Bu sabah gördüm videoyu. Kadim dostum UBG facebook duvarımda
paylaşmış. Bir hafta kadar önce de Tayland’dan tanıdığım bir arkadaşın
duvarında görmüştüm benzeri bir videoyu. Demek birileri cemaate mağduriyet
edebiyatı yapmalarını emretti. “Ben virüs değilim, ben örgüt üyesi değilim; ben
aslında fedakâr, cefakâr, diğerkâm bir öğretmenim. Yuvamdan uzaklarda, zor
koşullarda, canımı dişime takarak çalışıyorum, Türkiye’ye ve Türkçeye hizmet
ediyorum.” demeye getiriyorlar güya. Gıcık oldum videoyu görünce açıkçası.
Gıcık oldum çünkü videoların her yerinden riya akıyor, öyle böyle değil hem de.
Böyle olmasaydı ya da bu riyakârlığı hissetmeseydim bu yazıyı yazmazdım.
https://www.youtube.com/watch?v=wnLPaJFvv34
Öncelikle ortada herhangi bir fedakârlığın olmadığını
söyleyeyim. Yedikleri önlerinde,
yemedikleri arkalarında! Gittikleri ülkelerde paşa paşa yaşıyorlar. İş arama,
kendilerini bir işverene beğendirme gibi dertleri yok. Gittikleri her yerde
işleri ve pozisyonları hazır onları bekliyor. İşsiz kalma gibi bir kaygıları da
yok. Bir yerden alınırlarsa cemaat mutlaka onlara uygun başka bir iş buluyor.
Baktı başaramadılar, hemen başka yere gönderiliyorlar. Bekleme sırasında
maaşlarını alıyorlar, adlarına oluşturulan emeklilik fonuna arzu ederlerse
primleri yatıyor. Bazıları TC’deki hesaplarına SSK primlerini yatırmaya devam
ediyor. Kısacası emeklilikleri de yanmıyor. Gittikleri ülkelerde dil ve kültür
şoku yaşamıyorlar çünkü kendilerinden önce gidenler onlara her konuda yardımcı
oluyor. En sıcak, en samimi dostların arasında yaşıyorlar, kendilerini güvende
hissediyorlar. Canları sıkılınca arayacakları dostları var, muhabbet edecekleri
insanlar var.
Hem bir öğretmen için yurt dışında çalışmak, yurt içinde
çalışacağın en iyi okuldan daha avantajlıdır. Bunu kendimden biliyorum çünkü
ben on dört yıllık öğretmenlik hayatımın on üç yılını yurt dışında geçirmiş,
kendi işimi kendim bularak ülkeden ülkeye iş değiştirmiş birisiyim. Yurt
dışında yurt içinde hissettiğiniz değersizliği hissetmiyorsunuz. İnsanlar siz
yabancı olduğunuz için size daha farklı davranıyorlar. Farklısınız zaten,
etrafınızda olup bitenleri tamamıyla anlamamanın huzurunu yaşıyorsunuz. Ülkenin
sorunlarıyla çok da ilgilenmediğiniz için stres yapmıyorsunuz. “Ne de olsa
onların ülkesi, bana ne?” deyip geçiştiriyorsunuz herhangi bir tuhaflıkla
karşılaştığınızda. Türkiye’de olduğu gibi kurum içi siyaseti kurbanı olma
olasılığınız çok daha düşük çünkü okulunuzda hemen herkes aynı kafada. Maaşınız
yaşadığınız ülkenin şartlarına göre, yerli halka kıyasla çok yüksek.
Dolayısıyla maaşınızın yarısından çoğunu biriktirebiliyorsunuz. Türkiye’de
öğretmen olsanız borçla harçla zor geçinecekken, yurt dışında para biriktirme
lüksüne sahip oluyorsunuz.
Bütün bunların dışında hiç hesapta yokken farklı bir kültürü
tanıyorsunuz, ufkunuzu genişletiyorsunuz, dünyayı daha iyi anlıyorsunuz. Varsa
eğer entelektüel bir bilgi biriktirme çabanız, bundan daha güzel bir fırsat
olabilir mi? Ne o öyle, “Biz evimizden çok uzakta yaşayan zavallılarız“ ağzıyla
yapılan mağduriyet edebiyatı. Bir siz eksiktiniz zaten! Evden uzakta olmanın
nesi kötü? Ana-baba dırdırı yok, evliysen kaynana-kayınpeder yok. Zırt pırt
borç isteyen eş dost yok. İki de bir kapını çalan, telefonunu çaldıran komşular
yok… Kötü yanları yok demiyorum. Mutlaka insan annesini, babasını, kardeşini,
dostlarını, mahallesini özler ama bunca yıllık deneyimim bana şu düşünceyi
kazandırdı: Yurt dışında herhangi bir yer (savaş, doğal afet ve kıtlık gibi
aşırı sorunların olduğu yerler hariç) Türkiye’de Türkiyeli olmaktan daha
iyidir. Şimdiye kadar yurt dışında tanıdığım insanların hayatlarındaki
memnuniyet bunu doğrular nitelikte. O kadar rahatlar ki Türkiye’ye dönmeye
korkuyorlar büyük bir çoğunluğu. Buna ben de dâhilim.
Birileri diyor ki maaşlarını doğru dürüst alamıyorlar? Bu
çok saçma bir iddia. Birincisi okullar özel. Kendi kendini geçindiremeyecekse o
okul niye var? Öğrencilerden alınan paralarla Türkiye’de ya da başka yerlerde
okul açacaklarına önce öğretmenlerinin maaşlarını versinler. Bunca şirket,
bunca finans kurumu, bunca prestijli okul bir araya gelip; Gana’ya
gönderdikleri öğretmenin maaşını ödeyemiyorsa burada bakılması gereken ilk şey
öğretmenin fedakârlığı değil, ahmaklığıdır, hakkını aramayı becerememesidir.
Allah rızası için diğerkâm öğretmeni oraya gönderenler senin sırtından
milyarlarca dolarlık işleri çekip çevirirken, cemaatin en temel tuğlalarından
birisi olan senin bin küsur dolarlık maaşını ödeyemiyorsa sen sömürünün
kaynağına ineceksin ve isyan edeceksin. Etmiyorsan, ben halis muhlis şakirdim
diyorsan; zaten senden de senin yetiştireceğin öğrenciden de dünyaya pek hayır
gelmez. Çünkü seçtiğin yol sömürüyü tecviz edecek yolun ta kendisidir ve
yaşantınla bunu tasdikliyorsundur. Ekmek parası kazanmayı tahkir görecek, ekmek
parası peşinde koşanları tahfif edecek değiller ya?
Biz kaç bin takla atıyoruz uluslararası bir okulda mülakat
koparacağız diye. Benim bir okuldan mülakat teklifi almam için en az elli okula
başvurmam gerekiyor. Mülakata girersem de işe alınma olasılığım yüzde elli.
Yani yüz okula başvuruyorum bir iş bulmak için. Maaşım için kavga veriyorum,
yaşam şartlarım için kavga veriyorum. İşi bulmakla bitiyor mu? Gittiğim ülkede
genelde hiç tanıdığım Türkiyeli olmuyor. Onlarla tanışıp, kafa dengi birilerini
bulana kadar bazen bir yıl geçiyor. Bir de iş yerinde kendini patrona
beğendirme, ders gözlemlerinden tam notla geçme şartları var. Uluslararası
okullarda tüm sözleşmeler üç aylık deneme dönemiyle başlar. Deneme dönemini
geçemezsen, kıçına tekmeyi yersin. Bu yıl okula gelen İran asıllı ABD’li bir
matematik öğretmeni deneme süresini geçemedi ve atıldı okuldan. Adam bir sabah
okula geldi ve öğleden sonra kendisiyle toplantı yapıldı. Toplantıda kendisine
yarın okula gelmene gerek yok dendi ve akşam evine gönderildi. Hepsi bu. Ve
okul bunu giden öğretmenin boşluğunu dolduracak öğretmen olmamasına rağmen
yaptı. Bu yüzden ben şu anda haftada 27 saat derse giriyorum. Ana dili
İngilizce olmayan bir öğretmen olarak ana dili İngilizce olan öğretmenlerden
daha çok çalışmak zorundasındır. Bunu yapmayan, oturdukları yerden iş bulup,
sonra da “Ayy bizim maaşımızı ödemediler!” diye ağlaşanlara da aynı şeyi
tavsiye ederim. Bir iş bulun bakalım uluslararası okulda. Bir çırpının bakalım
ekmek parası derdine. Öyle hariçten gazel okumak güzel tabii!!!
Gelelim videodaki temel mesaja. “Ben virüs değilim.” mesajı bana
“Aşk
Bir Yanılgıdır” öyküsündeki “Ad Misericordiam” mantıksal yanılgısını
anımsattı. Öyküden olduğu gibi alıntılayayım.
Aynı meşe
ağacının altında ertesi günün akşamı buluştuk. “Bu gecenin ilk yanılgısı Ad
Misericordiam olacak.” dedim.
Heyecanı yüzünden okunuyordu.
“İyi dinle” dedim. “Adamın
birisi işe başvuruyor. İşveren ona, işe uygun olan niteliklerini sorduğunda
adam şöyle yanıt veriyor: Bir karım ve altı çocuğum var, karım belden altı
tutmayan bir felçli, mutfak tam takır kuru bakır, çocukların elbiseleri yırtık
pırtık, ayakkabıları delik, yatakları kırık… Evde kömür yok ve kış yaklaşıyor.”
Bir damla gözyaşı ağır ağır
süzüldü Polly’nin pembe yanağından çenesine doğru.
“Çok kötü bu, gerçekten çok
kötü!” dedi hıçkırıklar eşliğinde.
“Evet, gerçekten çok kötü,”
diye destekledim, “ama burada bir argüman yok. Adam işverenin sorduğu soruyu
yanıtlamıyor. İşe uyan niteliklerinden söz edeceğine işverenin sempatisini
kazanmaya çalışıyor. Böylece Ad Misericordiam adını verdiğimiz yanılgıyı
işlemiş oluyor. Anladın mı?”
Bu videoda da aslında tam olarak bu yapılıyor. Başbakanın
haklı olarak virüs ya da örgüt diye suçladığı kişiler bu
öğretmenler değil ki cemaati savunmaya bunlar çıkıyor. (Tamamıyla masum da
değil bu öğretmenler. Bu konuya sonra geleceğim) Dışişlerine, yargıya, polise,
askere, istihbarata sızan; ve işlerine geldiği zaman çalıştığı kurumlardaki
üslerinden değil de cemaatteki abilerinden emir alan insanları suçluyor
başbakan. Cemaat kendilerine yönlendirilen suçlar konusunda kendisini aklamayı
beceremediği için, içlerinde en masum olan kesim olan öğretmenleri ve
öğrencileri kullanıyor vitrinde. Böylece insanların sempatisini kazanmaya, bir
çeşit algı yanılgısı oluşturmaya çalışıyor.
Videolara geri dönersek, cemaatin yayınladığı bu videoların
hiçbir soruyu yanıtlamadıklarını söyleyebiliriz. Bunun en büyük nedeni cemaatin
kendisine eleştirel bir gözle bakamamasıdır. Gerçi böylesi bir durumda en eleştirel
göz bile başarısız olacaktır çünkü saldırı doğrudan cemaatin kimliği üzerine
yapılmıştır. Her virüs gibi cemaat de bir organizmadır ve tüm organizmalar gibi
en büyük amacı hayatını idame ettirmektir. Bir virüs için kendisi yaşamayı hak
eden, DNA’sı olan bir canlıdır. Virüsü olumsuz bir anlam yığınına boğan durum
onun insanın yanındaki konumudur. Yani virüs doğada tek başına dolanırken virüs
değildir insan için. Ne zaman ki insanın bedenine girer ve hayati
fonksiyonlarını etkilemeye başlar; o zaman virüs halini alır. Bu metaforu
cemaate uygularsak karşımıza şu çıkar. Cemaat, devletin kurumlarına sızmasaydı
asla bu adla anılmayacaktı. Devletin
kurumlarına sızıp, buralarda önemli noktaları ele geçirdikten sonra; elindeki
gücü kendi menfaati için kullanmaya çalışıyorsa cemaat virüsün en
ölümcüllerindendir. Düşünsenize; polisin içinde başka bir polis var, askerin
içinde başka bir asker var, yargının içinde başka bir yargı var. Bu “başka”lar
ne zaman kendilerine yönelik bir saldırı olsa bir araya gelip, devletin tüm
diğer unsurlarını; yani demokrasiyi, yani hukuk devletini, yani insan haklarını
hiçe sayabilmekteler. Böylesi bir oluşuma virüs değil de ne diyeceğiz? Aslında
ben virüsten ziyade parazit kelimesini daha uygun buluyorum. Devletten
beslenen, ona zarar veren bir oluşumdur cemaat. Bazıları diyebilirler ki
birlikte başladıkları yolda sonradan cozuttular. Hayır efendim, cemaat hep bir
parazit olarak var oldu ve hiçbir zaman çift-yönlü ortak (mutualism) ya da
tek-yönlü ortak (commensalism) olmadılar devletle.
Şimdi gelelim asıl sorulması gereken soruya. Bu okullar niye
varlar? Hangi amaca hizmet etmekteler? Bu soruları farklı başlıkların altına
yazdığım yazılarda yanıtlamıştım daha önceleri. Şimdi bir kere daha toplu halde
konuya değineyim.
Okulların misyonunu yurt içi ve yurt dışı olarak ayırmakta
fayda var. Yurt içindeki misyonları cemaat için bir reklam aracı olmaları,
himmet toplantılarında esnafların ve iş insanlarının ceplerinden daha fazla
para koparmaları ve bunların sonucunda Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm kurum ve
kuruluşlarında nüfuz sahibi olmaları olarak özetlenebilir. Ünlü simaları, sanatçıları
ve iş insanlarını bu okullardaki başarıların reklamlarıyla kendilerine
çekerler. Hoşgörü ve dinler arası diyalog gibi ılımlı İslam havası veren
kavramlarla laik ve cumhuriyetçi kesimden de sempati toplarlar. Okullar bir
çeşit başarı simgesidir. Özellikle Osmanlı’nın son üç yüz yıllık hezimet dolu
tarihinden sonra, şanlı geçmişine özlem duyan pek çok milliyetçi genç için de
yurt dışındaki okullar Türkiye’nin geleceği adına ilham kaynağı olmuştur.
Okulların yurt dışındaki misyonu ise birkaç maddede incelenebilir.
Birinci ve en önemli misyon Türkiye için ekonomik bir gümrük
kapısı oluşturmaktır. Bir ülkede okul açıldıktan üç-beş yıl sonra, iş adamları
dernekleri kurulur. Bu dernekler sayesinde Türkiye’den gelen iş insanı ile yurt
dışında yaşayan ve yerel halkın dilini bilen gençler buluşturulur. Böylece mal
alınıp satılır. İşler büyütülür. Doğal olarak tüm bu büyüyen sermayeden cemaat
de payını alır. Bu pay yasal yollarla danışmanlık ücreti olarak tahsil edilebileceği
gibi eğer iş yapan kişinin cemaate sempatisi varsa himmet olarak da ayriyeten
tahsil edilebilir.
İkinci önemli misyon bu ülkelere kök salma ve bu ülkelerde
bir Türkiyeliler nüfusu oluşturma çabası. Düşünün bir kere, yüz yıl sonra bu
ülkelerde şu anda yaşayan öğretmenlerin torunlarının torunları yaşıyor olacak.
Pek çoğu yerel halkla evlendiği için ortaya çıkan bu melez topluluk bir şekilde
Türkiye ile bağlarını koruyacak. Nüfusla birlikte nüfuz da gelişecek doğal
olarak. Bu insanların kimisi o ülkede önemli yerlere gelecek, ekonomik ve kültürel
işbirlikleri farklı boyutlara taşınacak. Yaşanılan her ülkede bir çeşit Türk
ekolü geliştirilecek, lobi faaliyetleriyle bu ekol desteklenecek. Uzun vadeli
planlar bunlar ama ben cemaatin böylesi bir misyonu baştan beri hesaba
kattığını düşünüyorum.
Üçüncü misyon ise yerel halk üzerinde kurulacak olan etki.
Videoda zenci bir genç Türkçe konuşarak, Türkiyeli öğretmenin virüs olmadığını
söylüyor. Sömürgeci ve Sömürgecilik sonrası (post-colonial) edebiyata az çok hâkim
olanlar hatırlayacaktır Orwell’ın Burma Günleri romanındaki Dr Veraswami karakterini.
Dr Veraswami, dışı Hindistanlı içi İngiliz bir doktordur. İngilizleri, onların
sanatını ve bilimini yere göğe sığdıramaz. Yerel halkla İngiliz sahipler çatışmaya
girdiklerinde İngiliz sahiplerin tarafını tutar. Kendi halkı pis, cahil ve
görgüsüzdür. İngilizler bu sefalete medeniyeti getirecektir. İşte, o zenci
gencin yüzünde ben Dr Veraswami’yi gördüm. Tabii ki şartlar gereği Türkiye
sömürgeci bir devlet olmaktan çok uzak. Hem zaten fiili olarak sömürgecilik
yerini kültürel sömürgeciliğe bıraktı. İşte bu noktada cemaat devreye giriyor.
Yerel halkın kendisine yakın olan, kendisi gibi konuşan ve düşünen bireylerinin
beyinlerine girerek, onları kendilerine yakın tutarak, nüfuzlarını
genişletiyorlar. Böylece önemli noktalarda söz sahibi olabiliyorlar. Amaç,
tıpkı Türkiye’de yaptıkları gibi yurt dışındaki ülkelerde de önemli noktalara
bu Dr Veraswariler sayesinde sızmak, oralarda da Türkiye’de olduğu gibi güç
sahibi olmak. Kısa vadeli planlar değiller bunlar. Belki elli, belki yüz yıl
sonraya uzanan planlar. Türkiye Cumhuriyeti nasıl otuz yılda neredeyse dize
getirildi, bu ülkeler de benzer stratejilerle dize getirilebilirler. Yalnız
Türkiye’de son zamanlarda gerçekleşen olaylardan sonra bazı ülkeler cemaatin
okullarına şüpheyle yaklaşmaya başladı. Bazı ülkeler (örneğin Rusya) okulları
topluca kapatıp, öğretmenleri Türkiye’ye göndermeyi düşünüyor. Haksız da
sayılmazlar Türkiye’de olanlardan sonra.
Dördüncü ve en zayıf olarak nitelendireceğim misyon ise
eğitim alanında nüfuz sahibi olmaktır. İnsanları eğitmek, çocuklara aydın bir
gelecek sağlamak, zihinleri aydınlatmak demiyorum. Eğitim alanında güçlenmek
diyorum. Bu ikisi farklı iki misyondur. Olması gereken bilimin rehberliğini,
akıldışının reddini, seküler etiğin ve özgür düşüncenin üstünlüğünü kabul edip;
gidilen ülkelerde bu uğurda faaliyetler yürütmektir. Misyonerlik vasfı olmayan
uluslararası okullar zaten bu işi yaparlar. Amaçları eğitim vermektir ve
amaçlarını yerine getirmek için çalışıp çabalarlar. Bunu yaparken, kâr amaçlı
birer kurum oldukları için kâr da yaparlar. Kimse de bu okullarda çalışan
yabancı öğretmenleri fedakâr, cefakâr diye anmaz. İşlerini yapan insanlardır.
Bir seçim yapmışlardır ve bu seçim sonucunda hayatlarını kazanıyorlardır.
Cemaatin üyeleri gibi devlete sızayım, dışişlerinde önemli yere geleyim,
istihbarat bizden sorulsun, istediğimizi dinleyelim, beğenmediklerimizi
mahkemeye sevk edelim, sahte deliller üretip hakkımızda yazanları sırf
yazdıkları için hapse tıkalım demedikleri için saygıyı hak ediyorlardır.
Görüldüğü gibi bilim öğretmek, Türkçeyi yaymak gibi şeyler sıralamadım
amaçları arasında. Çünkü eğitim cemaat için bir araçtan ibarettir. Bilimi de
zaten Allah’a giden yollardan birisi olarak gördükleri için onun da aslında
hayati bir önemi yoktur ehl-i hizmetin fertleri için. Bilimi ve bilimsel
kuramları en çok kozmolojik (kelam) ve teleolojik (amaçbilimsel) Tanrı
kanıtlamaları yaparlarken severler. Bunun dışında bilim gereksiz bir
ayrıntıdır. Darwin’den söz etmezler. Hawking’i sevmezler. Bilim Tanrı’nın
varlığı hipoteziyle çatışmadığı sürece yapılmaya değerdir.
Eğitim hem Türkiye’de
büyüyüp palazlanmak için hem de yurt dışına rahatlıkla sızmak için en kolay
bahanedir. Tabii ki eğitim adı altında yapılacak diğer tüm işler de. Öğrenciler
olimpiyatlara katılacaklar ve madalyalar alacaklar. Proje yarışmalarına
katılacaklar ve çoğunu öğretmenlerin yaptıkları projelerle ödüller alacaklar.
Bunlar da reklamın birer parçası ve yukarıda saydığım dördüncü amaca hizmet
etmekten başka bir işe yaramazlar.
Türkçeye nasıl hizmet ettiklerini henüz anlamış değilim. O
kadar geniş bir alana yayıl ama eli yüzü düzgün bir edebiyat adamı çıkarma. Bu
mu Türkçeye hizmet? Bu kadar insan Tanzanya’dan, Moğolistan’a kadar geniş bir
coğrafyada öğretmenlik yapıyorsa, oraların dillerini ve kültürlerini
öğreniyorsa neden yazmaz o yöreler hakkında, neden Türkçeye kazandırmaz o
ülkelerin efsanelerini, destanlarını? Sırf reklam amacıyla yapılan ve aslında saçma
sapan bir güç gösterisine dönüşen Türkçe olimpiyatları dışında ne yapmışlar,
Allah aşkına? Dünyanın dört bir yanından getirilen, sırf sempatik ve zeki
oldukları için yüzlerce çocuk arasından seçilen çocuklara üç beş kelime Türkçe
öğretip, podyuma çıkararak neyi kanıtlamış oluyorlar? Hepsinden öte kimi
kandırıyorlar?
Ben üniversitede okurken çok arkadaşım vardı, şiire ve
yazıya kabiliyeti olan. Hevesleri kursaklarında kaldı hepsinin! Çünkü
koparamadılar bağlarını o sığ dünyadan. İtaat ve sadakat zincirlerinden
kurtulamayan insan nasıl yazar olur, nasıl şair olur, nasıl aydın olur? Abisine
en ufak bir konuda bile itiraz edemeyen bir insandan, ömrünün her ânını bir
asker disipliniyle yaşayan bir şakirtten dünyanın dertleri hakkında düşünmesini
ve yorum yapmasını bekleyebilir misin? ACS’nin okuduğu Can Bahadır Yüce vardı mesela.
İlk şiirlerini okuyunca ben bile demiştim “işte bu” diye, “yeni bir Necip Fazıl
geliyor”. Ne oldu? Hâlâ cemaatin bir parçası, Hilmi Yavuz tarzı şiirler
yazıyor. Hilmi Yavuz tarzı demek yanlış, aynen onun gibi yazıyor. Hani
özgünlük, hani kendi sesini bulma, hani söylenmemişi söyleme arzusu? Edebiyat
ve şiir en çok özgürlükten beslenir, insanları koşulsuz sevmeden beslenir,
göğsünü bağrını açıp herkesi kucaklamakla beslenir. Yok ki bunlar! Nihat Behram
2009’da yazmıştı
bu genç şair hakkında. Cesareti olmayan, müstear adların arkasına sığınıp
Özdemir İnce’ye faşist diyen bir pısırık çıkmış piyasaya çıka çıka. Şair
cesareti diye bir şey vardır halbuki kaynağını aşktan ve özgürlükten alan. Can
Bahadır Yüce’de başlangıçta bu vardı ama cemaatte kalmayı, yani rahatı tercih
ettiği için güdük kaldı. Oysa şiir kavga işidir, yoksa kolay mı bir Lorca
olmak, bir Neruda olmak, bir Nazım Hikmet olmak…
23 Nisan 2014, Çanco, ÇİN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder