Bu Blogda Ara

10 Kasım 2019

Yüzsüz Bir Adamın Portresi


                                              
                   YÜZSÜZ BİR ADAMIN PORTRESİ 

Sandal ağacından oyulmuş taraklar, püsküllü iplere takılmış yeşim kolyeler ve renkli boncuklarla çevrelenmiş küçük bilezikler satan dükkânların yan yana dizili olduğu sokağı temizlemekle sorumlu olan yaşlı kadın gördü ilkin, suyun üzerinde kaplumbağa sırtı gibi duran ve utangaç bir kirpi gibi sığındığı köşede rüzgârın etkisiyle kıpırdayan siyah parlak çıkıntıyı. Boyası dökülmüş meşin bir top, ters dönmüş bir çamaşır leğeni ya da kırık bir mobilya parçası olabilirdi pekâlâ. Kenara vurmuş, suya inen merdivenin en alt basamağına dayanmış, akıntının yavaşlığından olsa gerek girdiği kuytuluktan bir türlü kurtulamamıştı. Zayıf bir damar gibi belli belirsiz atıyordu alttan vuran dalgaların dokunuşuyla. Yaşlı kadın kanal boyunca turist gezdiren yolcu teknesinin bağlandığı iskeleye yanaştı, elindeki maşayı ve çöp sepetini, dibine çöp atılmış ağaca yasladı ve suya doğru daha dikkatlice baktı. Bir an için suyun dibinden, balçığın ve çamurun pençelerinden kurtulup gelmiş olabileceğini de geçirdi aklından. Belki de yüzlerce yıl önce suya düşürülmüş değerli bir eşyaydı ve bunca zamandır suyun yüzüne çıkacağı, güneşi tekrar göreceği, insanların arasına tekrar karışacağı günün hayalini kurmuştu. Hayır, bir kaplumbağa ya da kanalın derinliklerinde yaşadığı söylenen canavar değildi bu! Değerli bir eşya olma ihtimali de oldukça düşüktü. Kadın eğildi, suyun üzerinde erimiş gümüş gibi parıldayan taze yakamozlara gözlerini ovuşturarak baktı.  

Aslında, kanalın temizliğinden kendisi sorumlu değildi. Kanalı temizlemekle sorumlu olanlar tekneyle gezerler ve ellerinde fileli kepçelerle suyun üzerinde gördükleri çöpleri toplayıp teknenin içindeki büyük sepetlere yığarlardı. Sonra da bu çöpleri parkın başındaki arıtma tesisine bırakırlardı. İyi ama, bu kocaman siyah çöpün kanalda mı yoksa iskelede mi sayılacağına karar verememişti temizlikçi kadın. İskelenin duvarına değdiğine göre sokağa dâhil edilebilirdi ya da suyun içinde ve merdivene uzak olduğu için kanalda sayılabilirdi.  Su seviyesinin yüksek olmadığı zamanlarda basamakları temizlediği oluyordu gerçi. Bu sabah, çamurla karışık yeşil rengini almış olan su, beş basamaklı beton merdivenin en alttaki iki basamağını yutmuş, okşayan dokunuşlarla üçüncü basamağın dibini serinletiyordu, tıpkı yazın bunaltıcı sıcağında ıslak bir dilin kurumuş dudakları sık sık yalaması ve bundan bıkmaması gibi. Saat yedi bile olmamıştı, geceden kalma sessizlik ve uyuşukluk henüz terk etmemişti kenti. Yer yer yosun tutmuş taşların üzerine uykucu bir köpek gibi yayılmış olan gölgeler, kenti, güneşin azgınlığına bırakacakları saati bekliyorlardı sabırsızlıkla. Eski bir reklam broşürünü, soyulmuş bir sosisin turuncu ambalajını ve çürümeye başlamış bir muzun kabuğunu görmezden geldi yaşlı kadın. Seyrek kaşları, dolgun yanakları ve yuvarlak yüzü aynı anda gerildi. En üst basamakta dikilip, bir eliyle kanal duvarından iskeleye bağlanmış kalın halatı tutarak suya doğru eğildi. Islanmış siyah kütlenin yüzeyinden yansıyan turuncu güneşin göz kırpışlarını kirpiklerinin uçlarındaki renkli baloncuklar sayesinde canlı canlı hissedebiliyordu.  Kanalın genişlediği ve sonradan tekrar daraldığı yukarı kısımlarda aynı güneş zor geçecek bir günün haberini verircesine, geçmişte susuz ütülendiği için parlayan gri bir kumaş parçası gibi pırpır titriyordu. Hayır, maalesef hayır, değerli bir tarihi eşya değildi bu, olsa olsa suya düşmüş büyük bir araba lastiği ya da su çektiği için şişmiş dev bir oyuncaktı. Kedi tarafından köşeye sıkıştırılmış zavallı bir fare gibi duvarın dibinden kurtarılmayı, kanal boyunca kaldığı yerden yoluna devam etmeyi bekliyordu. Kadın biraz daha eğildi, tehlikeli bir şey yaptığını bile bile suyun yüzeyine yüzünü iyice yanaştırdı. Siyah tümseğin suya değdiği yerde beyaz bir açıklığın olduğunu fark etti. “Yoksa!” diye geçirdi aklından, olasılıkların en kötüsünü. “Yoksa bir ceset miydi bu?”

Geriye dönüp çöp toplamak için kullandığı uzun saplı maşasını aldı eline. Aynı halata tutunarak parlak siyah nesneye maşanın ucuyla dokundu. Tahta gibi sert değildi ama sünger kadar yumuşak da değildi. Havası kaçmış top gibiydi en çok, dokunulan yer üzerine bastırıldıkça tepki veriyordu ve baskı ortadan kalkınca yüzey eski hâlini alıyordu. Hafifçe itti kütleyi basamağın dibine doğru. Sandığından da kolay oldu bu iş ama maşanın ucu kütlenin tam tepesine dokunamadığı için küçük adacık hem dönmeye hem de dengesi bozuk bir sal gibi yalpalamaya başladı. Minik dalgaları yararak kadına doğru ilerleyen kütle basamakların dibine vardığında neredeyse ters dönecekti. Yaşlı kadın gözünün önünde debelenen şeyin alabora olmuş bir kayığın dibi olduğuna ikna olacaktı ki, suyun güneş ışınlarını tek parça halinde yarıp net bir şekilde ikiye böldüğü yarıkta açık renkli bir cisim gördü. Suya batıp çıkan bu şeyi dikkatlice incelemek için biraz daha eğildi, o kadar ki suyun serinliğini hissedebiliyordu yüzünün görünmeyen tüylerinde. Bir balık ya da suya atılmış bir meyve kabuğu değildi, hayır hayır bu şey siyah kütlenin bir parçası, onun yalpalamasıyla görünüp kaybolan bir canlıydı. Belki bir fare ölüsü, bir sincabın kuyruğu ya da suya düşmüş beyaz bir kuşun kafası… Yaşlı kadın arkasına dönüp etrafında kimse olup olmadığını kontrol etti. Eğer suya düşerse onu kim kurtaracaktı? Sokak bomboştu, geceden kalma lambaların yarısı henüz sönmemişti, sokağın bittiği yerde başlayan köprüden tek tük bisikletler ve e-bisikletler geçiyordu. Sol tarafında kalan tarihi köprünün ve onarılmış kent duvarlarının üzerindeki mavimtırak sis, çözümsüz bir labirenti andıran kentin içlerine doğru usul usul çekiliyordu. Kadın cesaretini topladı, derin bir nefes aldı ve suya birkaç milim daha yaklaştı. Siyah kütleyi elindeki maşayla biraz daha güç harcayarak salladı. Az önce gördüğü beyaz parçayı görebilmekti amacı, hatta mümkünse başka parçaları da. Ve o anda, ipekle ilk defa tanışan tenin hissettiği türden bir ürpertiyle kendisine geldi yaşlı kadın. “Ay, ay, ay” diye bağırdı olduğu yerde. Kısa ve kesik çığlıklar attı birilerine keşfini duyurabilmek için. Evet, yanlış görmüyordu. Bir kulaktı bu, bildiğimiz insan kulağı; ortası pembe dışı beyaz, içi bir mağara ağzı gibi kıvrımlı küçük sevimli bir kulak.

*** Devamı yayımlanacak kitapta... 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder