Sevgili T B,
Birkaç haftadır Tanrı'nın varlığının kanıtları ve bu kanıtlara getirilen
felsefi itirazlar üzerine yazışıyoruz. En son gönderdiğim iletilerden sonra ben,
senin önerdiğin yazarın iki kitabını ve internet üzerinden konuyla ilgili
onlarca makale okudum. İtiraf edeyim ki
bu konularda yazmak bana artık eskiden olduğu gibi haz vermiyor. Bunun en büyük
nedeni Tanrı'nın varlığının kanıtları konusunda son birkaç yüzyıldır ortaya yeni bir tezin
ortaya konmamış olması. Bir kere bu temel argümanları (Thomas Aquinas’ın
derleyip topladığı beş kanıtı) okuyup sindirdikten sonra, okunan her metin aynı
şarkının bitmez tükenmez nakaratlarını dinlemekten farksız geliyor bana. Aynı argümanları ısıtıp ısıtıp önümüze
koyuyorlar, sanki kendileri bunları yeni bulmuş gibi. Sürekli deştikleri
konularda uzmanlaşıp bir de popülerlik kazanıyorlar, televizyonlarda boy
gösteriyorlar, pop yıldızları gibi arkalarında bir hayran kitlesi oluşuyor. Kısacası
banal bir tartışma ortamı oluşmuş durumda. Okumayan, düşünmeyen bir kitle;
kendilerini yönlendirecek, inançlarına ters düşmeyecek bir rehber arıyorlardı.
Günümüzün konjonktürüne uygun, post-modern birisini de bulmuşlar sanırım. Senin bana önerdiğin yazar; okudukça, izledikçe düştü
gözümden. Üniversitedeki konumuna ve çalıştığı konulara kıyasla yazdıkları bana
çok banal, tek taraflı, tartışma zemininden uzak geldi. O konumda birisinden çok daha derinlikli, çok daha detaylı çözümlemeler beklerdim. Sonuçta işi bu, sabah akşam bu konular üzerine kafa yoruyor.
Tartışmanın gündelik hayattaki yansımasının minimal olması
da bu banallığı etkileyen başka bir etken. İnanan insan kanıtlar olmadan da
inanıyor zaten. Bir inancın faydalı olması için doğru olması gerekmez ki! “Placebo
etkisi” diye adlandırılabilecek önemli bir yanı var; dinsel olsun, din dışı
olsun her türlü inanışın. Örneğin benim annem yüzde yüz inançlı bir insandır.
Çünkü inanmış olması onun hayatını kolaylaştırır, işlerini tanzim eder, karar
vermesinde yardımcı olur, ikilemlerden kurtarır. Kendisi için daha iyi bir
alternatif bulamadığı için de inanmaya ve inancı doğrultusunda ibadet etmeye
devam eder. Tanrı varsa da yoksa da onun hayatında inanmış olmanın getirdiği
bir yarar vardır. Bu pragmatik yarar kuramsal bir doğruluğu gerektirmez. Tıpkı
kanser hastalarının kanser olmadıklarına inanıp, kazandıkları moralle biraz
daha uzun yaşamaları gibi.
İnanmayan insan ise kanıtların yetersiz olduğuna inandığı
için inanmamaya devam eder. Sırf ortaya atılan felsefi kanıtlardan ya da karşıt
kanıtlardan dolayı bir insanın inancından vaz geçtiği çok nadiren görülebilecek
bir şeydir. Çünkü felsefi argümanlara açık olmak için kuşku duymak gerekir.
Oysa kuşku imanın zıttıdır. Kur’an bu yüzden daha Bakara’nın en başında
“Zalikel kitabu la raybe fihi …” der. Yani “Bu kitap ki içinde kuşkuya yer
yoktur…” Tek bir cümleyle kesip atar kuşku filizlerini. Ya her bir cümlesine
inanacaksın ya da okumayı hemen şimdi bırakacaksın. Okuyarak imana eremezsin,
okumadan önce inanmış olman gerekir. Bu ufak bir ayrıntı gibi görünse de çok
önemli bir noktadır. Bu yüzden Kur'anda sıklıkla geçen "Lealleküm tağkilun", "lealleküm tefekkürün" (akıl etmiyor musunuz?, düşün müyür musunuz?) ifadeleri imanı arttırdığı sürece tecviz edilir. Aksi takdirde kişi kuşku batağına saplanmıştır ve yanlış yola girmiştir. Gazali'nin ortodoks İslam'da ısrarı da İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd gibi zamanın filozoflarının kuşku duymada Yunan fllozoflarını kendilerine rehber edinip, İslamın izin verdiği çizgiyi aşmış olmalarından dolayıdır.
Okumayı kolaylaştırmak için bu yazıya ara başlıklar
ekleyeceğim. Bu başlıkların büyük bir çoğunluğu soru niteliğinde olacaklar.
Peşinden gelen paragrafta da soruyu yanıtlamaya çalışacağım. Bu arada bir
konuya açıklık getireyim. Yazının tamamında Allah sözcüğü yerine, Tanrı
kelimesini kullanacağım. Bunun en büyük nedeni Allah sözcüğünün İslam dinindeki
Tanrı’ya verilen ad olmasıdır. Zaten dilbilimcilerin çoğunun düşüncesine göre
Allah sözcüğü, Arapça’daki El-İlah* (The God) ifadesinden gelmiştir. Yani özel
bir isim bile değildir Allah. Sadece tüm tanrılar içinde özel olan bir
Tanrı’dır. Bu özel olma durumunu da büyük T kullanarak vermiş oluyorum zaten.
Tanrı’nın Varlığını
ya da Yokluğunu Kanıtlama Sorumluluğu Kimin Üzerindedir?
Bu soruyla başlamak önemli çünkü “Ateistler Tanrı’nın
yokluğunu kanıtlayamıyorlar.” cümlesi sıklıkla duyduğum bir cümle. Kanıtlanması
gereken şey Tanrı’nın yokluğu değil, varlığıdır. Nasıl ki yoldan çevirdiğiniz
bir vatandaşa “Masum olduğunu kanıtla.”diyemeyiz, Tanrı’ya inanmayan (ateist ya
da tanrıtanımaz) bir insana da “O halde yokluğunu kanıtla.” diyemeyiz. Çünkü
iddia sahibi iddiasını kanıtlamak zorundadır ve burada iddia sahibi Tanrı’ya
inanan (teist ya da tanrıtanır) kişidir. Bu konuda Russell, “Bir insan güneşin
etrafında dönmekte olan bir çaydanlığın** var olduğunu ve bu çaydanlığın elimizdeki
bilimsel araçlarla tespit edilemeyeceğini iddia ediyorsa, bu iddiasını
kanıtlamak zorundadır.” der. Çünkü çaydanlığın olmadığını kanıtlamak istesek
bile bunu beceremiyeceğimiz bir gerçektir. Bunun yanında çaydanlık iddiası
olmadan da gayet güzel bir şekilde yaşıyorduk dolayısıyla bizi bozan bir durum
olmayacaktır ortada.
Örnekten gerçeğe dönersek, tanrıtanımaz için ortada bir
sorunun olmadığını söyleyebiliriz. O zaten yolunu bulmuş, hayatını elinden
geldiğince doğru bildiği normlar etrafında idame ettirme çabasındadır. İnsan yaşamı sırasında Tanrı’nın var olduğunu
doğrudan gerektirecek herhangi net bir kanıta rastlamaz. Dinbilimcilerin ortaya
attıkları kanıtların hiçbirisi doğrudan gözlemin ya da herhangi bir bilimsel
deneyin sonucu değildir. Olsa olsa spekülatif akıl yürütme olarak sınıflandırılabilirler. İleride bu konuya detaylı olarak değineceğim. Şimdilik
olası bir kanıtın yöntemi üzerindeki düşüncelerimi yazayım.
İstatistikten birkaç terim ödünç alıp izah edeceğim. Yoldan
çevirdiğimiz vatandaşın masum olduğu bizim varsayılan hipotezimizdir (null
hypothesis). Adam masumdur çünkü masum olmasaydı hapishanede olurdu. Onun kendi
masumiyetini kanıtlaması için o güne kadar yaşadığı her anı ve bu tüm anlarda
kanunların aksi yönünde bir eylemde bulunmadığını bize göstermesi
gerekmektedir. Pratik anlamda bu olanaksızdır. Eğer adamın suçlu olduğunu
düşünüyorsanız bir savcı olarak onun suçluluğunu kanıtlamak sizin görevinizdir.
Adamın suçlu olması durumu istatistikte alternatif hipotez (alternative
hypothesis) olarak adlandırılır. Savcı adamın kuyumcuda çekilmiş soygun
görüntülerini elde etmişse, adamın aleyhine tanıklık edecek iki şahit bulmuşsa,
kuyumcu dükkânının sağında solunda parmak izine rastlamışsa; bu kanıtlar
eşliğinde adam için tutuklama emri çıkaracaktır. Yok eğer kamera görüntülerinde
adam yoksa, parmak izleri başka birisine aitse, tanıklar adama bakıp “soyguncu
bu değildi, onun bıyığı vardı” diyorsa; bu durumda adam hakkında tutuklama
kararı çıkaramayacaktır. Yalnız tutuklama kararının çıkmamasının nedeni adamın
masumiyeti değildir, aleyhine yeterli kanıt olmamasıdır. Aslına bakılırsa
bizler de masum olduğumuz için değil, hakkımızda bizi hapse tıkacak kadar
sağlam kanıtlar olmadığı için dışarıdayız.
Gözlemlerimizle ya da deneylerimizle nesnel olarak Tanrı’yı
algılayamadığımız bir gerçek. Örneğin hava vardır, göremeyiz ama hissederiz ya
da bilimsel deneyler aracılığıyla havanın varlığını kanıtlayabliriz. Işık
vardır; göremeyiz ama nesnelerden yansıyan fotonlardan onun varlığını
çıkarımsarız. Işığın dalga mı yoksa parçacık mı olduğunu nesnelerden yansıyan
ışığı gözlemleyerek anlayamayız ama kontrollü deney odalarında ışığın her iki
modele de uygun davrandığını kanıtlarız. Bilim, adı üzerinde, bilinenlerin
bilgisinden ibarettir. Evrende gözlemlenebilecek ve deneylenebilecek konuları
ele alır, onlar hakkında hipotezler üretir, bu hipotezleri çürütür ya da
çürütemediği için çürütene kadar doğruluğunu kabul eder. Dolayısıyla bilimsel
doğruların hepsi tam anlamıyla doğru değildir. Daha iyi bir model gelip, daha
fazla soruyu yanıtlayana kadar kullanırız bu kuramları. Bilim insanı bu yüzden
mütevazi olmak zorundadır çünkü asla bildiklerinden emin olamaz. Sadece
elindeki verilerin ışığı altında oluşturduğu sistemin doğru olduğunu iddia
edebilir. Bu küçümsenecek bir durum değildir çünkü günümüzde kullandığımız
uçaklardan tut, elektronik sistemlere kadar her şey doğruluklarından yüzde yüz
emin olamadığımız bu kuramlar üzerine kuruludur.
Bilimin doğasını bu şekilde izah ettikten sonra bilimle
Tanrı arasındaki ilişkiye bakalım. Tanrı, tanımı gereği aşkın (transcendental)
bir varlıktır. Yani bir madde değildir, atomlardan oluşmamıştır. Yine tanımı
gereği sonsuz ve sınırsızdır. Yani sonlu olduğunu bildiğimiz evrene sığmayacak
kadar büyüktür. Kısacası dinlerin tanımına göre Tanrı hakkında bildiğimiz tek
şey aslında onun var olduğudur. Bu varlık, bildiğimiz varlık formlarının
dışında bir formdur ve dolayısıyla elimizdeki alet edevatla bu varlığı
algılamamız, ölçmemiz, tartmamız, varlığını ya da yokluğunu iki kere iki dört
edercesine kanıtlamamız olanaksızdır. Bu yüzden bilim insanı Tanrı hipotezini
soruların dışında tutarak yürütür çalışmalarını. Asla varlığını
kanıtlayamayacağı neden konu edinsin ki? İstiyorsa yine inanabilir, bunda
bilimsel anlamda mantıksal bir çelişki yoktur. Yalnız eğer Tanrı’nın varlığı
hipotezini bilimsel olarak henüz açıklayamadığı yerlerde kullanacaksa, bu
durumda hipotezi kanıtlaması şarttır. Aksi takdirde doğruluğu kanıtlanmamış bir
hipotez üzerine kuram inşa etmiş olur ki böylesi bir kuramın doğruluk dayanağı
yoktur.
Ara başlıkta verdiğim soruya dönersem, Tanrı’nın varlığını
kanıtlama sorumluluğu Tanrı’ya inanan kişiye aittir. Bir tanrıtanımaz için
böyle bir sorumluluk yoktur. Dolayısıyla “Ateistler Tanrı’nın yokluğunu
kanıtlayamıyorlar.” ifadesi hem semantik açıdan hem de mantıksal açıdan
hükümsüzdür. Bir insan önüne getirilen kanıtları yetersiz gördüğü için Tanrı’nın
varlığına inanmaz. Çünkü yukarıda saydığım nedenlerden dolayı varsayılan
hipotez Tanrı’nın yok olduğudur. Biz bir savcı gibi davranıp varsayılan
hipotezi reddetmek için kanıt toplamak zorundayız. Kimi savcı en basit bir
kanıta bakıp, çok da derin düşünmeden hemen varsayılan hipotezi reddetme yoluna
gidebilir. Kimi savcı da derin düşündüğü ya da önüne getirilen kanıtlarla
tatmin olmadığı için ikna olmayabilir. Sonuç olarak söyleyeceği cümle de zaten
“Tanrı yoktur.” olmayacaktır. “Tanrı’nın yokluğunu inkar etmeye yetecek kadar
elimizde kanıt yoktur.” diyecektir. Bu
ikisi arasında bilimsel olarak ciddi bir fark vardır. “Tanrı yoktur.” diyen
kişi Tanrı’nın yok olduğunu kanıtlamış gibi kesin bir argüman ileri sürmektedir.
Oysa ikinci cümle “Aradım bulamadım. Aramaya devam ediyorum. Kanıtlar artarsa
ikna olabilirim.” demektir.
Kimilerine göre bu şekilde konuşan bir insan kibirlidir.
Bana göre aklının ve bu konuları düşünmeden önceki inancının gerektirdiği gibi
davranıyordur. Eldeki kanıtlara bakıp çabucak ikna olan insana göre daha az
kibirli değildir. Kibir kelimesi
taşıdığı olumsuz anlam nedeniyle burada zaten gereksiz bir konumdadır.
Tanrı’nın varlığına inanmadığını açıkça ifade eden pek çok iyi insan vardır
tarihte ve günümüzde. Bunun yanında Tanrı’nın varlığına inanıp da milyonlarca
insanın katili olmuş kişiler de vardır. Tanrı inancı tek başına insanı ne iyi
ne de kötü yapar. Bu yüzden inanmayan bir insanı aşağılamak, ona kibirli ya da
mağrur muamelesi yapmak bir bakıma onun inançsızlığına karşı duyulan
hazımsızlığın, daha popüler bir ifadeyle saygısızlığın sonucudur.
Maalesef iki
kitap okuyup, azıcık konuya hakim olan herkes inanmayanları Tanrı’ya karşı
küstahlıkla, akılsızlıkla, ahmaklıkla suçlamaktadır. Benim bildiğim kadarıyla
Russell ne akılsız bir insandı ne de ahmaktı. Tam tersine devrinin en zeki matematikçilerinden
biriydi. Kendisine Tanrı hakkında sorulduğunda şöyle demiştir***. Ben Tanrı’ya
inanmıyorum. Eğer varsa ve öldükten sonra beni sorgularsa kendisine “Dünyaya
koyduğun kanıtlar yetersizdi. İkna olamadım.” diyeceğim. Ben burada kibirden
ziyade cesaret görüyorum. İşini garantiye almak için, Pascal**** gibi ödlekçe “Ne
olur ne olmaz, ya varsa! En iyisi biz inanalım.” demek yerine; inançsızlığının
arkasında durmuştur.
Şimdilik bu kadar. Mektup uzayacak. Aşağıda gelecek
kısımların başlıklarını bulabilirsin. Başka bir şey yazmaksızın bu konuya devam edeceğim.
Tanrı’nın Var Olup
Olmadığını Bilmek Ne Kadar Önemlidir?
Yanıtlanmamış Sorular
ve Kontrolsüz Evren Deneyi
Kozmolojik ve
Teleolojik Kanıtlara Verilebilecek Yanıtlar
Ahlak ve Arzular
Kanıtına Verilecek Yanıtlar
Olasılık, Filtreleme
ve Artan p-değeri
Tanrı’nın Varlığı
Dışında Yanıtlanması Gereken Sorular
* Türkçede, Arapçadaki “el” önekini karşılayacak bir kelime
yok. İngilizcedeki “the” ile aynı görevi görmektedir. Dolayısıyla Allah (El-ilah)
sözcüğünün İngilizce karşılığı da “The God” olmalıdır. İslam’dan önce Arap putperestler ve
Hristiyanlar tarafından da kullanılmıştır. Kökeni milattan önce 100 yıllarında
yaşamış semitik bir dil konuşan Nebatilere kadar gitmektedir. Peygamberin
babasının adının Abdullah oluşu da aslında Allah sözcüğünün Arap yarımadasında
kullanıldığının bir kanıtıdır. Bu konuda wikipedia’daki makale kısa ve
bilgilendiricidir. http://en.wikipedia.org/wiki/Allah Türkçedeki “Tanrı” sözcüğünün etimolojik kökeni
için: http://en.wikipedia.org/wiki/Tengri
** Russell’ın çaydanlık örneğini detaylı olarak buradan
okuyabilirsin: http://en.wikipedia.org/wiki/Russell's_teapot
*** Attributed to Russell in the New York
Times article So God's Really in the Details? (May 11, 2002) by Emily Eakin, where
she writes: "Asked what he would say if God appeared to him after his death
and demanded to know why he had failed to believe, the British philosopher and
staunch evidentialist Bertrand Russell replied that he would say, 'Not enough
evidence, God! Not enough evidence.'
Actually, the quote is slightly inaccurate. The original source of this line comes from an article by Leo Rosten published in Saturday Review/World (February 23, 1974) which features an interview with Russell. There, Rostenwrites: "Confronted with the Almighty, [Russell] would ask, 'Sir, why did you not give me better evidence?'"
Actually, the quote is slightly inaccurate. The original source of this line comes from an article by Leo Rosten published in Saturday Review/World (February 23, 1974) which features an interview with Russell. There, Rostenwrites: "Confronted with the Almighty, [Russell] would ask, 'Sir, why did you not give me better evidence?'"
Source: http://en.wikiquote.org/wiki/Bertrand_Russell#What_I_Believe_.281925.29
**** Pascal’ın bir kumardan farksız olan düşünce silsilesi
şuradan okunabilir: http://en.wikipedia.org/wiki/Pascal's_Wager
Hocam vakit ayırıp uzunca mektup yazdığınız için teşekkür ederim. Benimde söylemek istediklerim var.
YanıtlaSilSizin verdiginiz örnekten gidersek.Dışarıdaki insanların, suçlu oldukları lehine kanıt olmadığı sürece, hapise atmamak yerinde olur.Çünkü sizinde dediginiz gibi eğer insanların suçlu olduklarını düşünsek ve herkes masum olduğunu kanıtlamaya çalışsa herhalde herkes işi gücü bırakıp bununla uğraşması gerekir. Bu yüzden kanıtı savcıların öne sürmesi gerekir. Yani ,teistlerin Tanrının varligina işaret eden kanıtları göstermesi gerekir. Ama hocam şöyle bir şeyde var. Tanrının yokluğu, en az Tanrının varlığı kadar metafiziksel bir iddaa olduğu için, bence ateistlerinde doğru kabul ettiği onermeyi desteklemesi gerekir. Örneğin ben derim ki; Sariyerde yatılı bir okul vardır. Ve hemen gidip Darüşşafaka okulunu gosteririm.Ama buna zıt olarak Sariyerde yatılı okul yoktur diyen birisi, onermesini doğrulamak için Sariyerin her metrekaresine, hatta denizin içine bile bakması gerekir ki Sariyerde yatılı bir okul yoktur diyebilsin.Sonuçta ateistlerinde dogrulugunu kabul ettiği bir önerme vardır. Bu onermesini doğrulamak için her bir şeyi bilmesi gerekir ki Tanrı yoktur diyebilsin. Vatandaş örneğine dönecek olursak.
Ateistlerin işide, dışardaki insanların tüm hayatları boyunca kendi masumiyetlerini kanıtlaması kadar zor birseydir. Bu yüzden yeteri kadar kanıt(işaret) yok diye Tanrının var olduğuna inanmayabiliriz fakat inkar edemeyiz. Ayni açıdan bakicak olursak dışarıdaki insanların suçlu olduklarına dair yeteri kadar kanitimiz yok ise, hapise atılmaz ama sizinde dediginiz gibi masum olduklarınında kanıtı olamaz. Neden Tanrının varlığına inaniyorsun sorusu olduğu gibi, neden Tanrının yokluğuna inaniyorsun sorusunun cevabıda verilmelidir.
Fakat şu ayırımı yapmak laZım.benim bu dediğim sadece Tanrıyla ılgili onermeler olduğu için geçerlidir çünkü bir ejdarhada olabilir ama onun varolması benim hayatimda birşey degistirmez yada onun varlığını düşünecek herhangi bir sebep yoktur.Daha doğrusu ejdahalarin varlığını inkâr edemeyiz ama ejdahalarin varolduklarinı söylemekte yerinde olmaz.Sonuç olarak bana gore Ateistlerin de gorevi vardır.
Ayrıca hocam şunu sormak istiyorum. Ateistler Tanrının varlığına kanıt eksikliginden mi ateisttir yoksa yokluğuna dair sebepleri olduğundan ötürü mü?
TB
Ateistlerin Tanrı diye bir dertleri yoktur. Teizm olmasaydı zaten herkes otomatik olarak ateist olurdu. Dolayısıyla bir insan ateistim diyorsa bunun nedeni kanıtlarla ikna olmamasıdır. İddiayı ortaya koyan kişi kanıtla sorumludur. Bu yüzden eski dilde savcı "müddei" (iddia eden) demektir.
YanıtlaSilBana artık yanıt yazma istersen. Elimden geldiğince açık yazıyorum. Yazıları oku ve başka konulara yönel. Başka kitaplar oku. Zamanla sorularının yanıtlarını bulacaksın. Acele etmeye gerek yok. Çoğu zaman yanıtlar biz onları aramadığımız zamanlarda çıkarlar karşımıza. Sana şu ya da bu tarafı tut demiyorum. Sadece aklını kullan. Bu söylediğim sanıldığından çok daha zordur çünkü toplumsal baskılardan kolay kolay koparamayız zihnimizi.
Bu arada derslerine çalışıyorsun değil mi? Umarım bir sıkıntı yoktur matematikte.
Arkadaşlarına selam,
A.
Ateist yeterli kanıt olmadığı için Tanrı'nın varlığına inanmayı gereksiz görür. Bu Tanrı yoktur demek değildir. Tanrı'nın varlığını gerekçelendirecek kanıtlar yetersizdir demektir. Aynı şeyi ejderha için de söyleyebiliriz. Şu anda bulunduğum odada görünmeyen ejderhalar olduğunu kanıtlayamadığım için yokmuş gibi davranırım. Kuramsal olarak bu iki ifade arasında dağlar kadar fark olsa da pratikte bir fark olmayabilir. Savcı aleyhine delil bulamadığı şüpheliye "sen masumsun" diyemez ama pratikte şüpheliyi tıpkı masummuş gibi serbest bırakır.
YanıtlaSil