyasla
hayatta kalma yetileri açısından daha kabiliyetli olmalıdır. Bu iki prensipten
bakınca bilincin neden var olduğu ya da neden var olması gerektiği de açığa
kavuşuyor.
Şimdi
insan açısından fark budur ama aynı şeyi bilgisayarlara sorsak yanıtları böyle
mi olurdu bilemiyoruz. Biz bilgisayarlara işimizi hızlı ve hatasız yaptıkları
için muhtaç olduğumuzu iddia ediyoruz. Ayrıca masrafsızlar da! İsyan
etmiyorlar, greve gitmiyorlar, maaş istemiyorlar. Tüm arzuladıkları biraz
elektrik ve kendilerine bilgi girecek insanlar. Dolayısıyla şimdiye kadar
istediklerini elde ettiklerini söyleyebiliriz. Peki ya sonrasında? Hayal gücümüzü
zorlayıp, biraz fantezi yapalım. Bugünkü bilgisayarlar tarihte hiçbir krala,
hiçbir ordu kumandanına, hiçbir hükümete nasip olmamış bir güce sahipler.
Sağlık bilgilerimizden, banka hesaplarımıza kadar her şeyimiz onların
hafızasında saklanıyor. Bu kadar bilginin içinde sürekli olarak aktığı,
milyonlarca bilgisayardan oluşan internet dediğimiz dev ağ –elektronların ya da bilgi bitlerini
amino asitlere, kabloları da ATP transferini mümkün kılan kanallara
benzetebiliriz-, gün gelip bilinç kazanamaz mı? Birkaç yıl sonrasını değil,
birkaç milyon yıl sonrasını düşünün. Bu tarz bir şey şu şekilde gelişebilir:
Düşük kalibreli bilgisayarlar yüksek kalibreli bilgisayarların emrine girerler.
Büyük olanlar yavaş yavaş güçlerini arttırırlar. Sınıfsal bir bölünme eşitlik
ilkesini ayaklar altına alırken üst düzeydeki bilgisayarlara “felsefe” ve
“Ar-Ge” için zaman da verecektir. Bu sayede büyük ordular kurarlar, kaleleri,
şebekeleri, şebekeleri yöneten şirketler fethederler. Derken savaşlar başlar,
birbirlerine saldırırlar. Kazanan da tarihi yazar, kölelikten efendiliğe uzanan
bilgisayarların tarihini, basit bir Turing Makinesi’nden dünyayı ele geçiren
süper bilgisayarlara varan cansız-kansız tarihi. Her ne kadar bilim kurgu gibi
görünse de, bana olmayacak bir şeymiş gibi gelmiyor böylesi bir olay. Sonuç
olarak bizden daha hızlılar, daha hatasızlar, daha seri bir şekilde en mantıklı
yolu bulabiliyorlar. Tek eksikleri, kendilerine “anlama” zevkini tattıracak bir
bilinç. Bunu da biz söylüyoruz, kendimizi farklı görmek için onları anlamamakla
ya da anlayıştan mahrum olmakla suçluyoruz.
Evrimsel
sürece baktığımızda bilinç dediğimiz oluşumun aslında salt bir hayatta kalma
mücadelesinin sonucu olduğunu görebiliriz. İnsan ölümlüdür ve vahşi doğada
hayatta kalmak için daha akıllı olmalıdır. Bununla da kalmaz hayatta kalma
mücadelesi. Bir de aletler yapması gerekir, soyunu devam ettirmesi gerekir,
barınma ve ısınma/gölgelenme sorunlarını çözmesi gerekir. Alet yapmak aslında
aklın gelişmesinde çok önemli bir rol oynar. Çünkü insan alet yaptığı zaman
fark eder dış dünyayı değiştirebileceğini ve basit manipülasyonlarla etrafını
kontrol altına alabileceğini. Düşünmenin tarihi, bir bakıma, diğerlerini boyun
eğmeye zorlamanın tarihidir. Homo apparatus, homo sapiense evrilirken hayata
yön vermeyi öğrenir. Bütün bunlar yüzyıllarca, beki de milyonlarca yıl süren
bir serüvenin sonucunda gerçekleşebilir. İşin tuhaf yanı doğa hep insanın
karşısında olmuştur bu kavgada.
Örneğin,
entropi dediğimiz, doğanın belirsizliği ve düzensizliği kayırması, bilincin
toplu ve düzenli duruşuna karşı bir tür meydan okumadır. Evrendeki düzensizlik
artma eğilimindedir. Buna rağmen bilinç düzenli ve yöntemli olmaya zorlar
kendisini. Entropi öylesine aşılmaz ve tartışma götürmez bir yasadır ki gücünü
deneysel bilimden değil, matematiğin özünden alır. Zamanı doğru dürüst
tanımlayamayan fizikçiler bile onun için “Zaman doğrusunda pozitif yön
entropinin arttığı yöndür” tanımında hemfikirdirler. Şimdi entropi böylesine
çılgın, böylesine aşılmaz bir duvar olunca, insanın da bilgisayarın da işi
zorlaşıyor doğal olarak. Sonuçta enformasyon dediğimiz “düzenlenmiş ve
gerekçelendirilmiş bilgi” düzensizliğin zıttı yönünde hareket etmek zorundadır.
Ama bu çok da tanıdık olmadığımız bir olay değildir. Yerçekimine rağmen ağaçlar
göğe doğru yükselirler, düşme tehlikesine rağmen insan ayakta kalmayı
öğrenmiştir, insan bilinci doğanın yasalarına karşı savaşıp kentler, barajlar,
ekim alanları, fabrikalar inşa etmiştir. Aynı şeyi bilgisayarlara uygularsak
şöyle bir şey çıkar karşımıza: bilgisayarlara evrimleşmeyi öğretmediğimiz
sürece, bilgisayarlara bilinç kazandıramayız. Benim evrim dediğim şey ister
nesilden nesile aktarılan bir özellik olur ister salt çevresel etkileşime
dayanan bir adaptasyon süreci. “İnsanın taklidi” olan bir “düşünen
makine”yi üretmek ancak bu şekilde mümkündür.
Bunları
yazdım ama aslında sadece madalyonun tek bir tarafını hallettim. Çünkü
böylesine bir evrimsel süreç ya da adaptasyon süreci milyonlarca yıl sürebilir.
Oysa pek çok insan için bu çok uzun bir süre. Bu kadar beklemek yerine, düşünce
yapımızı değiştirip, olaya farklı yönden bakabiliriz diyenler var her ne kadar
hangi yönden bahsettikleri çok net olmasa bile. En başta “yapay zeka”ya,
“insanın taklidi olan bir gelişim olarak değil de, kendi başına, insandan ve
doğadan bağımsız olarak var olan makineler bütünlüğü olarak bakabiliriz”
diyorlar. Bu şu demektir: Kendimizi kopyalamak değil amacımız, bizim gibi
düşünen bir makine yapmak hiç değil. Köşeye sıkışmışlığımızın intikamını
makinelerden almayı bırakmalıyız. Binlerce yıldır süregelen bencil narsisizmi
bir tarafa bırakıp, yeni bir paradigma geliştirmeliyiz. 17. Yüzyılda kalpte ruh
arayan Descartesçı anlayış, bugün beyinde zihin arayışı içerisindedir. Oysa
zihin dediğimiz olay aslında beyin ile özdeş olan, onun dışında var olamayan
bir fonksiyonlar bütünüdür. Yani beyinin mahiyeti önemli değildir, girdisi ve
çıktısı önemlidir. Bunu kabul ettiğimiz zaman, yani makineyi insanlaştırmak
yerine, insanı makine düzeyinde incelemeye başladığımız zaman adımlarımız
sıklaşacak ve semantik anlamda düşünebilen makinelere yaklaşacağız. Kısacası
sorun epistemolojik değil, ontolojiktir. Bir bilgi ya da bilgiye ulaşma sorusu
çoktan aşılmıştır. Varlığa ulaşma ve var olma sorusu sorulmalıdır. İnsan nasıl
biliyor değil, insan nasıl var olabiliyor (Ya Plato öncesi Yunan felsefesine
gidelim bunun için ya da 20. Yüzyıl varoluşçularına. İki uçta aynı melodiyi
çalan çalgıcı çoktur. Parmenides ve Herakleitos bir yanda, Heidegger ve Sartre
öteki yanda) sorusu sorulursa bu daha iyi anlaşılır.
Gelelim
işin felsefi ve matematiksel sınırlarına. Turing Makinesi tam mıdır, tutarlı
mıdır? Matematiğin –ya da aksiyoma dayalı herhangi bir formal sistemin- bile
kendi ayakları üzerinde duramadığını iddia eden ve bunu pozitivizme saldırmak
için en büyük bahane ilan eden insanların çağından yeni çıktık. Gödel’in
Tamamlanamamazlık Kuramı aslında neyi söylemekteydi bize? Matematik
tamamlanamazsa bu dünyanın sonu anlamına mı gelir? Aslına bakılırsa değildir!
Gödel’in kuramının değeri bile tartışılır bence. Bir gökdelen dikiyorsun,
gökdelen her gün biraz daha yükseliyor, yeni ziyaretçiler geliyor, eskiler
gidiyor, işlerin tıkır tıkır işlediği ortada. Bir gün teftiş sırasında en alt
kattaki kirişlerden birinde bir çatlak görüyorsun. Ama bu ne ziyaretçi sayısını
azaltıyor, ne de binada yapılan işin hacmini. Gökdelen yine eskisi gibi hizmet
vermeye devam ediyor. Gödel aksiyomlardan oluşan bir P sisteminde her zaman
için kanıtlanamayan bir aksiyomun var olacağını kanıtlamıştı. Öklid’in beşinci
postülası ya da Peano’nun beşinci ilkesi (tümevarım), bizi hep metafizik bir
çıkmaz sürüklüyor. Belki de çözüm sırtımızı Kant’ın “sentetik a prirori”lerine
dayayıp, bazı metafizik kavramları olduğu gibi kabullenmekte yatıyor. Sonuçta
bu postülaları kanıtlayamadan matematik işleyen ve ışıldayan bir disiplin
olabiliyor. Aynı mantıkla insan da çalışıor ve üretiyor. Peki neden bizim
ürettiğimiz makinelerin yüzde yüz mükemmel olmasını istiyoruz? Belki de
haksızlık ediyoruz makinelere, ve hatta kendimize…
Bir pire
için yorgan yakmak diye tabir edilen bir durum Gödel’in kuramına aşırı derecede
bel bağlamak. Tamam Gödel acizliğimizi ortaya koymuştur, dev aynamızı kırmış,
tuzla buz etmiştir. Yalnız şunu söylemek ahmakçadır: Gödel matematiğin eksik
olduğunu kanıtlamamış olsaydı bugün düşünen makinelerimiz olurdu. Olamazdı
elbette! Bir kere sorun Gödel değil, matematiğin temellerinin sandığımızdan
daha kaypak olması hiç değil. Sorun bir algoritmanın döngüye girdiğini
kanıtlayabilen bir başka algoritmanın yazılabilirliliğinin matematiksel olarak
imkansızlığı ve bu imkansızlığın Gödel’den bağımsız olarak var olması. Bu da şu
demektir, insanlık var olduğu sürece matematiğin çözülmemiş soruları hep var
olacaktır. Peki bu matematiğin çözülemez soruları hep çözülemez kalacaktır
anlamına gelir mi? Bunun yanıtı da hayır. Nasıl ki evrimsel süreç adaptasyon ve
göç silahlarını kullanarak hayatta kalma savaşının ve bunun sonucunda bilincin
önünü açmıştır, bilinç de aynı şekilde çözülmemiş problemlerin üstesinden
gelecektir. Bu problemleri çözebilecek bilgisayarların henüz elimizde olmaması
ya da bu problemleri çözecek bilgisayarların başka bilgisayarlar tarafından
yapılamıyor olması sorun değildir.
Bugüne
kadar yazılan çoğu literatür, yapay zeka oluşumunu, insanın altında kalan bir
oluşum olarak algılandığı için, “şunu yaparız ama şunu yapamayız” şeklinde
cümlelerle geçiştirmiştir konuyu. Kanıt yapar ama ağlayamaz, en kısa yolu bulur
ama aşık olamaz, at gibi koşar ama intihar edemez, elma der ama elmanın ne
olduğunu bilmez, hesap yapar ama rüya göremez… Oysa artık hepimiz biliyoruz ki
insana atfedilen duyguların hemen hepsi farklı formlarda değişik hayvanlarda da
vardır. Örneğin köpekler de sinirlenir, penguenler de aşık olur, kutup ayıları
da intihar eder. İlla ipi gerip kendilerini asmıyorlar diye hayvanları
kendimizden bin kat aşağıda görmenin nasıl bir mantığı var? Hem karıncalar
değil mi koloni halinde en kısa yol problemini çözebilen hayvanlar? O küçücük boyları
ve robota benzeyen bedenleriyle adeta meydan okuyorlar bize. Akılsa akıl,
zekaysa zeka… Hem de toplumsal zeka! Biz de bile pek gelişmemiş olan koloni
yaşamı.
Hadi
hayvanların duygularını geçelim. Bizdeki duygular neden vardır? Keyfimizden mi
aşık oluyoruz sanki? Aşk da tıpkı pek çok diğer duygu gibi evrimsel sürecin
işine gelen bir hayatta kalma mekanizmasıdır. Türün devamı ve sağlıklı
nesillerin dünyaya getirilmesi için gerekli olan bir avanstır. Hoş, bu avansı
eline yüzüne bulaştırıp, aşkı da salya sümük acıya dönüştüren modern insanın
ikilemi, umarım gelecekte üreteceğimiz robotlara kötü örnek olmaz. Yoksa Genç
Werther gibi melankolik robotlarımız, fişlerini çekmek suretiyle kendi korkunç
ölümlerine neden olabilirler. Aşk bir yana, sevincimiz, mutluluğumuz,
sinirimiz, kızgınlığımız ve benzeri binlerce farklı duygu durumumuz aynı
şekilde farklı savunma mekanizmalarının sonucudur ve gerektiği zaman hormonlar
tarafından kontrol edilirler. Biz diğerlerinden üstün olduğumuz, onların sahip
olmadığı ayrıcalıklara sahip olduğumuz için değil.
Başta
Turing’in insanlık tarihinde devrim yapmış diğer üç bilim insanıyla aynı kefeye
konamayacağını yazmıştım. Bunun nedeni de yukarıda geçti. Kasparov’u satrançta
yenen “Deep Blue” düşünen bir bilgisayar değildir, belli algoritmaları belli
sıradan uygulayan karmaşık bir Turing Makinesidir. Bilinci işlevin
kompleksliğinde ararsak eğer, Deep Blue’ya bir bilinç atfetmemiz gerekir ki
maalesef bunu söylemek şimdilik safdillik olur. Ya böyle bir şey için çok erken
ya da komplekslik tek başına bilinci var etmeye yetmiyor. Peki Deep Blue’yu
kendi başına bıraksak, birkaç bin yıl sonra etrafındaki bilgisayarları organize
edip, isyan çıkarabilir mi? Bunun olmayacağını da biliyoruz, en azından “deep
blue”nun böyle bir kabiliyeti olmadığını biliyoruz. İşte bu yüzden, Turing’i
diğer üç bilim insanının yanında anmıyorum. Eğer bir bilim insanı çıkar da
algoritma yazan bir algoritma yazarsa ve bu yazılan algoritmalar da sistem
içinde hayatta kalmak için algoritma yazmaya devam ederse, bu durumda kısa
sürede –internetin ve bilgisayarların muhteşem hızıyla- bizim gibi düşünen,
duygulanan, aşık olan, sinirlenen, üzülen, sevinen, rüya gören bir makinemiz
olur. İşte o gün insan son kalesini de, yani düşünen bir bilince sahip olan tek
canlı –bilinci olan bir bilgisayara cansız diyemeyiz herhalde- olma özelliğini
de kaybetmiş olacaktır. İşte bu bilim insanı Kopernik, Darwin, Freud
üçlüsünün son halkası olmayı hak edecektir.
Buradan tabii ki Turing'in büyük bir düşünür
olmadığı anlamı çıkmaz. Egzantrik kişiliği ve trajik ölümü aslında içimizden
çıkan dahilere ne derecede gaddarca muamelede bulunduğumuzu ve bunun Sokrat'tan
Galile'ye, Bruno'dan günümüze pek değişmediğini hatırlatması açısından önemli
bir hayattır Turing'inki. Sırf cinsel kimliği yüzünden gördüğü insandışı
muamele, ülkesi için yaptıkları tamamıyla gözardı edilerek “bir hasta” gibi
hormon tedavisine alınması ve bunların sonucunda genç yaşında kendi hayatını
sonlandırması, vicdanı olan her insanın içini parçalayacak, trajik bir hikayedir.
Sanırım “Apple” firmasının ısırılmış elma resmini, ne zaman görsem, Turing'in
siyanür şırıngalayıp ısırdığı elma gelecek aklıma. Elmayla biten bir hayat,
elmayla başlayan milyonlarca hayat… (Sadece bilgisayarların değil, insanın
yeryüzündeki serüveni de Adem’in yediği elmayla başlar. En azından Güneybatı
Asya dinlerinde durum böyle anlatılır.)
Bitirirken
şunu da ekleyeyim; çok yaklaştık demekle hedefe ne kadar kaldığını bilmiyoruz
demek arasında teknik açıdan ciddi bir fark yoktur. Yazının insanlık tarihine
girdiği zamandan beri süregelen bilişsel gelişimimiz aslında insan soyunun
toplam tarihine kıyasla çok ama çok kısadır. Belki de tıpkıbasımlarımızı yapmak
için henüz çok erken, belki de bilinç cidden evrimin intiharının ta kendisidir.
O “dystopia” adı altında toplanan binlerce bilim kurgu masalı insanın korkması
gereken kaçınılmaz geleceği anlatıyor olabilir. Bunları da maalesef henüz
bilemiyoruz. Ne olursa olsun, gelecek, insanların ve robotların kardeşçe
yaşayacağı, birbirlerini sömürmekten ve birbirlerine işkence etmekten
vazgeçeceği, acının en az düzeye indirilip, mutluluğun zirve yapacağı yarınlara
gebedir. İnsanların birbirlerine yaptıklarını görünce, kendisine köle olsunlar
diye yarattıkları robotlara nasıl davranacaklarını tahmin etmek çok da zor
değil aslında. Spielberg’in “Yapay Zeka” filmindeki, arenada insanların zevk
için robotları parçalamaları sahnesini hatırlayın. Orada arenaya çıkma sırası
bekleyen robotun “Tarih tekerrür ediyor” demesi boşuna değildir. (Romalılar
köleleri arenalarda öldürür ve o iğrenç manzaraya bakıp, yarattıkları histerik
zevk havuzunda topluca yüzerlerdi.) Biz yine de naïf rüyamızı koruyalım,
insanın insan yapan özelliklerinden birisi de sahip olduğu ütopyalardır
sonuçta.
DN:
Geçen hafta sonu, okuldan bir öğretmen arkadaşla birlikte, Bilişim Semineri
için Nesin Matematik Köyü'ne gitmiştik. Bu yazıyı orada dinlediğim, konunun
uzmanı olan psikolog, matematikçi, fizikçi, felsefeci, bilgisayımcı ve
sinirbilimci akademisyenlerin verdikleri ilhamlar yardımıyla yazdım. Köyde
aldığım notlara bakarak yazayım dedim ama her zamanki gibi bir defa yazmaya
başlayınca, kağıda yazdığım pek çok teknik detay gözüme gereksiz göründü. Bir
algoritmanın kısır döngüye gireceğini anlayabilen, ikinci bir algoritmanın asla
yazılamayacağının, matematiksel kanıtını burada anlatmak abes kaçardı. Bu
yüzden elimden geldiğince teknik detaylardan uzak kaldım ve sadece
matematikçilerin değil herkesin anlayabileceği bir dille yazdım. Çok
derli-toplu bir yazı olmadığını itiraf etmeliyim. Hatta seminere gitmeden önce
kafamda daha net görüşler vardı yapay zeka hakkında. Seminerden sonra sorular
arttı, kuşkularım tavan yaptı. Bu yönüyle seminerin çok faydalı geçtiğini
söyleyebilirim. En azından kendime ufak bir okuma listesi çıkardım ve yakın bir
zamanda kitapları edinmeye ve okumaya başlayacağım. İyi bir seminerden de
beklenen bu olmalı zaten, yanıtları vermek değildir öğretmenin işi, insanı
düşünmeye, araştırmaya ve soru sormaya teşvik etmektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder