Bir aydan fazla bir süredir Türkiye’de çalışıyorum. İki
haftadır da derslere giriyorum. Bu süre zarfında okulda başımdan geçen olumlu
ya da olumsuz olayları burada yazmaktan hep çekindim. Bunu yapmamın iki nedeni
vardı. Birincisi işimle ilgi sorunların buraya yansıtılarak asla çözülmeyecek
olmalarıdır. Yani ben burada Sartre olup binlerce sayfa felsefe çığırsam da
Tolstoy olup bir atın kuyruğunu sallamasını iki sayfada anlatsam da iş
hayatımda değişen bir şey olmayacaktır. Dolayısıyla işle ilgili sorunları,
büyümelerine fırsat vermeden işyerinde halletmek yapılması gereken şeydir.
İkinci neden ise çalıştığım okulun toplumda hassas bir
konumunun olması ve bu konumdan dolayı eleştirileri kaldıramayacak bir ruh
haline bürünmüş olmasıydı. Okul nev’i şahsına münhasır bir kutsallığa bel
bağlamış ve bilumum propaganda araçlarıyla bu kutsallığı sürdürme çabasında. Bu
kutsallığın imgesinin okulda okuyan öğrencilerin varlıklarının devamını
sağlamada önemli bir rolü olduğunu bildiğim için bu konuda yazıp çizmenin ya da
eleştirel bir dil kullanmanın çocuklara zararı olacağını düşünüyordum. Oysa
şimdi her iki konuda da yanıldığımı düşünüyorum. Bende bu aydınlanmaya neden
olan olayı yazayım önce.
Maalesef okulumuz teknolojiyi kullanma konusunda oldukça
zayıf. Kimse neyi nasıl yapacağını bilmiyor. Basit bir teknoloji eğitimiyle
çözülebilecek pek çok sorun uzadıkça uzayan, gereksizce çetrefilleşen, hayati
boyutlara ulaşıyor. Bunlardan bir tanesi de çeşitli nedenlerden dolayı okula
gelemeyen ya da dersine giremeyen öğretmenlerin yerlerine derse girecekleri
belirleme sorunu. Şimdi diyelim ki x, y, z öğretmenleri yarın derslerine
giremeyecekler. Bunun için gerekli inceleme yapılıyor ve p, q, r ve s
öğretmenlerinin programlarının uygun olduğu gözlemleniyor. Bu öğretmenlere
görev verilecek ve bu görevlendirme elmek yoluyla p, q, r ve s öğretmenlerine
bildirilecek. Bu durumda yapılması gereken nedir? Yani akıl ve mantık neyi
söyler? Dersi dolduran ve dersi doldurulan öğretmenlerin adlarını bir Word
dosyasına yazıp, bunu bütün okula elmekle göndermekle mi olur? Yoksa, sadece
dersi dolduran ve dersi doldurulan öğretmenlerin bilgilendirilmeleri yeterli
midir? Bana mantıklı gelen ikincisi ama maalesef bizim okulda, öğretim yılı
açıldığından beri birincisi yapılıyor. Yani x, y, z, p, q, r ve s
öğretmenlerine ve bir de ilgili yöneticilere gönderilmesi gereken elmek, bütün
okula bazen günde iki-üç defa olmak (bazen listede hata yapıyorlar ve bir daha
gönderiyorlar) üzere gönderiliyor.
Aslına bakılırsa buraya kadar sorun alabildiğine teknik.
İnsanlara basit Excel formülleri öğretilse (örneğin “concatenate”, “countifs”
vb) ve o belge Word’de değil de Excel’de hazırlansa, sorun çabucak çözülür. İnsanların
“Aman onunla mı uğraşacağım, böyle de oluyor işte” deyip, alıştıkları şekilde
yaptıkları pek çok iş aslında tembellikten çok cehaletten kaynaklanıyor.
Birileri çıksa ve başka bir yöntemin daha verimli, daha çabuk ve daha az
rahatsızlık verici olduğunu söylese, belki bu işi yapan kişi de sevinecek,
memnun olacak.
Olaya geçmeden önce önemli bir noktayı belirteyim. Bu tarz
toplu ileti göndermenin iki sakıncası var. Birincisi muhatap olmadıklarını
anlayan insanlar bir süre sonra o iletileri önemsememeye başlayacaktır. Şöyle
bir teşbih yapayım. Diyelim bir gün posta kutunuzda size gönderilmiş bir mektup
buldunuz. Heyecanla zarfı açtınız. Baştan sona mektubu okudunuz. Mektubun son satırına
geldiğinizde (Bu, ateşli bir aşk mektubu da olabilir, sizi cepheye çağıran bir
askerlik belgesi de.) bu mektubun size yazılmamış olduğunu fark ettiniz.
Mektubu bir kenara koydunuz ve hayatınıza devam ettiniz. İkinci gün posta
kutunuzda yine bir mektup buldunuz, “işte bu” dediniz ve yine heyecanla açtınız
ama maalesef bu mektup da size değil. Üçüncü, dördüncü, beşinci… Önce
heyecanınız kaybolacaktır, sonra mektupları açma isteğiniz ve en sonunda da
mektupları posta kutunuzdan alma iradeniz. Aradan iki ay geçtikten sonra gerçekten
size yazılan bir mektup, posta kutunuza ulaşır. Uzaklarda yaşayan oğlunuz
hayatının aşkıyla evleniyordur ve sizi düğüne çağırıyordur. Zarfın içine gidiş
dönüş biletinizi de koymuştur. Ama siz o mektuplara artık elinizi bile
sürmediğiniz için düğünden de bedava seyahatten de mahrum kalırsınız.
Benim burada aşırı bir ironiyle dramatize ettiğim şeyin
benzerlerini iş hayatında pek çok insan, farklı derecelerde hayal
kırıklıklarıyla yaşamıştır. Zaten bu yüzden, teknolojiyle haşır neşir olabilen
kurumlarda elektronik takvimler kullanılır, toplantılar bilgisayar üzerinden
ayarlanır, insanlar günlük programlarını başkalarıyla paylaşarak zaten yeteri
kadar karışık olan iş hayatını düzene sokmaya çalışır. Ben yeni okulumda da
takvimi elimden geldiğince kullanmaya çalışsam da bu konuda pek destek
göremediğim için çabalarım pek bir sonuç vermiyor. Yani insanlar yine sizin
meşgul olup olmadığınıza bakmadan başınıza işler çıkarabiliyor, yine gereksiz
yere hem zaman kayıpları hem de kişiler arası sürtüşmeler yaşanabiliyor. Bir
kurumda elektronik takvim ya hep uygulanmalı ya da hiç uygulanmamalı. Arada
kalınca ezilen siz oluyorsunuz, gayretiniz de yanınıza hayal kırıklığı ve
yorgunluk olarak kalıyor.
Bir de türlü
türlü teknik yoksunluklar var tabii. Örneğin, okuldaki odaların numarası yok. Yani iletide toplantının
yapılacağı oda şu şekilde yazılıyor “X’in odası”. İyi ama X kim, odası nerede?
X gider, Y gelir ama oda orada kalır. Odaların kat numaralarını da içeren bir numarası
olsa kimseye sormadan toplantıya gitmek mümkün olur. Bir başka örnek de okulun kapısının akşam saat
5’de kapanıyor olması. Bütün samimiyetimle yazıyorum, hayatımda ilk defa kapısı
belli bir saatte kapanan bir okulda çalışıyorum. Tayland’dayken de Vietnam’dayken
de öğretmenlerin okula 24 saat giriş olanağı vardı. Tabii ki bir öğretmen gece
yarısı 2’de okula gitmek isterse bunun için güvenliği geçmesi gerekir ama benim
zaten öyle bir talebim yok. En azından öğretmen mesai saatinden sonra isterse
1-2 saat okulda kalabilmeli ve acil bitirilmesi gereken işleri bitirmeli. Prensip
gereği eve iş götürmemeyi yeğleyen birisiyim. Tüm işimi masamda halledip, eve
kafa sakinliğiyle gitmek isterim. İster sınav haftası olsun, ister proje teslim
günü. Ben işimi okulda hallederim. Ha birisi derse ki “ama okulda zaman
yetmiyor. Eve iş götürmek zorundayız.”. Bu durumda da sorun ya öğretmendedir ya
da kurumdadır. Ya öğretmen çok yavaş çalışıyordur ya da kurum öğretmene
yapabileceğinden fazla iş veriyordur. Bu başlıbaşına başka bir yazının konusu
olduğu için –insanlar ne kadar çalışmalı, ne kadar çalışmamalı?-, şimdilik
geçiyorum.
İlgili ilgisiz herkese ileti göndermenin bir başka sakıncası
da bu iletilerin insanların dikkatini dağıtmaları ve zaman kayıplarına yol
açmalarıdır. Bir işe yoğunlaşmışsınız, harıl harıl çalışıyorsunuz. Bir
bakıyorsunuz, bilgisayarda ileti ışığı yanıyor. Tıklıyorsunuz, herkese
gönderilmiş bir ileti. İçinde sizi ilgilendiren, yarınki programınızı
etkileyebilecek bilgiler olabilir. Merakla açıyorsunuz, fosss! Bir gün, iki
gün, üç gün… Böyle gidiyor. Bir defa işe ara verdiğinizde de kaldığınız yere
geri dönmeniz vaktinizi alıyor, performansınız düşüyor. Başkalarını bilmem ama
ben çalışırken sırf bu yüzden müzik dinlerim. İşim bölünmesin, baştan sona
kadar yelkenler fora ilerleyebileyim diye.
Gelelim bugün meydana gelen olaya. Her gün olduğu gibi bugün
de “Ders Doldurma” başlığıyla bir ileti aldı tüm okul. Ben açtım iletiyi,
benimle ilgisi olmadığını anlayınca kapattım ve işime devam ettim. Sonra ikinci
bir düzeltme iletisi geldi. Onu da açtım. Onda da benimle ilgili bir bilgi
yoktu. Yalnız bu ikinciyi açınca aklıma kısa bir yanıt yazmak geldi. Madem onlar
herkese herkesi ilgilendirmeyen iletiler gönderebiliyorlar, ben de herkese
herkesi ilgilendiren bir ileti gönderebiliyor olmalıydım. Bunu yaparken amacım
tamamıyla okula katkıda bulunmak ve hem öğretmenlerin hem de yöneticilerin daha
verimli çalışabileceği bir ortama kavuşmaktı. Zaten ne iletiyi gönderen kişiyi
tanıyorum ne de listede adları geçen öğretmenleri. Kimseye karşı garezim,
kinim, nefretim de yok. Yüzde yüz iyi niyet, yüzde yüz samimiyet. Kalan yüzde
yüz de içimdeki “etrafıma yararım olsun” tutkusu. İşte bu düşüncelerle aşağıdaki, bana göre
gayet nazik ve samimi bir dille yazılmış iletiyi gönderdim. İletinin başına ad
da koymadım ki kimse üzerine alınmasın. Beni tanıyanlar bilir. Eğer kızgınsam,
ironik ve sivri bir dil kullanırım ve karşımdakine laf sokmak için her fırsatı
lehime çeviririm. Bu şekilde geçmişte çalıştığım okulun rektörüne, bölüm
başkanına yazmışlığım vardır. Ama bu sefer kızgın değildim, öyle kimseye kin
duyacak kadar uzun süredir de çalışmadım bu okulda. Dolayısıyla sakin sakin,
gerekçelendirmeleriyle birlikte önerimi ifade ettim.
Merhaba,
Ders
doldurmayla ilgili iletilerin sadece ders dolduracak ve dersi doldurulacak
öğretmenlere gönderilmesi mümkün mü acaba? Bu şekilde ileti kutumuzda bizi
ilgilendirmeyen elmeklerle uğraşmayıp, yalnızca bizi ilgilendiren iletilere
yoğunlaşabiliriz. Zaman kaybının engellenmesi açısından da bu yöntemin yararlı
olacağını düşünüyorum.
Saygılar,
Ad Soyad
İyi bir şey yapmış olduğumu düşündüğüm için, içim rahattı.
Sonuçta bir soruna parmak bastım ve çözüm için öneride bulundum. Bunu herkese
gönderdim ki başka fikirleri olanlar da tartışmaya katılsınlar, insanlar
birbirlerini tanımasalar bile öyle ya da böyle bir düşünce alışverişinde
bulunabilsinler. Vietnam’dayken sıklıkla yapılan bir uygulamaydı bu. İnsanlar
iletilerle oylama bile yaparlardı. Kimse kimseye neden bunu yazdın demez, kimse
kimseyi suçlamazdı. Meğer, doğup
büyüdüğüm ve şu anda yaşayıp çalıştığım ülke çok farklıymış.
Öğlene doğru bölüm başkanımız konuşmak için beni bölüm
odasının dışına çağırdı. Ben hiçbir şeyden habersiz, herhalde öğrencilerle
ilgili bir şeyler söyleyecek diye arkasından çıktım. Oysa sabah gönderdiğim
iletiyle neler yapmışım neler. Adını bilmediğim bir yönetici şahıs benim
gönderdiğim ileti için bölüm başkanına fırça kaymış. O da belki beni korumak
belki de böyle şeyler bir daha yaşanmasın düşüncesiyle bundan sonra böyle
iletiler göndermememi “dostça” salık verdi. Ben böyle bir şeyi kabul
edemeyeceğimi, bunun açıkça bir sindirme ve boyun eğdirme politikası olduğunu, yaptığım
şeyin yanlış olmadığını, o kişinin benimle konuşması gerektiğini söylesem de
bölüm başkanımız “Boş ver, böyle şeyler kafaya takmaya değmez. Bu okul böyle.” gibisinden
geçiştirme moduna girdiği için ben de çok üstelemedim. Ardından da “benim için üzülme, okul için
kaygılan ama benim için kaygılanma” dedi. Yani aslında bölüm başkanımızı ciddi
bir şekilde hırpalamış birileri, sırf benim attığım basit bir iletiden dolayı.
Daha çok üstesine gitsem, onun daha çok yıpratılacağını anladığım için ben de
indirdim kanatları, bıraktım kendimi akıntıya.
Ben kendimi bıraktım ama bölüm odasında çalışamaz oldum. Sanki
kafamın içinde üçüncü dünya savaşı dönüyor. Anlayamadığım pek çok soru,
anlamlandıramadığım pek çok olay olduğu için ne yaptığım işe yoğunlaşabildim,
ne de etrafımdakilerle konuşabildim. Taktım kulaklıklarımı, açtım yine Wagner’in
operalarından birisini, sesini de sonuna kadar yükselttim ve sabah yaptığım
lise 1 sınavcıklarını okumaya başladım. Ara ara camdan dışarı baktım, ara ara
tavanı izledim… Sorular kafamdan hiç eksilmedi.
1. Neden bu kişi benimle değil de bölüm başkanıyla konuşmaya
gerek duymuştu? Ben muhatap alınmayacak bir insan mıyım? Kendisi beni yanına
çağırıp söyleyemiyor mu bölüm başkanına söylediklerini?
2. Yazdığım şey bu kadar mı kötü, bu kadar mı birilerinin
otoritesini sarsacak kadar iddialı? Böyle basit bir iletiyle o otorite
sarsılıyorsa, o kişi zaten hak etmiyordur o koltuğu. Bıraksın gitsin, liyakati
olan birisi gelsin.
3. Kullandığım dilde
ya da üslupta farkına varmadan bir hata mı yaptım? Öyle olsaydı, basit bir
üslup taşkınlığı için bu derece ciddi bir ayar çekme fazla kaçmış olmuyor mu?
4. Bu okulda
yazacağımız her iletiyi bölüm başkanına onaylatmak mı gerekiyor? O zaman bizim
niye elmek hesabımız var? Sırf onun olsun, o bize bildirsin gelen iletileri,
bizim yerimize yazsın, karar versin. Biz sadece beyni alınmış zombiler gibi
uygulayalım bize verilen talimatları.
5. Haddini aşan birine haddini aştığını bildirmenin yolu
böyle mi olmalıdır? Bölüm başkanını çağıran kişi onu değil de beni çağırsaydı,
ben haddimi aşmamış olduğumu güzel güzel anlatırdım kendilerine. İnsanların
düşüncelerini açıklamalarının demokrasinin bir getirisi olduğunu ve ancak bu
hakla kurumların ve uzun vadede toplumun ilerleyebileceğini anlatırdım. Ama
görünen o ki bu ülkeye demokrasi halen beş beden bol bir elbise gibi. Hiçbir zaman
içini dolduramayacağımız, içselleştiremeyeceğimiz bir ütopya.
En çok da bu sonuncusu sarstı beni. Yoksa yaptığım öneri
kabul edilmedi, yok bana değer vermiyorlar, yok beni anlamıyorlar gibi saçma
sapan ergen takıntılarım yoktur. Çalıştığım kurumun, hiç de demokratik bir yer
olmadığını öğrenmek cidden beynime inen bir balyoz gibi oldu. “Böyle gelmiş
böyle giderci” zihniyetin burada da hâkim olmasıydı beni rahatsız eden. “Haddini
bil, çizmeyi aşma” tavrıyla yapılan azardı beni inciten. (Oysa “Demokrasinin
seçimlerden ibaret görülmesi ve başbakanın ikide bir medyayı azarlaması” bir
ülkenin geri kalmışlığının göstergeleri listesinde onuncu sıradaydı. Yakında
yazacaktım bunu.)
Öğlen yemeğine yalnız
gittim, yabancı öğretmenlerin yemek yediği bir masaya oturdum. Kasımpaşaspor’un
bir yıllık maçlarına bilet almış bir Kanadalıyla tuhaf bir Asya muhabbeti
yaptık. Tayland’ın ve Vietnam’ın yemeklerini sevdiğinden bahsetti. Bana Vietnamlıların
“Ban Mi”sinin ne kadar lezzetli olduğunu söyledi. Ban Mi Vietnamca'da ekmek demektir ve zaten
aslen Vietnam yemeği değildir, Fransız sömürgeciliğinin etkisinin sonucudur. Vietnam
yemeğini seviyorum deyip, Fı’dan ya da Bun Bo’dan değil de ekmekten bahsetmesi
ilginçti doğrusu. Gülmedim ama gülecek gibi oldum yer yer…
Sonra tekrar bölüm
odasına gittim. Biraz rahatlamıştım. Lise1’lerin öğleden sonraki derslerini de
bitirince benim için gün bitmiş oldu. Yalnız kafam rahat değildi, derste de
bunu fark ettim. Çabuk kızıyordum, sıklıkla sesimi yükseltiyordum. Tanımadığım,
adını bile bilmediğim bir heyuladan azar işitip, karşılık veremeyince sanırım
hıncımı çocuklardan çıkarıyordum. Bir ara iki haftadır “Ben zaten anlamıyorum,
siz beni dikkate almıyorsunuz, benimle ilgilenmiyorsunuz” tripleri atan bir
öğrenciyi de ağlattım sanırım (Gerçi niye ağladığını sormadım çünkü ağladığını
fark ettiğimi bilmesini istemedim. Ya da gerçekten de ağlamamıştı, sadece
kafasını sıraya koyup uyuklamıştı.).
Ben böyle ergen
triplerini dikkate alırım çünkü bu triplerin arkasındaki sorunlar zamanında halledilmezse, ileride kapanamaz yaralara yol açabilirlar. Bu yüzden dersten sonra sınıfta kalmasını
söyledim bu öğrenciye. Bir arkadaşına da, ona sırf varlığıyla destek olması için sınıfta
bizimle kalmasını rica ettim. Karşısına geçtim ve konuştum, sorunun kaynağını
öğrenmek istediğimi, ancak karşılıklı iletişimsizliği çözerek işleri yoluna
koyabileceğimizi belirttim. Başta biraz dikbaşlılığını devam ettirdi ama kısa
sürede belki benim iyi niyetimi sezdiği için belki de kafasında büyüttüğü
sorunun aslında o kadar da büyük olmadığına inanmaya başladığı için, yelkenleri
suya indirdi. El sıkıştık, sorunları çözmek için birlikte çalışacağımıza dair
söz verdik. En azından ona değer verdiğimi, ona bir bebek gibi değil de ne
yaptığını bilen bir genç insan gibi muamelede bulunacağımı hissettirdim. Ben
sınıftan çıkıp, bölüm odasına giderken içimde tarif edilmez bir sevinç vardı.
İki haftadır bir duvar gibi her derse girdiğimde karşıma dikilen o soğukluk
erimişti ve bu, basit bir iletişim bağı uzatmakla olmuştu. Odaya gidince bunun
neden biz yetişkinler arasında bu kadar kolay olmadığını düşündüm. Yanıtı
bulmakta çok da gecikmedim.
İnsanların hayatlarında değiştirmekten korktukları şeyler
vardır. Bu günlük bir rutin olabileceği gibi, hayatına anlam katan bir
tembellik de olabilir. Bu yüzden değişmekten, denenmemiş olanı denemekten
korkarız. Bize değişimi teklif edenlerin karşısına da “ego” duvarını öreriz. “Sen
kim oluyorsun da bana böyle bir şeyi teklif edebilirsin?”den “Sen benim kim
olduğumu biliyor musun?”a kadar türlü türlü duvarların arkasına sığınır,
cafcaflı makamların arkasında küçüldükçe küçülürüz. İşte bugün başıma gelen de
böyle bir şey. Egosunun altında ezilmiş, korkak ve sünepe bir şahsiyetin, araya
başkalarını koyarak bana ayar çekmesi başka neyle izah edilebilir? Ne yani,
birileri istemiyor, birilerinin o tüyden koltukları sarsılıyor diye ben
söylemeyecek miyim yararlı olacağını düşündüğüm bir düşünceyi? İyi ama bu
oto-sansür, bütün sansürler içinde en tehlikelisi, en gaddarı değil midir?
Zaten böyle bir insan olmamak, düşündüğümü açıkça söyleyebilmek ve dünyayı –elimden
geldiğince- bilim ve ahlak ekseninde değiştirebilmek için ben ayrıldım
hayatımın on yılını geçirdiğim ruhani hayattan. Eğer, bir tanrının gazabından
kaçıp bir başkasının gazabında huzur bulabiliyorsa insan, onun kaçmışlığında da
bulmuşluğunda da samimiyet aranmaz.
Tayland’da ev aldığımı öğrenen bir iş arkadaşım o zaman bana
“Ooo, demek burada geçireceksin ömrünü.” demişti. Ben de “Evi ben aldım, o beni
almadı.” diye yanıt vermiştim. Gerçekten de yıl sonunda o memleketi Kanada’ya
ben de yeni işim için Vietnam’a gitmiştim. Şu anda da durumum farklı değil. Türkiye
masraflı ve pahalı bir ülke. Geldiğimden beri yerleşmek için çok para harcadım.
Buna ev tutma, sıfırdan bir hayat kurma, yeni eşyalar alma gibi pek çok ıvır
zıvır da dahil. Ama ben bunları mutsuz olmak ve eve geldiğimde “yine boynumuzu
büktüler bugün” deyip geceleri garezden dolayı uykusuz kalmak için yapmadım.
Herkes gibi ben de iç huzuru arayan ve bulduğum zaman kaybetmek istemeyen
birisiyim. Eğer işim beni mutsuz ederse, neden durayım orada? Ne diye
birilerinin kahrını çekeyim? Hele bir de bunu hiç hak etmiyorsam!
Mektupların birinde yazmıştım, borçlu insanı boyun
eğdirmenin kolay olacağını. Çok şükür, borçsuz harçsız bugüne kadar gelebildim.
Ne bir eşya için kredi çektim ne de herhangi başka bir ihtiyaç için. Alnım ak,
hesabım artı tarafta. Ceketimi alıp, çıkabilecek kadar da yüreğim var. Baktım
olmuyor, böyle saçma sapan olaylar tekrar ediyor, egolarının esiri olmuş
insanlar araya olayla hiç ilgisi olmayan başkalarını perde yapıp, o perdeler
arkasından korku imparatorluğu inşa etmeye çalışıyorlar; ben de çocuklara zarar
vermemek için elimden geleni yapmak koşuluyla, benden bu kadar deyip, çekip
gitmesini bilirim. Şimdiye kadar hiçbir okulu dönem ortasında, dersler devam
ediyorken terk etmedim. Prensip olarak buna karşıyım çünkü bu öğrencilerin
öğrenimine zarar verebilecek bir girişim. Ama zamanı gelince de ayrılmayı
bildim, başka bir işi garantilememiş olsam bile.
Nasıl ki sıkıldığım
için Tayland’ı terk ettim, nasıl ki altı yıl Vietnam’a fazla bile dediğim için
Vietnam’dan ayrıldım, aynı şekilde 1 yıl Türkiye’ye fazlaymış deyip, yola
çıkmasını bilirim.