Gün geçmiyor ki gazetelerde okumayalım bir başka kanlı vahşet. Karısını on yerinden bıçaklayıp intihar eden pek sevimli kocalar, sevgilisinin kafasına sokak ortasında kurşun sıkan delikanlılar, sevdiği kız kendisine yüz vermeyince okulunu basıp kızı kaçıran ve ardından götürdüğü gizli mekanda kıza tecavüz eden çılgın aşıklar ve daha neler neler. Aklın, hayalin almayacağı türlü işkencelere maruz kalan kadınların elim hikayeleri her gün daha bir yayılıyor, daha bir şiddetlenerek artıyor sanki. Öyle ki alışıyoruz bunlara da tıpkı terör olaylarına ya da Irak’taki, Afganistan’daki bombalara alıştığımız gibi.
Şunu belirtmekte fayda var. Pek çok şeyde de olduğu gibi sevme konusunda da ölçüyü tutturamayan bir toplumuz. Şarkılarımız, türkülerimiz bu konuda yeteri kadar kaynak sunduğu için başka noktalara bakmaya gerek bile yok. “Unutma seni benim kadar seven olmaz ki” gibisinden en naif bencilliklerden, “Bu akşam ölürüm, beni kimse tutamaz.” gibisinden en radikal sevgiler bizim bağrımızdan çıkmıştır. Mecnun Leyla’ya kavuşamazsa delirir, mecnun olur, çöllere düşer, mutlu olması mümkün değildir Leyla’sız. Aşk bizde karanlık, insanın içini kemiren yırtıcı bir sürüngendir. Öyle ki “Kara Sevda” gibi “Kara Kara” anlamına gelen bir ifadeyle anlatırız aşkımızı çoğu zaman. Oysa aşk ne karadır ne de kara olmak zorundadır. Seversin ve sevilirsin. Bunun sonucunda mutlu olursun. Seversin ve sevilmezsin. Üzülürsün ama yıkılmazsın, başkasını bulursun. Bulamazsan yalnız yaşarsın. Yalnız yaşayıp da mutlu olan milyonlarca insan var yeryüzünde. Herkesin kendisini seven birisiyle birlikte olma hürriyeti vardır. Buna saygı duyamadığımız için, sevmeyi edebi kilitlenmek olarak algıladığımız için mutsuzluklara gark oluruyoruz. Kıskançlıklarımızın temelinde de aşka olan bu yarı mistik yarı ilahi inanç var. Hayır efendim, hayır! Buda gibi diyeyim. Hayatta her şey geçicidir. Buna aşk da dahildir. İki insan arasındaki aşkı ilahi aşkın gölgesi olarak gördüğümüz içindir biraz da bu yanlış algı.
İşe böylesine umutsuz, böylesine karanlık bir noktadan başlayınca gerisinden hayır beklemek de aşırı iyimserlik olur. Erkek evlatları pohpohlarız namus konusunda. Güçlüsün sen deriz, ezmezsen ezilirsin deriz. Kadınları baskı altında tuttuğumuz kadar erkekleri baskı yapmaları konusunda baskı altında tutarız. Sonuçta erkekler de en az kadınlar kadar ezilirler. Kendilerinin güçlü oldukları yalanına öylesine inanırlar ki ne zaman bir sorunla karşılaşsalar kaba güce, kas üstünlüğüne, bağırıp çağırmaya yüklenirler. Oysa kadınlar, erken yaşlardan beri baskılar altında yetiştiklerinden olsa gerek duvarları tırmanmadan da aşmanın yolunu öğrenmişlerdir. Uzun boylu olmaya, kalın kollara sahip olmaya gerek yoktur duvarı aşmak için. Sabır ve inatla aşılmayacak engel yoktur.
Erkekler kendilerine dayatılan “sert” imgesinin içini dolduracağım diyerek hayatı, kendilerine ve sevdiklerine zindan ederken, kadınlar bu sert imgenin karanlık gölgesinde soluk alıp vermeyi öğrenmek zorundadırlar. Alışmak güçlendirir onları. Baba evinde başlayan baskı koca evinde devam eder. Nietzsche’nin “Beni öldürmeyen şey güçlendirir.” cümlesi kadınlar için söylenmiş gibidir. Doğurabilir olma gücünün yanına zifiri karanlıkta yönünü bulabilme kabiliyetini de ekleyince kadınlar daha bir korkutucu olurlar toplum tarafından şişirilen, kendi olmakla aynadaki görüntüsünü yakalamak arasında kalan ve bu arada kalmışlıkla kendilerini ve etrafındakileri yıpratan erkekler için. Sonunda modern görünümlü olmasına rağmen sırf “karizmayı çizdirmemek” için olduğundan başka görünmeye çalışan milyonlarca koyun edinir toplum. İçi dışı bir olmayan, düşündüğünü söyleyemeyen, kendisinden ve eylemlerinden korkan, “başkaları ne der” sorusunu “beni ne mutlu eder” sorusundan daha sık soran milyonlarca fert olamayan insan patlamaya hazır bir bombadan başka bir şey değildir. Bu yüzdendir hergün okuduğumuz o eli kanlı ama ruhları zayıf erkeklerin haberleri. Bu yüzdendir iletişimsizlikten yok olan canlar, o canların arkada bıraktığı masum çocuklar.
Sevdiği için sevdiğini öldürür erkekler. Sevdiğini öldürdüğü için de sevmediğini kanıtlar sevdiğine ve dünyaya. Kadını bir mal olarak gören, erkeği bu malı gütmek zorunda bırakılmış bir çoban olarak varsayan anlayıştan sıyrılmadığımız sürece de namus cinayetlerimiz devam edecektir. Tabii, erkekleri şişme bebekler gibi büyütüp başa bela eden anneleri unutmamak gerekir. “Ben çektim gelinim de çekecek.” diye dayatan kaynanaların rolü anımsanamaz erkeklerin aşırılıklarında. Toplum en büyük canidir ve onu tedavi etmenin tek yolu eğitimdir. Sadece kadını özgürleştirmekle olmaz. Erkeğin de özgürleşmesi, kendisine sunulan şovenizm zincirlerinden kurtulması gerekmektedir.
Yazının başlığını İnci Aral’ın “Ölü Erkek Kuşlar” adlı romanından devşirdim. Roman kahramanlarından Onur’un çizdiği ölü erkek kuşların sayısı azalacağına artıyor yıllar geçtikçe. Daha bir mutsuz, daha bir umutsuz oluyoruz sanki. Temennimiz toplum olarak bilinçlenebileceğimiz bir noktaya doğru yönelmemiz ve kuşların, erkek ve kadın ayrımı olmaksızın, özgürce kanat çırpabileceği göklere bir an önce kavuşabilmeleri...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder