Bu Blogda Ara

16 Eylül 2012

Şehitlik Kavramı


Geçen hafta Afyonkarahisar’da hayatını kaybeden yirmi beş vatan evladının haberiyle sarsıldık. Neden öldüklerini az çok biliyoruz artık. Toplumun her kesimine yayılmış vurdumduymazlığın, adamsendeciliğin, cehaletin ve bunun sonucunda ayyuka çıkan ne’idüğü belirsiz bir özgüvenin kurbanıdır bu yirmi beş er. Belki üç-beş liraya alınabileceği halde ihmal edilip alınmayan bir aracın, belki de kurallara bir kereliğine karşı gelirsek ne olur tembelliğinin ürünüdür cayır cayır önce tepeleri yakan, ardından da anaların ocağını kavuran o ateşin kaynağı.

Türkiye’ye döndüğümden beri defalarca şahit oldum bu soruna, hatta yazdım da bu konuda birkaç defa, biraz sinirden biraz hayal kırıklığından. Bu ülkede hiçbir şeyi hem zamanında hem de tam olarak yapmak mümkün değil. Zamanında yapılmışsa eksik yapılmıştır, tam yapılmışsa zaten gecikmiş olduğunun farkına varmışsınızdır. Perdecisinden mühendisine, sucusundan beyaz eşya satıcısına kadar hemen her iş sahibi bu savsaklama huyundan nasibini almış durumda. İş böyle olduğu halde ülkede herkes uzman, herkes her şey hakkında bilgili, herkes her şeyi tamir edebilir, hiç yoktan var da edebilir, var olanı yok da edebilir.

Birkaç hafta önce de Uludere’ye giden bir askeri araç devrilmiş, içindeki on er hayatını yitirmişti. Aracın niye yoldan çıktığını, neden böylesi bir faciaya sebebiyet verdiğini anlamak yerine basınımız yaralı askerlere yardıma koşan Uludere’li köylüleri haber konusu yapmıştı. İnsanın ve insanca yaşamın hakim olduğu her yerde olabilecek bu tarz bir yardıma basınımız olağanüstü değer biçti ve nedense bunu tuhaf bir şeymiş gibi yansıttı. Sanki Kürt köylüler insan değildi de onlardan böylesine bir yardımseverlik görmek üzerinde saatlerce konuşulacak derin bir konuydu. Oysa böylesi bir kazada –aslında her kazada- sorulması gereken ilk soru kazanın kaynağını bulmaya yönelik olmalıdır. Bunun önemli olmasının nedeni de aynı kazayı tekrar yaşamama arzusudur. Kazaya sebebiyet veren ihmali yapan kişiyi de cezalandırmak yine aynı tekrarın önüne geçmek için kaçınılmaz -acı ama gerçek- bir yöntemdir. Kuralları hiçe sayıp, insanların güvenliğini ateşe atan bir yönetici, bir kumandan, bir işveren eğer kazadan sonra elini kolunu sallayarak geziyorsa, bu aymazlıkların arkasının kesileceğine dair umutlara da pek yer yoktur toplumun vicdanında.  

Ulududere'deki kazadan sonra bilmem soruldu mu şu sorular: Şoför yorgun ve uykusuz muydu? Şoför gerçekten doğunun sarp ve dönemeçli yollarında araba kullanma konusunda ehliyetli miydi? Arabanın bakımı yapılmış mıydı? Araba bu yollarda kullanılmak için uygun muydu? Yollar araba için uygun muydu? Yollarda bir yapım hatası ya da bir sinyalizasyon hatası var mıydı?  Eğer bu sorulara yanıt bulmazsak, kazalara da son veremeyiz. On er hayatını yitirir, arkalarında gözü yaşı eşler, nişanlılar, analar babalar bırakırlar ama o erleri bağrına alıp korumakla yükümlü olan kurumda bir değişiklik olmaz. Halka da içi kof hale getirilmiş kelimelerle avunmak kalır.

Evet, kavramları olur olmaz yerlerde kullandıkça onların içlerini boşaltırız. "Demokrasi" kelimesi nasıl seçimlere indirgenmiş, "hayat kadını" kelimesi nasıl toplumumuzdaki sefaleti görmezlikten gelmek için icad edilmişse, maalesef "şehitlik" kelimesi de bir takım politik ya da yönetimsel hataların üzerini örtmek için kullanılır hale gelmiştir.  Kelimelerin içini boşaltma işlemi eğer gücü elinde bulunduranların işine yarıyorsa daha bir laçkalaşır, şımarıklaşır, tepeden inerken hızla büyüyen kartopu gibi toplumun içine eder. Ağızlara sakız olur, her derde derman olur, kel başa şimşir tarak olur, ölür badem gözlü olur, kalır kahraman olur… 

Dinsel açıdan görev sırasında hayatını yitiren bir polis/asker şehit sayılıyor olabilir. İster bu görev güle oynaya bomba istiflemek olsun, isterse şarkı söyleyerek araba sürmek. Bu o dine inananların, kaybettikleri yakınları için iyi şeyler hissetmelerine neden olabilir. Peki mantıklı olarak düşününce, dağda bayırda vatan toprağı için savaşırken vurulup, azıcık dikkatle kolaylıkla önlenebilecek bir kazanın kurbanları aynı sözcüğün kapsama alanında anılmayı hak ediyor mu? Peki bu adlandırma, yani her ölene şehit demek aslında ölümleri şirin göstermek isteyen bir güruhun ekmeğine yağ sürmekten başka bir işe yarıyor mu? Birinci durumda katiller vatan toprağına göz diken düşman askerleridir. Çanakkale'de yedi düvelle savaşıp, boğazı düşmanlara dar eden mehmetçik bu kategoride anılır. Diğer durumda ise katiller içimizdeki gereksiz özgüvendir, kuralları çiğnemeyi kahramanlık sayan şarlatanlardır. Açıkça söylemem gerekirse, ben, kırmızı ışıkta geçip kazaya neden olmasa bile daha sonra aynı şeyi yapıp kazaya neden olan birisine kötü örnek olan insanla, askeriyede ya da poliste gerekli hassasiyeti göstermeyip, insanların canlarına mâl olan kazalara neden olan insanlar aynı kefeye koyarım. 

Amacım kimsenin şehadetine, kutsalına laf atmak değil. İsteyen istediğini şehit diye anar. Ahiret gününe kadar kimin şehit, kimin değil olduğunu asla bilemeyiz. Hassas bir konuyu deştiğimin farkındayım. Anlatmak istediğim şey, şehadet kelimesinin kapsama alanının genişliğinden hükümetlerin, askeri kurumların ve bilumum şiddet bezirgânlarının faydalandıklarıdır.Şehit deyip işi ucuza getirmek, olası tepkiyi azaltmaktır. Belki de çözüm ayırmaktır şehitleri. Resmi şehitler (görev şehidi, ihmal şehidi...) ve dini şehitler olarak. Bir de farklı ideolojilerin davaları sırasında ölenlere taktıkları adları ekleyebiliriz, örneğin "devrim şehidi". 

Kur’an “Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyin, onlar diridirler” diyor. Peki bizim askerlerimiz gerçekten de hakkın yolunda mı hayatlarını yitiriyorlar yoksa kendisini uzman zanneden ama hiçbir şeyden anlamayan, tedbirsiz, nemelazımcı insanların yolunda mı? Bu sorunun yanıtını ciğeri yanan bir baba veriyor. Her şehit cenazesinde duymaya alışık olduğumuz “Vatan sağ olsun!” lafını söylemiyor bu acılı baba. “Vatan sağ olmasın, oğlum sağ olsun!” diyor. Çünkü istemiyor başka babaların aynı acıyı çekmesini, istemiyor yirmi yaşındaki oğlunu damatlığını giymeden al bayrağa sarılı tabutun içinde görmeyi.

Bakın bugün -geçen hafta oldu- bir İETT otobüsü yoldan çıkıp, bir simitçiyi ezmiş -ekmek parası için cadde kenarında simit satan bir insan görevde ölünce herhangi bir makama ulaşmıyor maalesef!-. Sonra karşı şeride geçip, iki minibüse çarpmış ve sonunda durabilmiş. Kazanın nedeni ne peki? İstanbulkartını basamayan yolcuya yardımcı olmaya çalışan şoför! Oysa kurallar bellidir, şoförle konuşmak bile yasaktır. Oysa bizde kurallara harfiyen uymak ahmaklık olarak görülür. Boş yolda kırmızı ışıkta dursan aptal olan sensindir, geçenler akıllıdır. Ara bir caddede dönerken sinyal versen geri zekalısındır.Ebediyyen şerbetlenmiş bir millet olan Türk milleti bu kafayı değiştirmedikçe daha çoook bombalar patlayacak, çoook otobüsler minibüsler karşı yola geçip masum insanları ezecek, daha pek çook çocuk üstü kapatılmamış kuyulara düşüp boğulacaktır.

Bu yazıyı, haberlerdeki can sıkıcı görüntüleri izledikten sonra yazmıştım. Sonra bilgisayara kaydetmişim, öyle kalmış. Bugün şehit cenazelerini görünce aklıma geldi. Çok sarsıcı, çok kahredici bir şey, anaların, babaların, kimi zaman evlatların ve eşlerin o acılı törende dimdik dururken, içlerinde dönen kin fırtınalarından haberdar olmak. 

Yukarıda bahsettiğim acılı babanın sözlerini biraz yumuşatıp tekrar yazayım. Vatan da sağ olsun, oğlum da sağ olsun. Gelecek ancak bu cümle ile mümkündür. 



1 yorum:

  1. Adsız3:40 ÖÖ

    güzel yazı, tebrik ederim. sizinle aynı fikirdeyim.

    YanıtlaSil