Ne oldu, nasıl oldu da bu kadar uzun
zamandır yazmaya ara verdim. Ben de anlamış değilim açıkçası. Tayland’dan geri
gelince havam yerindeydi oysa, kafamda yazılacak yığınla şey vardı. Tayland
yazısını bitireyim Çin’e kaldığım yerden devam ederim dedim. O yazı, kraliyet
ailesini eleştiri noktasına gelmişti. Araştırma yapmam gerekiyordu. Bugün
yaparım, yarın yaparım derken duraklama dönemi başladı. Tayland’ın son yazısını yarım
bıraktım. Sonra, Çin’deki sansür üzerine yazayım dedim. Bir yığın akademik
makale indirdim. Bunları okumayı bitirince yazacağım diye niyetlendim ama ne
makaleleri okumayı bitirebildim ne de okuduklarım üzerinde derli toplu düşünme
şansım oldu. Bir yandan romantik şair Xu Zhimo üzerine ufak bir araştırma
yaptım. Onun üzerine yazacaktım, yarım kaldı. Sonra daha sırada Lao She var, Konfüçyüs var…
Bu arada eski öğrencilerden gelen mektuplar yüzünden yine ahlak felsefesi, bilim felsefesi, din felsefesi gibi konularda okumalar yapmam gerekti. Sırf bu yüzden hiç haz almadığım bir yazarın yarı-felsefi iki kitabını okudum. İki tane yarı-felsefi kitap okuyunca bir felsefe kitabı okumuş olmuyorsun. Bu günlerde kafasını Tanrı’nın varlığı sorusuna takmış öğrencime iyi bir yanıt yazmam gerekiyor. Bu arada seçimler girdi takvime. Sabah akşam seçimleri takip ettim. Seçimlerde yaşanılan hezimetten sonra iç hesaplaşmalar, neden olmuyor, halk neden aydınlanmak istemiyor soruları. Freier okudum tekrar belki pedagojiden bir umut sağlarız diye. Sonra Marquez öldü (Yüzyıllık Yalnızlık romanını üç ayrı ülkede, üç defa okumuş birisi olarak cidden üzüldüm Gabo’nun gidişine), birkaç arkadaştan neden yazmıyorsun mesajları aldım. Derken şu anki durumdayım. Aslına bakılırsa bu mektubu değil de önce Tanrı kanıtlamaları üzerine yazılması gereken yazıyı yazmalıyım ama şeytanın bacağını kırma adına, neredeyse iki ay süren kabızlık halini sonlandırma adına, bu mektuba öncelik veriyorum.
Bu arada eski öğrencilerden gelen mektuplar yüzünden yine ahlak felsefesi, bilim felsefesi, din felsefesi gibi konularda okumalar yapmam gerekti. Sırf bu yüzden hiç haz almadığım bir yazarın yarı-felsefi iki kitabını okudum. İki tane yarı-felsefi kitap okuyunca bir felsefe kitabı okumuş olmuyorsun. Bu günlerde kafasını Tanrı’nın varlığı sorusuna takmış öğrencime iyi bir yanıt yazmam gerekiyor. Bu arada seçimler girdi takvime. Sabah akşam seçimleri takip ettim. Seçimlerde yaşanılan hezimetten sonra iç hesaplaşmalar, neden olmuyor, halk neden aydınlanmak istemiyor soruları. Freier okudum tekrar belki pedagojiden bir umut sağlarız diye. Sonra Marquez öldü (Yüzyıllık Yalnızlık romanını üç ayrı ülkede, üç defa okumuş birisi olarak cidden üzüldüm Gabo’nun gidişine), birkaç arkadaştan neden yazmıyorsun mesajları aldım. Derken şu anki durumdayım. Aslına bakılırsa bu mektubu değil de önce Tanrı kanıtlamaları üzerine yazılması gereken yazıyı yazmalıyım ama şeytanın bacağını kırma adına, neredeyse iki ay süren kabızlık halini sonlandırma adına, bu mektuba öncelik veriyorum.
Ciddi bir şeyler yazacak değilim. Yüklü bir
bulut olma durumundan oldukça uzağım şu anda. Yağmur değil de olsa olsa sis
çıkar bu halimden. Arada üç beş damla çiy düşerse sağa sola kendimi şanslı
görebilirim. Sırf parmaklarımdaki uyuşukluk kalksın, üzerime dökülmüş ölü
külleri dağılsın diye yazıyorum. Haldun Taner her sabah, sırf tembelliğe
alışmamak için, daktilonun başına oturur ve bir saat yazarmış. Ne yazdığının,
ne düşündüğünün önemini kafaya takmadan yazarmış. Bir çeşit çalışma disiplini, kendini yazın sanatına adamışlığın
göstergesi. Ben böyle disiplinli çalışamıyorum, bunun farkına çoktan vardım da
kendime itiraf etmeye çekiniyorum. Oysa bütün büyük yazarlarda var böylesi bir
çalışma etiği. Ben büyük bir yazar değilim, hatta yazar bile değilim. Belki de
bu yüzden ölmeksizin uzun süre ara verebiliyorum yazıya.
Geçen iki ayda ne oldu kısaca özetleyeyim.
Farkı kapatma adına yapılabilecek en güzel eylem bu olur herhalde. Sonrasında
da kaldığım yerden devam edeceğim yazılara.
Okulda deneme AP sınavları yapıldı.
Çocuklar döküldüler. Kazık gibi bir sınav göndermişler merkezden. Sınavın
altıncı sorusu tam iki sayfa uzunluğunda. Yuh! Bu çocuklar lise öğrencisi.
Çocuk soruyu okuyup anlayana kadar soruya ayırması gereken süre bitiyor zaten. İngilizceleri
iyi değil, bir de o kadar uzun bir soruyla karşılaşınca öğrencilerin çoğu vaz
geçmiş sınavdan. Uğraşanlar da saçmalamışlar. Abuk subuk, sırf bir şeyler
yazmış olmak için yanıtlar vermişler. Neyse ki morallerini bozmuyorlar. Ben de
dedim zaten sınavdan sonraki ilk derste, “Sıkmayın canınızı. Daha bir ayımız var.”
Buna rağmen bir şeyler yapmak gerekiyordu. Baktım ortalama çok düşük geldi, tüm projeleri
iptal ettim. Sınavdan sonra okula gelirlerse yapacağız. Sınavda yüksek not
almaları için soru çözmeye ve konu tekrarına ağırlık vermemiz gerekiyor. Sevmediğim
halde böyle yapmak zorundayım. Artık yapmış olduğumuz etkinliklerle hatırlayacaklar
dersimi. Öğrencilerin en büyük sorunu İngilizce metinler. Uzun uzun paragraf
sorularını okuyunca bir şey anlamıyorlar. Bir de bu sorularda yığınla
istatistik terimleri geçiyor. İyice karışıyor kafaları. Ana dili İngilizce olan
öğrenciler bile anlamakta zorluk çekerler böylesi metinleri. Benim çekik gözlü,
liseye kadar İngilizce tek kelime konuşmamış öğrencilerim nasıl anlasınlar?
Hoş, artık metin okumaya, anlamadıkları kelimelerin altlarını çizip defalarca
açıklamaya daha çok önem veriyorum. Bakalım bir işe yarayacak mı? Göreceğiz. Bu
aralar yaklaşan sınavın stresi var üzerimde. Sanki sınava ben girecekmişim
gibi. Yine de hepsinin geçmesini istiyorum. Bir yıllık emek boşa gitmesin,
çocuklar üniversitede benzer bir dersi tekrar almak zorunda kalmasınlar.
Bu arada okulla ilgili bir başka gelişmeden
haber vereyim. Malum çalıştığım kurumun Çin’in otuz farklı kentinde okulları
var. Bir yerde adam ihtiyacı olunca başvurma hakkımız oluyor. Ben de Nanjing’deki
bir okulda matematik bölüm başkanlığı pozisyonuna başvurdum. Henüz yanıt
vermediler. Oradan yanıt vermediler ama Türkiye’deki prestijli okullardan
birisi ben başvurmadığım halde benimle görüşmek istediklerini yazmış. Buradaki
okulla sözleşmem iki yıllık olduğu için Türkiye’deki okulu nazikçe reddettim.
Hem daha Çin’de görecek çok şey var. Pekin, Tibet ve Uygur sırada bekliyorlar.
Haziran başında Xian’a gideceğiz. Büyük
Camiyi ve Terakota askerlerini ziyaret edeceğiz. Xian’ın etrafındaki surlarda
bisiklete bineceğiz.
Nanjing işi olursa fena olmaz. Hem Nanjing
büyük bir kent. İki hatlık da olsa metrosu var. Benim metrolu kentlere karşı
zaafım var. Hayatımın en güzel anlarını genelde metroda geçiriyorum. Karanlıkta
ilerleyen trenin içinde kitap okumak, gazeteye göz gezdirmek, müzik dinlemek
nedense kent hayatımı renklendiren kayda değer bir ayrıntı benim için. Sanki
güneşin altındaki hayat çok sıkıcıymış da illa yerin altına girmem gerekiyor
mutlu olmam için. Metroları benim için çekici kılan en önemli etken haritaları
aslında. Çizgi haritalarda kıvrımlara yer yok, boşluklar anlamsız. Coğrafi bir
haritayla yolda yürüyünce insanın kafasını en çok karıştıran şey haritada boş
görünen yerlerde binaların, parkların, bahçelerin olmasıdır. Oysa metroda uzay
boşluğunda, yıldızlar arasında seyahat ediyormuşçasına ilerlersiniz. Bu yüzden
kimseye bir şey sormam gerekmiyor, haritaya bakarak kendi yolumu bulabiliyorum.
Kaybolsam bile yine aynı haritalara bakıp, yolu uzatarak da olsa varmak
istediğim yere varıyorum. Yaşadığım kent olan Çanco’da metro olmaması canımı
sıkan etkenlerden birisi olabilir mi? Gerçi inşaatına başladılar ama iki-üç
yıla bitmez böylesi geniş çaplı bir proje. O zamana kadar ben burada kalmam
zaten. Çin’de kalsam bile Çanco’da yaşamam, daha büyük bir kente (Şanhay ya da
Pekin) taşınırım.
İki hafta önce Suzhou’ya (Suğco) gittiğimizde
de az çok aynı şeyi hissettim. Çing Min (Mezarlık Süpürme) tatili olduğu için
ortalık ana baba günüydü. Yine yığınla insan, sel gibi akıyor istasyonlara
doğru. Hareketsiz duracağım desen duramazsın, kapılırsın akıntıya,
sürüklenirsin. Öyle etkin bir güç, öyle durdurulamaz bir enerji. Dile kolay,
Çin! Bin üç yüz milyon insan!!! Suğco’da da iki hattan oluşan bir mini metro
ağı var. On milyon nüfuslu bir kent, Suğco. Hoş, kente varmadan önce
yaşadığımız küçük macerayı anlatayım önce. Biz zannediyoruz ki Çanco’dan iki
durak sonra ineceğiz. Wuxi (Uğşi) durağından sonraki durak Suğco olmalı.
Öyleydi de ama meğerse Suğco’da iki durak varmış. Biz kentin dışında kalan
istasyonda inmişiz. Trenden indik, baktık istasyon bomboş. Ben bir sevindirik
oldum tabii. Ne güzel, kimse yok. Rahat rahat gezebileceğiz kentte. Çok sürmedi
hatamızı anlamamız. Normalde istasyondan metroya doğrudan bağlantı olması
gerekiyor. Oysa burada yoktu! Haydaaa! Bilmediğimiz bir kentte, bilmediğimiz
dili konuşanların arasında kaldık mı! Aşağıya indik, metro yok ama yığınla
sahte taksici var. Hiçbirisi İngilizce konuşmuyor. Bir tanesine adresi
gösterdik. 100 Yuan istedi. Yuh yani! Çanco’dan Suğco’ya 60 Yuan verdik iki
kişi. Bu adam en fazla 5 km’lik yol için 100 Yuan istiyor. Bilet gişesine
gittik, belki bir sonraki trene binebiliriz diye. Görevli bu istasyonda bilet
satılmadığını söyledi. Kaldık mı ortada! İleride otobüs durakları vardı. Gittik
oradaki şoförlere sorduk, hepsi buradan olmaz, bu otobüslerle gidemezsiniz
anlamında başlarını salladılar.
Tekrar bilet gişesine gittik. Bu arada inatçı bir taksici sürekli bizi takip ediyor. Fiyatı 80 Yuan’a düşürdü. Ben de inat ettim. Vermeyeceğim parayı, binmeyeceğim taksiye. Bilet gişesindeki eleman İngilizce konuşmuyordu. Ben cep telefonumdaki Çince sözlükten kelimeleri tek tek çevirerek konuşmaya çalışıyordum. Bu arada genç bir adam –yanında karısı ve oğlu da vardı- yanımıza geldi ve kırık bir İngilizceyle bize yardımcı olabileceğini söyledi. J hazine bulmuş gibi sevindi, hemen adama durumu izah etti. Adam bizi anlayınca karısıyla bir şeyler konuştu ve sonra bize dönüp “Benimle gelin. Sizi otobüs durağına götüreyim.” dedi. Ben yürüyeceğiz zannediyorum. “Tarif et biz gidelim” tarzında laflar ediyorum. Adam kapının az ilerisindeki arabasını gösterip “Yürüyerek gidemezsiniz. Arabayla bırakırım ben sizi iki dakikada.” dedi. Mahcup olmuştuk ama yapacak bir şeyimiz yoktu. Adamın arabasına muhtaçtık. Bindik ve gittik. İki dakika sonra bir otobüs durağında indik. Adam arabadan indi, duraktaki numaraları kontrol etti ve bizim binmemiz gereken otobüsün numarasını söyledi. Adama ve ailesine birkaç defa teşekkür ettik, çocuğu sevdik, güle güle yaptık. Ardından adam arabaya binip gitti. Biz de beş dakika sonra gelen otobüse bindik. 2 Yuan ödeyip, yarım saat sonra asıl inmemiz gereken istasyona vardık.
Tekrar bilet gişesine gittik. Bu arada inatçı bir taksici sürekli bizi takip ediyor. Fiyatı 80 Yuan’a düşürdü. Ben de inat ettim. Vermeyeceğim parayı, binmeyeceğim taksiye. Bilet gişesindeki eleman İngilizce konuşmuyordu. Ben cep telefonumdaki Çince sözlükten kelimeleri tek tek çevirerek konuşmaya çalışıyordum. Bu arada genç bir adam –yanında karısı ve oğlu da vardı- yanımıza geldi ve kırık bir İngilizceyle bize yardımcı olabileceğini söyledi. J hazine bulmuş gibi sevindi, hemen adama durumu izah etti. Adam bizi anlayınca karısıyla bir şeyler konuştu ve sonra bize dönüp “Benimle gelin. Sizi otobüs durağına götüreyim.” dedi. Ben yürüyeceğiz zannediyorum. “Tarif et biz gidelim” tarzında laflar ediyorum. Adam kapının az ilerisindeki arabasını gösterip “Yürüyerek gidemezsiniz. Arabayla bırakırım ben sizi iki dakikada.” dedi. Mahcup olmuştuk ama yapacak bir şeyimiz yoktu. Adamın arabasına muhtaçtık. Bindik ve gittik. İki dakika sonra bir otobüs durağında indik. Adam arabadan indi, duraktaki numaraları kontrol etti ve bizim binmemiz gereken otobüsün numarasını söyledi. Adama ve ailesine birkaç defa teşekkür ettik, çocuğu sevdik, güle güle yaptık. Ardından adam arabaya binip gitti. Biz de beş dakika sonra gelen otobüse bindik. 2 Yuan ödeyip, yarım saat sonra asıl inmemiz gereken istasyona vardık.
Bir daha eğer birileri bana “Çinliler
muhtaç durumdaki insana yardım etmezler, bencildirler” gibi laflar edecek
olursa bu anımı anlatacağım. Belki biz gezgin olduğumuz için yardım etti, Çinli
olsaydık ve benzer bir çaresizlik durumunda kalmış olsaydık yardım etmeyecekti.
Bu durumda belki ailesinin emniyetinden kuşku duyacağı için ilgilenmeyecekti
bile. Bizim bir çift oluşumuz da yardım etmiş olabilir adama. Yanımda bir kadın
vardı ve iki erkeğe göre daha az tehlikeli görünüyorduk. Nedeni ne olursa
olsun, yardım etmek zorunda olmadığı halde etti. Bu bize yetti de arttı bile.
İstasyona varınca hemen metroya girdik. Oradan
otele geçtik. Neyse ki metroya yakındı otel. Odamıza yerleştik. Ardından da
otelin hemen karşısındaki kanal boyunca yürümeye başladık. Suğco eski bir kent,
binlerce yıllık tarihi var. Her yer ufak kemerli köprülerle ve küçük kanallarda
gezinen gondolvari kayıklarla dolu. Hatta bu gondolları süren yaşlıların
bazıları şarkı da söylüyor. Eski kenti, yani bugün kentin merkezi olarak
sayılan yeri kanallar çevirmiş. Su koyu yeşil, neredeyse nefti. Her yer insan
kaynıyor. Özellikle genç Çinli nüfus akın etmiş buraya. Yürüyerek, Mütevazi
Yönetici Bahçesi’ne varıyoruz. Burası da hınca hınç insan dolu olduğu için
bahçeden alınması gereken sükunet ve sessizlik dersini alamıyoruz. Bir süre
sağa sola gelişigüzel serpiştirilmiş amorfik kayalara bakıyoruz ve ardından
bahçeden ayrılıyoruz. Bu sırada M arıyor. Bulunduğumuz yeri tarif ediyoruz ama
insan kalabalığı o kadar yoğun ki (Tahtakale’de arife günleri yaşanan
kalabalığın bir benzeri) ne o bize ulaşabiliyor ne de biz ona. Uzun uğraşlar
sonucunda bir köşede bizi buluyor.
Birlikte kiraladıkları arabaya biniyoruz. M bizim okulda İngilizce öğretmeni. P de gelmiş. O da okula yeni gelen Güney Afrikalı İngilizce öğretmeni. İki tane de Tayvanlı arkadaş var arabada. Toplam altı kişi arabayla Şair Tapınağına gidiyoruz.
Birlikte kiraladıkları arabaya biniyoruz. M bizim okulda İngilizce öğretmeni. P de gelmiş. O da okula yeni gelen Güney Afrikalı İngilizce öğretmeni. İki tane de Tayvanlı arkadaş var arabada. Toplam altı kişi arabayla Şair Tapınağına gidiyoruz.
Şair tapınağının tarihini okumamıştım.
Tayvanlı arkadaşlardan birisi Suğco’ya sırf bu tapınağı görmek için gelmişmiş.
Tapınağın her yerinde kısa bir şiirin farklı hat tarzlarında yazılmış hali var.
Şiiri çevirmesini istedim Tayvanlı arkadaştan ama çevirmek çok zor deyip
geçiştirdi. Fotoğrafını çektim. Aklıma da gelmişken yarın birilerine sorayım.
Bu tapınakta gereğinden fazlasıyla vakit geçirdik. Hatta bir ara J ile P –Hemen
de nasıl kanka oldular? - pagodanın etrafında tavaf yapmaya başladılar. Yedi
defa dönünce tüm günahlarından arınıyormuşsun gibi bir cümle vardı, kenara
konmuş bir tabelada. Keşke o kadar kolay olsa diye içimden geçirerek onları
izledim.
Tapınaktan ayrıldıktan sonra M bizi kendisinin ve erkek arkadaşının her zaman gittiği Japon lokantasına götürdü. Sabit bir fiyata istediğimiz kadar yiyebiliyorduk. Ve bu fiyata içecekler dahil. Ben zaten sabahtan beri doğru dürüst yemek yememişim. Abandıkça abandık, tıka basa yedik. Ardından da M’nin evine gittik. Bir de orada içtik, abur cubur yedik. Cılız kedileri sevdik. Hayatımda ilk defa tabu oynadım. Kabiliyetim varmış demek ki çok da bozguna uğramadık. Ya da tabu en çok kabiliyetsizlerin becerebildiği bir oyun. Geç vakitte ayrıldık M’nin evinden. Gece yarısına doğru taksiye bindiğimizi hatırlıyorum ama taksiden inip otele gittiğimizi hatırlamıyorum. Sabah olunca her şey netleşti. Şarap bardakta durduğu gibi durmuyor. Bir de uzun zamandır içmediğim için damarlarımdaki kan şaşırdı herhalde. “N’oluyo lan! Bu gelen kim!” gibisinden…
Ertesi gün J ile birlikte takıldık. İkiz
pagodayı ziyaret ettik. Onun yanında başka heybetli bir tapınakta gezindik.
Ünlü bir ressamın sergisini gezdik. Alışveriş caddesinde yürüdük. Dev
salatalıklardan alıp hapur hupur yedim yolda. Bir başka yerden de kıpkırmızı
domates alıp yedim yol boyunca. Nedense marketlerden aldığımız sebzeler böyle
lezzetli olmuyor. Yol kenarında satanlar ya kendi mallarını satıyorlar ya da
köylerinden getirdikleri komşularınkini. Bu yüzden ürünler hem taze hem de
ilaçsız, domatesler domates gibi kokuyor. Akşam olunca otele döndük, çantamızı
aldık ve tren istasyonuna gittik. İki saat sonra evimizdeydik.
Geçtiğimiz iki ay içinde Suğco’dan başka
bir yere gitmedim. Çanco’da, okulla ev arasında mekik dokudum boyuna. Yalnız
aylardır planladığım bir şeye nihayet başlayabildim. Uluslararası Film Kulübü.
Kulübün kurucusu benim. İki haftada bir benim evde toplanıp, güzel bir film
izliyoruz. Filmden sonra da 5-10 dakika kadar filmi tartışıyoruz. Fena olmadı,
ilk başta burun kıvıranlar şimdi çok beğendiklerini söylüyorlar. İzlediğimiz
ilk film Filipinler yapımı “Metro Manila”ydı. Ondan sonra son Oscar yarışmasında
en iyi yabancı film ödülünü alan İtalyan yapımı “The Great Beauty” filmini
izledik. Haftaya da Çin yapımı, burada yasaklanmış bir film olan “A Touch of
Sin” adlı filmi izleyeceğiz. Sıradaki filmler Kazakistan’dan Tulpan, Guatemala/ABD’den
El Norte, Güney Kore’den Treeless Mountain, Rusya’dan House of Fools, İspanya’dan
The Exterminating Angel, Danimarka’dan Teddy Bear, Yunanistan’dan Eternity and
a Day, Kırgızistan’dan Saratan.
Aslında İran’dan ve Türkiye’den sevdiğim yönetmenlerin (Aşgar Farhadi, Nuri Bilgi Ceylan, Zeki Demirkubuz, Abbas Kiarostami) filmlerini göstermek istiyorum ama sürekli gittiğim DVD dükkanında bulduğum Türk filmleri genelde popüler olanlar. Behzat Ç,Çanakkale ve Karaoğlan’ı buldum şimdiye kadar. Bir tane bile İran filmi olmaması ise ayrı bir zül. Buna rağmen seviyorum ben bu dükkanı. Çanco’da var olmayan kitapçı dükkanının yerini tutuyor benim için. Haftada birkaç kere gidiyorum, eski ve tozlu –kimse dokunmadığı için- DVD’lerin arasından ilgimi çekenleri seçiyorum. Nasıl olmuşsa adam güzel bir koleksiyon toplamış buraya. Çin’in pek çok kentinde asla bulamayacağın yönetmenlerin filmleri var. Ingmar Bergman’ın, Bela Tarr’ın, Theo Angelopoulos’un, Stanley Kubrick’in filmlerini Türkiye’de bile bir arada bulmak zor iken sen tut Çanco gibi bir çölde bul. Bir vaha benim için bu dükkan; sahaflar gibi, Kabalcı gibi bir vaha.
Aslında İran’dan ve Türkiye’den sevdiğim yönetmenlerin (Aşgar Farhadi, Nuri Bilgi Ceylan, Zeki Demirkubuz, Abbas Kiarostami) filmlerini göstermek istiyorum ama sürekli gittiğim DVD dükkanında bulduğum Türk filmleri genelde popüler olanlar. Behzat Ç,Çanakkale ve Karaoğlan’ı buldum şimdiye kadar. Bir tane bile İran filmi olmaması ise ayrı bir zül. Buna rağmen seviyorum ben bu dükkanı. Çanco’da var olmayan kitapçı dükkanının yerini tutuyor benim için. Haftada birkaç kere gidiyorum, eski ve tozlu –kimse dokunmadığı için- DVD’lerin arasından ilgimi çekenleri seçiyorum. Nasıl olmuşsa adam güzel bir koleksiyon toplamış buraya. Çin’in pek çok kentinde asla bulamayacağın yönetmenlerin filmleri var. Ingmar Bergman’ın, Bela Tarr’ın, Theo Angelopoulos’un, Stanley Kubrick’in filmlerini Türkiye’de bile bir arada bulmak zor iken sen tut Çanco gibi bir çölde bul. Bir vaha benim için bu dükkan; sahaflar gibi, Kabalcı gibi bir vaha.
Film kulübünün bir başka güzelliği de
insanları düşünmeye sevk etmesi. Aşırı sanatsal olanlardan kaçınıyorum. Bela Tarr'ı izletsem bir daha kimse gelmez. Özellikle düşündürücü filmler seçiyorum ki
üzerinde konuşabilelim, tartışacak bir şeylerimiz olsun. Zaten sabahtan akşama
kadar okulda robot gibi aynı şeyleri konuşuyoruz. Toplantı ne zaman, sınav
sonuçlarını ne zaman veriyoruz, kim kimin dersine giriyor, bugün kaçta çıkıyoruz,
yarın okula kim geliyor, Mr Şı bu cuma okulda olacak mı? Mr Şı kim? Topluca yaptığımız tek eylem cuma akşamları hep birlikte Çanco’nun tek
Hindistan lokantası olan Indian Kitchen’a gidip karnımızı doyurmak; siyasetten,
spordan, eğitimden konuşmak. Yalnız bu akşamlarda yemek muhabbeti ağır basıyor.
Gruptaki herkesin ortak tavrı şu: Haftanın diğer günleri yaşamak için yiyoruz, cuma
akşamları yemek için yaşıyoruz. Durum böyle olunca çok da derinleşemiyor bizim
salon entelektüellerine yakışan konularımız.
Bu nedenle film kulübüne ayrı bir önem
veriyorum ben. Belki ileride sıklığını arttırırım kulüp toplantılarının,
haftada bir yaparım. Şimdilik tek sorun evimin oturma odasının misafir
kapasitesinin düşük olması. Sayı artarsa masanın yerini değiştirip ek
sandalyeler koyacağım. On kişiye kadar misafir alabiliriz. Zaten sayının onu
geçme olasılığı zor. Filmler popüler değil, sinemaya eğlence değil de sanat
olarak bakmayı gerektiren filmler. Çarşamba günleri yapıyorum ki kimsenin hafta
sonu planlarıyla çakışmasın. Türk çayı ve meyve suyu ikram ediyorum. Bira
içenleri bir şişeyle sınırlıyorum. Ayık kalsınlar ki alt yazıları
okuyabilsinler. Bakalım Çin’de sansürlenmiş olan A Touch of Sin filmine kaç
kişi gelecek. Şimdiden heyecanlandırıyor beni…
***
***
Bugün eve gelirken Ahmet Kaya "İçimde Ölen Biri Var" parçasını söylüyordu. Sanırım son iki aylık sessizliğimi en iyi bu parça anlatır. Sözlerini aşağıya alıntılıyorum.
Bana birşeyler anlat, canım çok sıkılıyor
Bana birşeyler anlat anlat, içim içimden geçiyor
Yanımdasın susuyorsun, susuyor konuşmuyorsun
Bakıyor görmüyorsun
Dokunsan donacağım, içimde intihar korkusu var
Bir gülsen ağlayacağım bir gülsen kendimi bulacağım
Depremler oluyor beynimde dışarıda siren sesi var
Her yanımda susmuş insanlar susmuş
İçimde ölen biri var
Bana birşeyler anlat anlat, içim içimden geçiyor
Yanımdasın susuyorsun, susuyor konuşmuyorsun
Bakıyor görmüyorsun
Dokunsan donacağım, içimde intihar korkusu var
Bir gülsen ağlayacağım bir gülsen kendimi bulacağım
Depremler oluyor beynimde dışarıda siren sesi var
Her yanımda susmuş insanlar susmuş
İçimde ölen biri var
Vayyyy vayyyy vayyyy vayyyy vayyyy vayyyy
Hadi birşeyler söyle, çocuk gözlerim dolsun
Hadi birşeyler söyle, çocuk gözlerim dolsun
İçinden git diyorsun, duyuyorum gülüm
Gideceğim son olsun
Yanımdasın susuyorsun, susuyor konuşmuyorsun
Bakıyor görmüyorsun
Dokunsan donacağım, içimde intihar korkusu var
Bir gülsen ağlayacağım bir gülsen kendimi bulacağım
İçimde soluyorsun, iki can var içimde
Korkular salıyorsun üstüme korkular heran başka biçimde
Depremler oluyor beynimde dışarıda siren sesi var
Her yanımda susmuş insanlar susmuş
İçimde ölen biri var
Vayyyy vayyyy vayyyy vayyyy vayyyy vayyyy...
Gideceğim son olsun
Yanımdasın susuyorsun, susuyor konuşmuyorsun
Bakıyor görmüyorsun
Dokunsan donacağım, içimde intihar korkusu var
Bir gülsen ağlayacağım bir gülsen kendimi bulacağım
İçimde soluyorsun, iki can var içimde
Korkular salıyorsun üstüme korkular heran başka biçimde
Depremler oluyor beynimde dışarıda siren sesi var
Her yanımda susmuş insanlar susmuş
İçimde ölen biri var
Vayyyy vayyyy vayyyy vayyyy vayyyy vayyyy...
Aşağıya da son günlerde çekilmiş resimleri ekliyorum. Bundan sonraki yazılarda sırasıyla şu konulara değineceğim:
1. T'ye mektup: Tanrı'nın var olup olmadığı sorusu ne kadar ciddi bir sorudur?
2. 20. yüzyılın romantik şairi: Xu Zhimo
3. Çin'de sansür. Neden? Nasıl? Ne kadar? Kim? Kime?
1. T'ye mektup: Tanrı'nın var olup olmadığı sorusu ne kadar ciddi bir sorudur?
2. 20. yüzyılın romantik şairi: Xu Zhimo
3. Çin'de sansür. Neden? Nasıl? Ne kadar? Kim? Kime?
Çanco'da koşmaya çıktığım güzel bir pazar gününden. |
Çanco'nun merkezindeki yüksek kemerli köprü. |
Yüksel kemerli köprü ve arkadaki tarakçı dükkanları |
Okulda sergilenen öğrenci eserleri. Hoşuma gidenlerden birisi. |
Bir başka öğrenci eseri. Hem yaratıcı hem şirin. |
Öğrencilerim İstatistik dersinde. Pinpon topunu kutuya sokmaya çalışıyorlar. |
Oyun bitti, model geliştirme zamanı. Skor olasılığının mesafeye göre nasıl değiştiğini bulacaklar. |
Bizim haftalık toplantılarımız. Origami ve disiplin. |
M'nin kediciklerinden iki tanesi. |
Okulda sıradan bir sabah. Yeri süpüren genç lise öğrencisi, ona ne yapacağını söyleyen hademe. |
Sıkıcı bir ders. Logistic Growth'u modellemişiz. |
Ne kadar derine gidersem gideyim, yine kendimle karşılaşıyorum. |
Şair tapınağı. |
M, Tayvanlı arkadaş, J ve P. |
Şair Tapınağı |
Yüksek kemerli bir köprü. |
Suğco'nun su kanalları. |
İkiz pagodalar. |
İkizlerden biri ve kızıl yapraklı ağaç |
Suğco'da bir lokantanın önü. |
Gondollardan birisi |
Seyyar satıcıdan aldığım kocaman salatalığı yiyorum. |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder