Kocam hayatını kaybettiğinden beri ilk defa açtım bilgisayarı. Cenazeyi kaldırdıktan sonra bir hafta kızımın yanında kaldım, torunların cıvıl cıvıl oyunları unutturdu bir nebze, içimdeki kapanmayan boşluğu. Hele ufaklığın yaptığı binbir türlü maskaralık, annesinin rujuyla gözlerinin altını çizip salonun ortasında kızılderili olması, tülü beline dolayıp ben şarkıcı oldum diyerek ortalıkta gezinmesi çok eğlendirdi hepimizi. Çocuklar böyle işte, ölümün soğukluğuna ve bilinmezin karanlığına karşı en güzel ilaç onların dünyadan habersiz şaklabanlıkları. Onların sayesinde dayanabiliyor insan gidenin bıraktığı acıya. Yoksa nice olurdu halimiz. Sonuçta kalanlarda hep bir parçası var gidenin, gidemeyenin. Bu ufaklığın uzadıkça kıvrılan saçlarına baktıkça Ercan geliyordu aklıma hep. O saçlar, ah o saçlar… Beni yer yer kıskandıran, yer yer gereksiz hafakanlara sürükleyen, kimi zaman dalgalı bir deniz gibi haşin, kimi zaman sakin bir göl gibi huzurlu… Torunlar iyiydi ama sonuçta damadın yığınla işi var, ev küçük, kızım çocukların peşinde koşmaktan zaten yorgun. Daha fazla sıkıntı vermeyeyim, kızımın başını durduk yere ağrıtmayayım dedim ve ayrıldım yanlarından.
Ardından bir hafta da bacım Rukiye’nin yanında kaldım. Kardeşin yeri hep ayrı oluyor insanın hayatında. Zaten aradaki diğer üç kız bizden önce gittiler. Katibe’yi, Ratibe’yi, Hatibe’yi kendi ellerimizle verdik toprağa. Şimdi iki bacı kaldık başbaşa. Ben evin en büyük kızı, o evin en ufağı. Bebeklik halini bildiğin kardeşinin torunlarını büyüyorken görmek hayatın en güzel cilvelerinden birisi olsa gerek. Yaylalarda büyümüştük biz; koyun boklarının göze sularına karıştığı ve buna aldırmadan o suyu içtiğimiz yerlerde attık ilk adımlarımızı. Benden on iki yaş küçük olduğundan annemden çok benim elime kalıyordu. Su olmadığında kirli yüzünü tükürüğümle sildiğim, altını ağaç yaprağıyla temizlediğim, elinden tutup mal güttüğüm bacımdan daha yakın kim olabilir ki bana bu hayatta…
Uzun uzun konuştuk pencerenin kenarına oturup, fasulye temizledik, sarma sardık, helva yaptık, bahçedeki otları yolduk, lağım kokan dereden su çekip bahçenin sınırına diktikleri kavakları suladık, çürümeye yüz tutan söğüdün dallarını temizledik. Komşunun açtığı artezyen kuyudan çekilen suyla bahçeye ektiği kara pancarları suladık. Mısır da ekmiş ama olmamış mısırlar. Açtı gösterdi, süt beyazı mısırların sararmadan çürümeye başlayan tanelerini. Ufak torunun daha olgunlaşmadan çürüyen ön dişlerine benziyorlardı. Güzün kırgınlığı henüz ulaşmadığından incirler tatlıydı bu yıl. Bir çocuk gibi çıktım ağacın dalına, oturdum yedim karıncalı incirleri. Ercan olsaydı bırakmazdı beni, ben bunları satarım pazarda derdi. Satmazdı ama, konuşurdu öyle. Sonra topladıklarını çocuklarla birlikte yerdi.
Az hasta etmedi Hasan’ı ilaçlı meyveler yüzünden. “Bir şey olmaz.” derdi ben kızınca, elini eşeğin kıçına tokat atıyormuş gibi sallayarak. “Erkek adam o, hasta olsun ki güçlensin. Asker olacak ileride, üniversiteye gidecek mühendis olacak.” Oldu da, mühendis oldu, yurtdışına gitti. Bir de Fransız kız bulmuş dünya tatlısı. Resimlerini göndermiş internetten. Cenazeye getirmemişti kızı. Kırıldım biraz ama sonra hak verdim. Doğru olanı yapmıştı Hasan. “Bizi en mutsuz anımızda mı görsün! Tanışacaksanız bu mutlu bir günde olsun.” demişti benim sitemimi görünce. Ercan olsa şaka yapardı. O cansız haliyle bile ha dile geldi gelecek diye korkuyordum cenaze sırasında. “Ne o, babanın ölüsünden mi utanıyorsun? Niye getirmedin müstakbel gelinimi yanında?” gibisinden bir laf ederdi, mahçup ederdi çocuğu elaleim yanında. Ederdi o, Ercan’dı, ne yapsa yakışırdı, ne yapsa yakışsın istediğimden belki de…
Öyleydi Ercan, çocuk gibi şen şakraktı sağlıklı olduğu günlerde. Her şeye güler, her şeyi alaya alırdı. Bana bilgisayar kullanmayı öğretirken ya da çalıştığı şirkette en çetrefil soruları çözerken yüzünde hep o aynı naïf yumuşaklık olurdu. “Her şey geçici, merak etme” derdi beni dertli gördüğünde. Başımı omuzuna koyup özgürce ağlayabildiğimde, onun o yaba gibi elleri saçlarımı okşadığında geleceğe dair umutlarımın olmamasından endişe etmezdim. Özgürlük zaten umuta bel bağlamamakla mümkündü onun yanındayken. Onun gayretleriyle bitirdim liseyi dışarıdan. Bir de üniversiteye göndermeye kalktı beni. Torunlara tosunlara karışmış karısını 19 yaşındaki çıtır kızların yanında görünce pek bir heveslenmiş, pek bir mutlu olmuştu. Ben bitiremeden o göçtü gitti işte. Güya tarih okuyacak, bitirme ödevimi de köyümüzün Rum geçmişi üzerine yazacaktım. Mezuniyet törenimde kep takacak, torunlarım ve çocuklarımla birlikte Belgrad ormanına gidip piknik yapacaktık. Olmadı, Ercan’ın o kıpır kıpır ruhuna ayak uyduramadı kalbi.
Belki de o güleç yüzün arkasında stresli, sorunları içine atan bir babacan vardı. Ailesine göstermek istemedikleri birikmişti içinde, birikmiş ve sonunda kalbini esir almıştı. Bir buzdağı gibi güneş ışığında göz kamaştıran o bembeyaz onda birlik kısmını taşıyan karanlık bir onda dokuzluk kısım varmış demek... Öyle demişti doktor, “Stresin getirdiği bedensel rahatsızlıklar deprem gibidir, ne zaman nasıl vuracağı belli olmaz. Bir mideye vurur, bir deriye.” Bir anda, aniden bastıran bir yaz yağmuru gibi geldi kalbinin sektesi. Şaka mıydı gerçek miydi anlayamadık bile. Sel oldu götürdü Ercan’ımı…
Rukiye’nin yanında kalmak çok iyi geldi ama bir süre sonra bir şeylerin boğazımı sıktığını hissettim. Beni her görenin “Başın sağolsun abla, teyze, yenge…” demesinden usanmasaydım belki bir hafta daha kalırdım onun yanında ama dayanamadım. Bir de evimi özledim tabii. Ercan artık orda olmasa bile evim halen benim evimdi. Issız odalarında gezinmek onun sesine olan özlemimimi artıracak olsa da evime gelmek, boş salonda oturup, bu acıyla yüzleşmek istedim. Kaça kaça nereye gidebilirdim? Başkalarının omuzlarına başımı koyarak geciktirdiğim acı eninde sonunda benden intikamını alacaktı. Bunun erken olması geç olmasından iyidir diye düşündüm.
Bu sabah vardım eve, etrafın tozunu aldım, resimleri ıslak bezle silip, dantelleri makineye attım. Öğlene doğru temizlik işi bitince de bilgisayarın başına oturdum. Neredeyse bir aydır bakmadım elmeklerime. Hocama demiştim kocamın vefat ettiğini, bir ay bilgisayara bakamayacağımı. Kızım yaşında adam, anlamıştı, sorun yok demişti. Ercan burada olsa kızardı. Okuluna devam et, ne olursa olsun kendin için bitir bölümünü derdi. Bitireceğim Ercan’ım, bitireceğim. Köyümüzün tarihini yazıp, o siyah kepi kafama geçireceğim. Sen gelemezsen bile Hasan ve Fransız gelinim gelecek törene, Leyla ve ufak canavarı gelecek. Yazacağım köyün dışındaki o mağaralara sürülmüş Rumların tarihini. Köylerinden edilen, toprakları ellerinden alınan insanların çektiklerini…
İşte elmek kutum, işte hocamdan gelen, Hasan’dan gelen mesajlar. İşte … İşte… Ama! Ama! Bu da ne böyle? Aman Allahım! Ercan’ın elmek adresini birisi mi kullanmaya başladı? Nasıl olur da ondan elmek alırım? Hem de dün gönderilmiş. Şaka mı bu? Yoksa Hasan benimle oyun mu oynuyor? Yapar mı yapar! Babasının matraklık damarı var Hasan’da. Muzırlık dedin mi bir numara. Kesin bu onun oyunu. Açmayacağım ama! Sinirlendim biraz! Böyle şaka mı olur? İnsan azıcık düşünür annesinin acısını. Beni de kalpten göndermek istiyor herhalde babasının yanına. Açmayacağım, Hasan'ı arayacağım önce. Arayıp soracağım bu densizliğin hesabını. Aha kapı çalıyor
Tak tak tak…
Kim acaba bu saatte. Sabah beni binaya girerken kimse görmediydi. Pazar sabahı erkenden geldim ki konu komşu uykudayken sessizce süzüleyim apartmana. Sütçü bu saatte gelmez. Kapıcı da sabah servisini yapmıştır. Nesibe mi acaba? Fal bakmaya mı geldi?... Ah Nesibe, hani uzun bir ömür vaad etmiştin bize, hani üç vakte kadar Ercan’a ve bana sayahat görünüyordu. Yok ama Nesibe çağırmadan gelmez ki! Allah Allah! Kafam karıştı. Bir yanda ölmüş kocamdan gelen bir elmek, bir yandan ıssız eve ziyarete gelen komşular, Nesibe’nin hiçbir zaman doğru çıkmayan kehanetleri ...
Tak tak tak…
Dur bekle, çatlama geldim…
* * *
Devam edecek...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder