Günlük
yokuş kotamın sonuncusunu da tırmanmış, “imamın bakkalı” adını verdiğim
dükkânın yanına yaklaşmıştım ki Y Bey elinde ufak bir soda şişesiyle kapıdan
dışarı çıktı. Beni görünce gülümsedi, ben de “Merhaba Y Bey” diyerek karşılık
verdim. İmam olsa da insanlara mesleklerinden dolayı verilen lakaplarla hitap
etmeyi sevmem. Resmiyet en zahmetsiz olanı insan ilişkilerinde, öyle sizli
bizli konuşmak, beni değil de muallak bir bizi temsil ediyormuş gibi burnu
havada laflar etmek... Her zaman için kaçılacak bir tarafı oluyor resmi
muhabbetlerin. Seviyorum o yüzden.
-Bu
yoldan mı dönüyorsunuz, Ali hocam? Yukarıdaki caminin oradan gelseniz daha kısa
olmaz mı?
(Ben
ona kendisi imam olduğu halde “hocam” demiyorum ama o bana öğretmen olduğum
için “hocam diyor. Kaderin cilvesi işte.)
-Yok,
Y Bey. Ölçtüm ben. O yol daha uzun. En kısası bu yol. Bir aydır en az beş
farklı yol denedim. En kısa olanın bu olduğuna karar verdim.
-Yok,
Ali hocam, ben 30 yıldır burada yaşıyorum. Hatta 30 yıldan da fazla, doğma
büyüme bu mahalleliyim ben. Ben bilmeyeceğim de kim bilecek!
-Tamam
Y bey, anlıyorum sizin buraların emektar muhkimi (nereden de çıktı bu kelime
ağzımdan) olduğunuzu ama ben yolları kronometreyle ölçtüm. Yukarıdan giden yol
en az 22 dakika sürüyor, bu yol yavaş yürüsem bile 19 dakikada beni bölümün
kapısına ulaştırıyor.
(O
arada eklemek isterdim “İnsan otobüs şoförünü izleyerek şoför olamaz.” diye. Bu
mahallede 30 yıl yaşarsın ama benim gidip geldiğim yolu bir kere başından
sonuna kadar kat etmezsin. Dolayısıyla da bir yerde yaşıyor olmak o yerin her
yolunu biliyor olma sanrısını yaratır. Oysa yönlendirilip terbiye edilmemiş
deneyim öğretici olmaz. Tıpkı yanında eğitmeni olmadan 30 yıl boyunca kemanla
oynayan bir insanın asla keman virtüözü olamayacağı gibi.)
-
Nereden gidiyorsunuz böyle? Aşağılardan mı dolanıyorsunuz?
- Evet,
dolanarak gidiyorum. Böylece buradan yukarıdaki camiye kadar olan yokuşu
çıkmamış oluyorum. Bir de o yokuşun inişinden zaman tasarruf etmiş oluyorum. Caminin
etrafında dolanmak da ayrı bir vakit alıyor.
-Anladım.
Bence yine de yukarıdaki yol daha kısadır. Siz dolanarak uzatıyorsunuz yolu.
(Ne
diyeyim ben şimdi Y Bey’e? Ölçtüm diyorum, kronometre diyorum, bilimsel yöntem
diyorum… Yok, bu sonuncusunu demedim. Demem mi gerekiyor? Hem ne önemi var.
Böyle gereksiz laflamaları hiç sevmem. Geçen manavda vardı böyle bir muhabbet.
Üç adam meyve alacak. Hepsi sanki daha önceden anlaşmış gibi “sıranın önemli
olmadığını, herkesin eninde sonunda meyvesini alıp evine gideceğini” söylüyor.
Bir defa söylersin anlarım, iki defa söylersin anlarım ama beş dakika boyunca
aynı sınırlı kelimeler etrafında aynı muhabbeti yapmanın anlamı ne? Sırf onları
haksız çıkarmak için sıradan çıkıp, meyve almadan eve gitmek istedim valla!
Neyse, Konu kapansa da şimdi evime gitsem bari.)
-Değil,
değil. Ben ölçtüm ve en kısa yolu buldum. Hem de en az yorucu olanı. Toplamda
daha az yokuş çıkıp, daha az yoruluyorum.
-Neyse,
siz bilirsiniz. Bu arada öğlen eşimiz geldi. Bir şeyler istedi. Nereliydi o?
-Taylandlı.
-Taylandlı
mı? Ne güzel, maşallah, maşallah!
-Hmmm
-Eşiniz
değil mi?
-Evet.
(Ağız mı yokluyor?)
-Mısır
unu istemişti. Kalmamış, yarın gelecek dedim. İnşallah anlamıştır.
-“Yarın
gelecek” ifadesini anlamıştır. Mısır Unu’nu da iyi anlamışsınız. Sağolun.
(İstemsiz
bir taktik uygulaması bu. Durduk yere teşekkür et çünkü teşekkür etmek genelde
konuşmaları sonlandırmada etkilidirler.)
-
İyi, iyi, güzel konuşuyor. Ne yapıyor burada o?
-
Türkçe öğreniyor. Biraz dili öğrensin, iş bakmaya başlar.
-
Maşallah, Müslüman oldu değil mi? Tabii sizden görmüştür, olmuştur.
(Hayda,
direk damardan girdi adam! Hiç öyle aradan dolanayım, alıştırarak sorayım falan
yok! Biz bile eşitlik, adalet kelimelerini ağzımıza almadan kırk takla
atıyoruz.)
- Ehm,
hımm, oldu gibi. Yani oldu ama takip etmiyor.
-İyi
iyi, Müslüman yani. Müslüman adı var mı?
-Yok.
Ana-babasının verdiği adı kullanıyor. Böylesi daha iyi. Malum, ana-baba
kutsaldır. Onları kırmak doğru olmaz.
(Kutsal
kelimesini kullandığım iyi oldu. İmamı kendi silahıyla vurdum.)
-Siz
Müslümansınız değil mi?
(Artık
frenlemek imkansız. Yokuş aşağı, dört teker ve iki dingil üzeri gidiyoruz.
Çarparak dursak bile mutlaka bir şeyleri devireceğiz.)
- Ben
de çok dinle ilişkili değilim. Yani bilgim var ama hayatıma uygulamıyorum.
-Müslümansınız
ama değil mi?
-Yani,
evet de denilebilir hayır da denilebilir.
-Ama
Müslümansınız sonuçta?
-Dedim
ya işte, bir şeyler var…
-Müslümansınız
işte, elhamdülillah.
-He
he, hımmm…
(Yurt
dışındayken ne güzeldi. Kimse sormazdı böyle soruları. İnsanların çekinceleri
vardı. Dinin insanın özel hayatı olması en azından kabul görmüş bir normdu.
İlla soracaksa da cümleye bir özürle başlanırdı. Baktın karşındaki yanıt vermek
istemiyor, talep ikinci bir özürle sonlandırılırdı.)
-Aman
hocam. Ne diyor Kur’an, Allah nazarında tek din İslam’dır.
(Madem
patladı frenler, madem çarpmaktan kurtuluş yok. Ben de dalayım artık bodoslama.
Pişmanlık artık garanti, en azından düdüğüm ötsün yeteri kadar.)
-
Nazarında demiyor, katında diyor. Pardon, gerçi siz daha iyi bilirsiniz ama! İnneddine
indallahül İslam, yani Allah katında yegâne din İslamdır diyor.
(Kaşınan
benim, bu apaçık ortada. Ya da o kabuk bağlamış yarayı kaşıdı, hemen fışkırdı
kan. Gerçi çok bilinen bir ayettir bu. Cuma hutbelerinde okunur. Hem Arapça hem
de Türkçe olarak.)
*** Sonradan
ekleme: Avrupa Birliği reformları
doğrultusunda Türkçesi hutbeden çıkartılmış. Traji-komik geldiği için buraya
ekleme ihtiyacı hissettim. Eğer başka dinden insanların üzüleceğinden endişe
ediyorsan Arapçasını da okuma. Yok doğru olduğuna inanıyorsan bırak Müslümanlar
okunan metnin Türkçesini bilsin. ***
-Evet
hocam, aynen dediğiniz gibi. Geçen gün yutupta bir video izledim. Musevi bir
adam, anlatıyor. Musevilik bitmiş diyor, Hristiyanlık bitmiş diyor. Bir tek
İslam var diyor. Adam tüm kutsal kitapları okumuş, en sonunda Kur’an’da karar
kılmış ve Müslüman olmuş.
(Ben
de diyorum, Musevi bir adamı neden izlemiş durup dururken. Adam eskiden Musevi
imiş, şimdi Müslüman olmuş. Demek istediğim şey, Musevilik bitmiş diyen adam
Musevi değil.)
-Anladım
(Yavaş yavaş adım atıyorum dükkânın önünden
uzaklaşmak için)
-İşte
hocam, Kur’an’ın başında diyor zaten. Bu kitap müttakiler için rehberdir diyor.
-Öyle
demiyor. Tam olarak, zalikel kitabu la raybe fihi hüden lil müttakiğn diyor.
Yani, bu bir kitaptır ki içinde kuşku yoktur ve bu kitap müttakiler için yol
göstericidir. Birinci kısım da önemli.
(Benim
için birinci kısım kitabın geri kalanını okumamak için iyi bir gerekçe ama Y
bey bunu öyle anlamayacak tabii ki. Matematikçiler vardır kitabında hata
bulanlara para ödülü teklif ederler. Ben böyle kitapları severim.)
-Maşallah hocam. Siz de vakıfsınız baya
Arapçaya falan.
-Yok,
estağfurullah. İşte öyle, sağda solda okumaktan aklımda kalmış.
-İşte
hocam. Ben o müttaki kelimesine takıldım en çok. Müttaki benim için arayan
demek. Hak dini arayan, araştıran.
(Bak
şimdi. Müttaki günahlardan sakınan demektir. Bazı tefsirciler müttakiyi bu
şekilde anlamış olabilirler ama bu durumda da senin sanki kendi düşüncenmiş
gibi “ben böyle anlıyorum” demen abes kaçıyor. Bari “bazı alimlere göre” de. Ama
yok, bu sefer düşmeyeceğim ağa. Açmayacağım şom ağzımı.)
-
Anladım. Benim şimdi gitmem gerekiyor. Sonra görüşürüz.
-
Valla hocam, şaşırttınız beni. Arapça’nız var, yurt dışında yaşamışsınız,
Tayland’lı bir insanın hidayetine vesile olmuşsunuz.
-Niye
canım, sizin Arapçanızın yanında benimkinin lafı mı olur? Koca caminin
imamısınız sonuçta.
-
Kim, ben mi? Yok Ali bey, ben imam değilim.
-Nasıl
ya? Siz aşağıdaki E caminin imamı değil misiniz?
-Yok
yok, ben sadece gönüllü temizlik yapıyorum orada. İmam benim yakın akrabam
olur.
-Haaa,
ben sizi hep imam biliyordum.
-Yok
değilim. Ama bizim imam her Cuma akşamı yatsıdan sonra evinde sohbet
düzenliyor. İsterseniz, siz de buyurun gelin. Çay içiyoruz, ufak tefek
atıştırıyoruz, güzel güzel konuşuyoruz peygamberden, Kur’an’dan, sahabeden.
- Anladım,
ben meşgul oluyorum akşamları.
(Ayaküstü
adam tebliğ yaptı ya, bravo doğrusu. İşte bu yüzden başarılı oluyor adamlar.
Canla başla çalışıyorlar. Bizim özgürlük savunucusu, eşitlikçi arkadaşlar da ya
eylemlerde ya da meyhanede. İki ay kadar önce Beyoğlu’nda karşılaştığım
Marksist gençlere “Beni etkinliklerinize çağırın. Seve seve gelirim” dedim.
Arayan soran olmadı. Belki de ajan olduğumu düşündüler. Adreslerini bilsem ben
gideceğim ama verdikleri kağıdı kaybettim.)
-
Aman Ali hocam! Akşam yatsıdan sonra ne iş olacak. Gelin buyurun, sohbete
kalmazsanız bir çayımızı içersiniz.
(Meşgulüm
ifadesi çok hafif kaçtı sanırım. Daha ağır bir bahane bulmalıydım. Annem çok
hasta ya da Cuma akşamları Ankara’ya eski karımdan olan çocuğumu görmeye
gidiyorum gibi bir şeyler uydurabilirdim. Ama o zaman da yalan söylemiş
olacaktım.)
-
Yok, ben gelemem büyük bir olasılıkla. Akşamları yorgun oluyorum. Evde
dinlenmeyi tercih ediyorum.
-Valla
Ali hocam, dinlenmek için bizim oradan daha iyi bir yer var mı? Çayınızı
içerken, ashab-ı kiram’ın hikayelerini dinlersiniz, imam Kur’an’dan seçtiği
kıssaları anlatır. Bundan daha güzel bir dinlenme yöntemi bilmiyorum ben.
-
Anladım, Y bey. Ben düşüneyim biraz. Konuşuruz sonra. Günde iki kere geçiyorum
kapınızın önünden ne de olsa.
(“Ben
düşüneyim biraz. Size sonra dönerim.” bildiğim en kibar “hayır” yanıtıdır. Daha
ne diyeyim, bilemedim ki! Yolumu mu değiştirsem acaba bundan sonra?. Beni her
gördüğünde tebliğe kalkışır mı böyle? Belki de onun cesaretinden ders
çıkarmalıyım.)
- İyi
o zaman, görüşürüz. Size iyi günler.
-Görüşürüz.
Size de iyi günler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder