Bu Blogda Ara

27 Nisan 2014

T. B.'ye Mektup (1)

Sevgili T B,

Birkaç haftadır Tanrı'nın varlığının kanıtları ve bu kanıtlara getirilen felsefi itirazlar üzerine yazışıyoruz. En son gönderdiğim iletilerden sonra ben, senin önerdiğin yazarın iki kitabını ve internet üzerinden konuyla ilgili onlarca makale okudum.  İtiraf edeyim ki bu konularda yazmak bana artık eskiden olduğu gibi haz vermiyor. Bunun en büyük nedeni Tanrı'nın varlığının kanıtları konusunda son birkaç yüzyıldır ortaya yeni bir tezin ortaya konmamış olması. Bir kere bu temel argümanları (Thomas Aquinas’ın derleyip topladığı beş kanıtı) okuyup sindirdikten sonra, okunan her metin aynı şarkının bitmez tükenmez nakaratlarını dinlemekten farksız geliyor bana.  Aynı argümanları ısıtıp ısıtıp önümüze koyuyorlar, sanki kendileri bunları yeni bulmuş gibi. Sürekli deştikleri konularda uzmanlaşıp bir de popülerlik kazanıyorlar, televizyonlarda boy gösteriyorlar, pop yıldızları gibi arkalarında bir hayran kitlesi oluşuyor. Kısacası banal bir tartışma ortamı oluşmuş durumda. Okumayan, düşünmeyen bir kitle; kendilerini yönlendirecek, inançlarına ters düşmeyecek bir rehber arıyorlardı. Günümüzün konjonktürüne uygun, post-modern birisini de bulmuşlar sanırım.  Senin bana önerdiğin yazar; okudukça, izledikçe düştü gözümden. Üniversitedeki konumuna ve çalıştığı konulara kıyasla yazdıkları bana çok banal, tek taraflı, tartışma zemininden uzak geldi. O konumda birisinden çok daha derinlikli, çok daha detaylı çözümlemeler beklerdim. Sonuçta işi bu, sabah akşam bu konular üzerine kafa yoruyor.

Tartışmanın gündelik hayattaki yansımasının minimal olması da bu banallığı etkileyen başka bir etken. İnanan insan kanıtlar olmadan da inanıyor zaten. Bir inancın faydalı olması için doğru olması gerekmez ki! “Placebo etkisi” diye adlandırılabilecek önemli bir yanı var; dinsel olsun, din dışı olsun her türlü inanışın. Örneğin benim annem yüzde yüz inançlı bir insandır. Çünkü inanmış olması onun hayatını kolaylaştırır, işlerini tanzim eder, karar vermesinde yardımcı olur, ikilemlerden kurtarır. Kendisi için daha iyi bir alternatif bulamadığı için de inanmaya ve inancı doğrultusunda ibadet etmeye devam eder. Tanrı varsa da yoksa da onun hayatında inanmış olmanın getirdiği bir yarar vardır. Bu pragmatik yarar kuramsal bir doğruluğu gerektirmez. Tıpkı kanser hastalarının kanser olmadıklarına inanıp, kazandıkları moralle biraz daha uzun yaşamaları gibi.

İnanmayan insan ise kanıtların yetersiz olduğuna inandığı için inanmamaya devam eder. Sırf ortaya atılan felsefi kanıtlardan ya da karşıt kanıtlardan dolayı bir insanın inancından vaz geçtiği çok nadiren görülebilecek bir şeydir. Çünkü felsefi argümanlara açık olmak için kuşku duymak gerekir. Oysa kuşku imanın zıttıdır. Kur’an bu yüzden daha Bakara’nın en başında “Zalikel kitabu la raybe fihi …” der. Yani “Bu kitap ki içinde kuşkuya yer yoktur…” Tek bir cümleyle kesip atar kuşku filizlerini. Ya her bir cümlesine inanacaksın ya da okumayı hemen şimdi bırakacaksın. Okuyarak imana eremezsin, okumadan önce inanmış olman gerekir. Bu ufak bir ayrıntı gibi görünse de çok önemli bir noktadır. Bu yüzden Kur'anda sıklıkla geçen "Lealleküm tağkilun", "lealleküm tefekkürün" (akıl etmiyor musunuz?, düşün müyür musunuz?) ifadeleri imanı arttırdığı sürece tecviz edilir. Aksi takdirde kişi kuşku batağına saplanmıştır ve yanlış yola girmiştir. Gazali'nin ortodoks  İslam'da ısrarı da İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd gibi zamanın filozoflarının kuşku duymada Yunan fllozoflarını kendilerine rehber edinip, İslamın izin verdiği çizgiyi aşmış olmalarından dolayıdır. 

Okumayı kolaylaştırmak için bu yazıya ara başlıklar ekleyeceğim. Bu başlıkların büyük bir çoğunluğu soru niteliğinde olacaklar. Peşinden gelen paragrafta da soruyu yanıtlamaya çalışacağım. Bu arada bir konuya açıklık getireyim. Yazının tamamında Allah sözcüğü yerine, Tanrı kelimesini kullanacağım. Bunun en büyük nedeni Allah sözcüğünün İslam dinindeki Tanrı’ya verilen ad olmasıdır. Zaten dilbilimcilerin çoğunun düşüncesine göre Allah sözcüğü, Arapça’daki El-İlah* (The God) ifadesinden gelmiştir. Yani özel bir isim bile değildir Allah. Sadece tüm tanrılar içinde özel olan bir Tanrı’dır. Bu özel olma durumunu da büyük T kullanarak vermiş oluyorum zaten.

Tanrı’nın Varlığını ya da Yokluğunu Kanıtlama Sorumluluğu Kimin Üzerindedir?

Bu soruyla başlamak önemli çünkü “Ateistler Tanrı’nın yokluğunu kanıtlayamıyorlar.” cümlesi sıklıkla duyduğum bir cümle. Kanıtlanması gereken şey Tanrı’nın yokluğu değil, varlığıdır. Nasıl ki yoldan çevirdiğiniz bir vatandaşa “Masum olduğunu kanıtla.”diyemeyiz, Tanrı’ya inanmayan (ateist ya da tanrıtanımaz) bir insana da “O halde yokluğunu kanıtla.” diyemeyiz. Çünkü iddia sahibi iddiasını kanıtlamak zorundadır ve burada iddia sahibi Tanrı’ya inanan (teist ya da tanrıtanır) kişidir. Bu konuda Russell, “Bir insan güneşin etrafında dönmekte olan bir çaydanlığın** var olduğunu ve bu çaydanlığın elimizdeki bilimsel araçlarla tespit edilemeyeceğini iddia ediyorsa, bu iddiasını kanıtlamak zorundadır.” der. Çünkü çaydanlığın olmadığını kanıtlamak istesek bile bunu beceremiyeceğimiz bir gerçektir. Bunun yanında çaydanlık iddiası olmadan da gayet güzel bir şekilde yaşıyorduk dolayısıyla bizi bozan bir durum olmayacaktır ortada.

Örnekten gerçeğe dönersek, tanrıtanımaz için ortada bir sorunun olmadığını söyleyebiliriz. O zaten yolunu bulmuş, hayatını elinden geldiğince doğru bildiği normlar etrafında idame ettirme çabasındadır.  İnsan yaşamı sırasında Tanrı’nın var olduğunu doğrudan gerektirecek herhangi net bir kanıta rastlamaz. Dinbilimcilerin ortaya attıkları kanıtların hiçbirisi doğrudan gözlemin ya da herhangi bir bilimsel deneyin sonucu değildir. Olsa olsa spekülatif akıl yürütme olarak sınıflandırılabilirler. İleride bu konuya detaylı olarak değineceğim. Şimdilik olası bir kanıtın yöntemi üzerindeki düşüncelerimi yazayım. 

İstatistikten birkaç terim ödünç alıp izah edeceğim. Yoldan çevirdiğimiz vatandaşın masum olduğu bizim varsayılan hipotezimizdir (null hypothesis). Adam masumdur çünkü masum olmasaydı hapishanede olurdu. Onun kendi masumiyetini kanıtlaması için o güne kadar yaşadığı her anı ve bu tüm anlarda kanunların aksi yönünde bir eylemde bulunmadığını bize göstermesi gerekmektedir. Pratik anlamda bu olanaksızdır. Eğer adamın suçlu olduğunu düşünüyorsanız bir savcı olarak onun suçluluğunu kanıtlamak sizin görevinizdir. Adamın suçlu olması durumu istatistikte alternatif hipotez (alternative hypothesis) olarak adlandırılır. Savcı adamın kuyumcuda çekilmiş soygun görüntülerini elde etmişse, adamın aleyhine tanıklık edecek iki şahit bulmuşsa, kuyumcu dükkânının sağında solunda parmak izine rastlamışsa; bu kanıtlar eşliğinde adam için tutuklama emri çıkaracaktır. Yok eğer kamera görüntülerinde adam yoksa, parmak izleri başka birisine aitse, tanıklar adama bakıp “soyguncu bu değildi, onun bıyığı vardı” diyorsa; bu durumda adam hakkında tutuklama kararı çıkaramayacaktır. Yalnız tutuklama kararının çıkmamasının nedeni adamın masumiyeti değildir, aleyhine yeterli kanıt olmamasıdır. Aslına bakılırsa bizler de masum olduğumuz için değil, hakkımızda bizi hapse tıkacak kadar sağlam kanıtlar olmadığı için dışarıdayız.

Gözlemlerimizle ya da deneylerimizle nesnel olarak Tanrı’yı algılayamadığımız bir gerçek. Örneğin hava vardır, göremeyiz ama hissederiz ya da bilimsel deneyler aracılığıyla havanın varlığını kanıtlayabliriz. Işık vardır; göremeyiz ama nesnelerden yansıyan fotonlardan onun varlığını çıkarımsarız. Işığın dalga mı yoksa parçacık mı olduğunu nesnelerden yansıyan ışığı gözlemleyerek anlayamayız ama kontrollü deney odalarında ışığın her iki modele de uygun davrandığını kanıtlarız. Bilim, adı üzerinde, bilinenlerin bilgisinden ibarettir. Evrende gözlemlenebilecek ve deneylenebilecek konuları ele alır, onlar hakkında hipotezler üretir, bu hipotezleri çürütür ya da çürütemediği için çürütene kadar doğruluğunu kabul eder. Dolayısıyla bilimsel doğruların hepsi tam anlamıyla doğru değildir. Daha iyi bir model gelip, daha fazla soruyu yanıtlayana kadar kullanırız bu kuramları. Bilim insanı bu yüzden mütevazi olmak zorundadır çünkü asla bildiklerinden emin olamaz. Sadece elindeki verilerin ışığı altında oluşturduğu sistemin doğru olduğunu iddia edebilir. Bu küçümsenecek bir durum değildir çünkü günümüzde kullandığımız uçaklardan tut, elektronik sistemlere kadar her şey doğruluklarından yüzde yüz emin olamadığımız bu kuramlar üzerine kuruludur.

Bilimin doğasını bu şekilde izah ettikten sonra bilimle Tanrı arasındaki ilişkiye bakalım. Tanrı, tanımı gereği aşkın (transcendental) bir varlıktır. Yani bir madde değildir, atomlardan oluşmamıştır. Yine tanımı gereği sonsuz ve sınırsızdır. Yani sonlu olduğunu bildiğimiz evrene sığmayacak kadar büyüktür. Kısacası dinlerin tanımına göre Tanrı hakkında bildiğimiz tek şey aslında onun var olduğudur. Bu varlık, bildiğimiz varlık formlarının dışında bir formdur ve dolayısıyla elimizdeki alet edevatla bu varlığı algılamamız, ölçmemiz, tartmamız, varlığını ya da yokluğunu iki kere iki dört edercesine kanıtlamamız olanaksızdır. Bu yüzden bilim insanı Tanrı hipotezini soruların dışında tutarak yürütür çalışmalarını. Asla varlığını kanıtlayamayacağı neden konu edinsin ki? İstiyorsa yine inanabilir, bunda bilimsel anlamda mantıksal bir çelişki yoktur. Yalnız eğer Tanrı’nın varlığı hipotezini bilimsel olarak henüz açıklayamadığı yerlerde kullanacaksa, bu durumda hipotezi kanıtlaması şarttır. Aksi takdirde doğruluğu kanıtlanmamış bir hipotez üzerine kuram inşa etmiş olur ki böylesi bir kuramın doğruluk dayanağı yoktur. 

Ara başlıkta verdiğim soruya dönersem, Tanrı’nın varlığını kanıtlama sorumluluğu Tanrı’ya inanan kişiye aittir. Bir tanrıtanımaz için böyle bir sorumluluk yoktur. Dolayısıyla “Ateistler Tanrı’nın yokluğunu kanıtlayamıyorlar.” ifadesi hem semantik açıdan hem de mantıksal açıdan hükümsüzdür. Bir insan önüne getirilen kanıtları yetersiz gördüğü için Tanrı’nın varlığına inanmaz. Çünkü yukarıda saydığım nedenlerden dolayı varsayılan hipotez Tanrı’nın yok olduğudur. Biz bir savcı gibi davranıp varsayılan hipotezi reddetmek için kanıt toplamak zorundayız. Kimi savcı en basit bir kanıta bakıp, çok da derin düşünmeden hemen varsayılan hipotezi reddetme yoluna gidebilir. Kimi savcı da derin düşündüğü ya da önüne getirilen kanıtlarla tatmin olmadığı için ikna olmayabilir. Sonuç olarak söyleyeceği cümle de zaten “Tanrı yoktur.” olmayacaktır. “Tanrı’nın yokluğunu inkar etmeye yetecek kadar elimizde kanıt yoktur.” diyecektir.  Bu ikisi arasında bilimsel olarak ciddi bir fark vardır. “Tanrı yoktur.” diyen kişi Tanrı’nın yok olduğunu kanıtlamış gibi kesin bir argüman ileri sürmektedir. Oysa ikinci cümle “Aradım bulamadım. Aramaya devam ediyorum. Kanıtlar artarsa ikna olabilirim.” demektir.

Kimilerine göre bu şekilde konuşan bir insan kibirlidir. Bana göre aklının ve bu konuları düşünmeden önceki inancının gerektirdiği gibi davranıyordur. Eldeki kanıtlara bakıp çabucak ikna olan insana göre daha az kibirli değildir.  Kibir kelimesi taşıdığı olumsuz anlam nedeniyle burada zaten gereksiz bir konumdadır. Tanrı’nın varlığına inanmadığını açıkça ifade eden pek çok iyi insan vardır tarihte ve günümüzde. Bunun yanında Tanrı’nın varlığına inanıp da milyonlarca insanın katili olmuş kişiler de vardır. Tanrı inancı tek başına insanı ne iyi ne de kötü yapar. Bu yüzden inanmayan bir insanı aşağılamak, ona kibirli ya da mağrur muamelesi yapmak bir bakıma onun inançsızlığına karşı duyulan hazımsızlığın, daha popüler bir ifadeyle saygısızlığın sonucudur. 

Maalesef iki kitap okuyup, azıcık konuya hakim olan herkes inanmayanları Tanrı’ya karşı küstahlıkla, akılsızlıkla, ahmaklıkla suçlamaktadır. Benim bildiğim kadarıyla Russell ne akılsız bir insandı ne de ahmaktı. Tam tersine devrinin en zeki matematikçilerinden biriydi. Kendisine Tanrı hakkında sorulduğunda şöyle demiştir***. Ben Tanrı’ya inanmıyorum. Eğer varsa ve öldükten sonra beni sorgularsa kendisine “Dünyaya koyduğun kanıtlar yetersizdi. İkna olamadım.” diyeceğim. Ben burada kibirden ziyade cesaret görüyorum. İşini garantiye almak için, Pascal**** gibi ödlekçe “Ne olur ne olmaz, ya varsa! En iyisi biz inanalım.” demek yerine; inançsızlığının arkasında durmuştur.

Şimdilik bu kadar. Mektup uzayacak. Aşağıda gelecek kısımların başlıklarını bulabilirsin. Başka bir şey yazmaksızın bu konuya devam edeceğim. 

Tanrı’nın Var Olup Olmadığını Bilmek Ne Kadar Önemlidir?
Yanıtlanmamış Sorular ve Kontrolsüz Evren Deneyi
Kozmolojik ve Teleolojik Kanıtlara Verilebilecek Yanıtlar
Ahlak ve Arzular Kanıtına Verilecek Yanıtlar
Olasılık, Filtreleme ve Artan p-değeri
Tanrı’nın Varlığı Dışında Yanıtlanması Gereken Sorular

* Türkçede, Arapçadaki “el” önekini karşılayacak bir kelime yok. İngilizcedeki “the” ile aynı görevi görmektedir. Dolayısıyla Allah (El-ilah) sözcüğünün İngilizce karşılığı da “The God” olmalıdır.  İslam’dan önce Arap putperestler ve Hristiyanlar tarafından da kullanılmıştır. Kökeni milattan önce 100 yıllarında yaşamış semitik bir dil konuşan Nebatilere kadar gitmektedir. Peygamberin babasının adının Abdullah oluşu da aslında Allah sözcüğünün Arap yarımadasında kullanıldığının bir kanıtıdır. Bu konuda wikipedia’daki makale kısa ve bilgilendiricidir. http://en.wikipedia.org/wiki/Allah Türkçedeki “Tanrı” sözcüğünün etimolojik kökeni için: http://en.wikipedia.org/wiki/Tengri

** Russell’ın çaydanlık örneğini detaylı olarak buradan okuyabilirsin: http://en.wikipedia.org/wiki/Russell's_teapot

*** Attributed to Russell in the New York Times article So God's Really in the Details? (May 11, 2002) by Emily Eakin, where she writes: "Asked what he would say if God appeared to him after his death and demanded to know why he had failed to believe, the British philosopher and staunch evidentialist Bertrand Russell replied that he would say, 'Not enough evidence, God! Not enough evidence.'
Actually, the quote is slightly inaccurate. The original source of this line comes from an article by Leo Rosten published in Saturday Review/World (February 23, 1974) which features an interview with Russell. There, Rostenwrites: "Confronted with the Almighty, [Russell] would ask, 'Sir, why did you not give me better evidence?'"
Source: http://en.wikiquote.org/wiki/Bertrand_Russell#What_I_Believe_.281925.29


**** Pascal’ın bir kumardan farksız olan düşünce silsilesi şuradan okunabilir: http://en.wikipedia.org/wiki/Pascal's_Wager

3 yorum:

  1. Adsız9:21 ÖS

    Hocam vakit ayırıp uzunca mektup yazdığınız için teşekkür ederim. Benimde söylemek istediklerim var.

    Sizin verdiginiz örnekten gidersek.Dışarıdaki insanların, suçlu oldukları lehine kanıt olmadığı sürece, hapise atmamak yerinde olur.Çünkü sizinde dediginiz gibi eğer insanların suçlu olduklarını düşünsek ve herkes masum olduğunu kanıtlamaya çalışsa herhalde herkes işi gücü bırakıp bununla uğraşması gerekir. Bu yüzden kanıtı savcıların öne sürmesi gerekir. Yani ,teistlerin Tanrının varligina işaret eden kanıtları göstermesi gerekir. Ama hocam şöyle bir şeyde var. Tanrının yokluğu, en az Tanrının varlığı kadar metafiziksel bir iddaa olduğu için, bence ateistlerinde doğru kabul ettiği onermeyi desteklemesi gerekir. Örneğin ben derim ki; Sariyerde yatılı bir okul vardır. Ve hemen gidip Darüşşafaka okulunu gosteririm.Ama buna zıt olarak Sariyerde yatılı okul yoktur diyen birisi, onermesini doğrulamak için Sariyerin her metrekaresine, hatta denizin içine bile bakması gerekir ki Sariyerde yatılı bir okul yoktur diyebilsin.Sonuçta ateistlerinde dogrulugunu kabul ettiği bir önerme vardır. Bu onermesini doğrulamak için her bir şeyi bilmesi gerekir ki Tanrı yoktur diyebilsin. Vatandaş örneğine dönecek olursak.
    Ateistlerin işide, dışardaki insanların tüm hayatları boyunca kendi masumiyetlerini kanıtlaması kadar zor birseydir. Bu yüzden yeteri kadar kanıt(işaret) yok diye Tanrının var olduğuna inanmayabiliriz fakat inkar edemeyiz. Ayni açıdan bakicak olursak dışarıdaki insanların suçlu olduklarına dair yeteri kadar kanitimiz yok ise, hapise atılmaz ama sizinde dediginiz gibi masum olduklarınında kanıtı olamaz. Neden Tanrının varlığına inaniyorsun sorusu olduğu gibi, neden Tanrının yokluğuna inaniyorsun sorusunun cevabıda verilmelidir.

    Fakat şu ayırımı yapmak laZım.benim bu dediğim sadece Tanrıyla ılgili onermeler olduğu için geçerlidir çünkü bir ejdarhada olabilir ama onun varolması benim hayatimda birşey degistirmez yada onun varlığını düşünecek herhangi bir sebep yoktur.Daha doğrusu ejdahalarin varlığını inkâr edemeyiz ama ejdahalarin varolduklarinı söylemekte yerinde olmaz.Sonuç olarak bana gore Ateistlerin de gorevi vardır.
    Ayrıca hocam şunu sormak istiyorum. Ateistler Tanrının varlığına kanıt eksikliginden mi ateisttir yoksa yokluğuna dair sebepleri olduğundan ötürü mü?
    TB

    YanıtlaSil
  2. Ateistlerin Tanrı diye bir dertleri yoktur. Teizm olmasaydı zaten herkes otomatik olarak ateist olurdu. Dolayısıyla bir insan ateistim diyorsa bunun nedeni kanıtlarla ikna olmamasıdır. İddiayı ortaya koyan kişi kanıtla sorumludur. Bu yüzden eski dilde savcı "müddei" (iddia eden) demektir.

    Bana artık yanıt yazma istersen. Elimden geldiğince açık yazıyorum. Yazıları oku ve başka konulara yönel. Başka kitaplar oku. Zamanla sorularının yanıtlarını bulacaksın. Acele etmeye gerek yok. Çoğu zaman yanıtlar biz onları aramadığımız zamanlarda çıkarlar karşımıza. Sana şu ya da bu tarafı tut demiyorum. Sadece aklını kullan. Bu söylediğim sanıldığından çok daha zordur çünkü toplumsal baskılardan kolay kolay koparamayız zihnimizi.

    Bu arada derslerine çalışıyorsun değil mi? Umarım bir sıkıntı yoktur matematikte.

    Arkadaşlarına selam,

    A.

    YanıtlaSil
  3. Ateist yeterli kanıt olmadığı için Tanrı'nın varlığına inanmayı gereksiz görür. Bu Tanrı yoktur demek değildir. Tanrı'nın varlığını gerekçelendirecek kanıtlar yetersizdir demektir. Aynı şeyi ejderha için de söyleyebiliriz. Şu anda bulunduğum odada görünmeyen ejderhalar olduğunu kanıtlayamadığım için yokmuş gibi davranırım. Kuramsal olarak bu iki ifade arasında dağlar kadar fark olsa da pratikte bir fark olmayabilir. Savcı aleyhine delil bulamadığı şüpheliye "sen masumsun" diyemez ama pratikte şüpheliyi tıpkı masummuş gibi serbest bırakır.

    YanıtlaSil