Türkiye tuhaf bir ülke. Seçimle başa gelmiş ve halkı
yönetmekle yetkilendirilmiş bir hükümet, eğitimle ilgili bir kararı alırken
eğitimcilerden başka herkesin fikrini soruyor. Hayatında tek bir defa sınıfa
girip ders anlatmamış insanlar bir anda öğretmen oluyor, eğitimin her sorununa
derman olacaklarını iddia ediyorlar. Başka zamanlarda öğretmenleri hor gören,
mesleği ve mesleği icra edenleri adam yerine koymayan köşe yazarları, hiç
ilgileri olmadığı halde birer eğitimciymiş gibi dershanelerin kapatılmasının
çocuklarımızın geleceğine olan etkisini
tartışmaya başlıyorlar. İş ve sanayi örgütleri konu hakkında sert
açıklamalar yapıyorlar. Eğitimle hiçbir ilişkisi olmayan cemiyetler anlaşılmaz
açıklamalar yapıp kafaları iyice bulandırıyorlar. İşin ilginç yanı, tuhaf olan
bunlaırn hiçbirisi değil, tuhaf olan tüm bu kargaşanın normal karşılanması,
kimsenin bundan gocunmaması, bir dini cemaatin dershaneler konusundaki azimli
duruşunu kimsenin sıradışı görmemesi ve hatta bunu cemaatin en doğal hakkıymış
gibi kabul etmesi.
Öncelikle ömrünün on dört yılını, dört ayrı ülkede mesleğe
adamış bir öğretmen olarak kişisel görüşümü belirteyim. Dershanelerin
kapanmasının eğitime, yani çocukların gelişimine, onların bilimi ve matematiği algılayış
şekillerine, onların edebiyata, spora, tarihe ve felesefeye bakışlarına bir etkisi
olmayacaktır. Bunun en büyük nedeni çoktan seçmeli sorulardan oluşan
sınavlardır. Bu sınavların bir zorunluluk olması, pragmatik ve güvenirlilik
açılarından kaçınılmaz olmaları ayrı bir yazının konusu. Üniversite sayımız ve
her yıl üniversiteye girmek için kapıda bekleşen öğrenci sayımız belli.
Üniversite sayısını artırmadan ya da gelecek vizesini üniversiteden başka yerde
arayamayan öğrenci sayısını azaltmadan, çoktan seçmeli sınav sorununa bir çözüm
üretmek olanaksız.
Dershanelerin kapanmasının eğitim sisteminde bir fark
yaratmayacağını savunmamı izah edeyim. Bugün Türkiye’deki okulların hemen hepsi
birer dershane gibi işletilmektedirler. İstanbul’un göbeğindeki özel okuldan
tutun memleketin en ücra köşesindeki devlet okuluna kadar hemen tüm okullardaki
öğretmenler, koşullar gereği, eğitimle değil de üniversite sınavıyla ilgilenmek
zorundadırlar. Yazılılarda üniversite sınavında çıkan soruları sorarlar, ödev
olarak sınav hazırlık kitaplarındaki soruları verirler, ders anlatırken geçmiş
sınavlardaki sorulara ağırlık verirler, benzerlerini türetirler, çocuklar
alışsınlar diye daha zorlarını hazırlarlar. Bir şekilde okul “düşünen ve
sorgulayan” insan yetiştirme amacından sapar, “soru çözme makinesi” yetiştirme
bataklığına döner. Sorular her geçen yıl biraz daha zorlaşır, biraz daha ezbere
dayanır, biraz daha özgün düşünceyi ihmal eder hale gelir. Örneğin, böyle bir
eğitim sisteminde öğretmen etkinlik yapmaya vakit ayırabilecek midir?
Matematiğin ve bilimin sosyal yönlerini öğrencilerine keşfettirmek için bir
şeyler çabaladığında sistemin gerisinde kalmışlığın getireceği suçluluk
duygusundan kurtulabilecek midir? Yaparak öğrenme, deneyerek ve yanılarak
öğrenme, ölçerek öğrenme, keşfederek öğrenme ve daha nice güzel tekniği geride
bırakıp, sadece soru çözmeye odaklanarak, ne kadar öğretmenlik yapmış
olmaktadır? Sorular çoğaltılsa da mevcut sistemin tüm bu sorulara vereceği
yanıt aynı kalacaktır.
Her ne kadar başlangıçta bir destek programı olarak
düşünülmüşse de dershaneye gitme, günümüzde, yine dershaneciler tarafından,
üniversite sınavında başarılı olmak için gerekli olan şartlardan birisi haline
getirilmiştir. Bu gerekliliği şu şekilde izah eder dershaneci karşısına aldığı
ebeveyne: Çocuğunuz dershaneye devam etmelidir çünkü sınavda çıkacak sorulara
alışmak, soru tiplerini ezberlemek, olası tüm soru tiplerinden yüzlerce örnek
çözmüş olmak zorundadır. Bunu yapmazsa çocuğunuz geride kalacaktır, yarışta
geri plana itilecektir. Bu cümlelerle ikna edilir çaresiz anne baba. Kendi
hazırlamış oldukları rekabet ortamına sokarlar öğrenciyi ve başarılı pazarlama
teknikleriyle rekabet ortamının onlardan önce de orada olduğuna karşı tarafı
ikna ederler. Oysa zor sorular hazırlayarak çıtayı yükselten, gereksiz
ezberlere neden olacak konulara girerek öğrencileri daha bir kendisine bağlayan
yine aynı dershanecidir. O bunu yaparken okuldaki öğretmen de aynı baskıyı
hisseder omuzlarında. Yavaş yavaş öğretmenliği bırakıp, dershaneciliğe yönelir.
Okuldadır ama fizik biliminin güzelliğini anlatmaz, fizik sorularının
çözümlerini anlatır.
Durum böyle olunca bundan sonra dershaneler kapanmış ya da
kapanmamış; eğitim açısından çok da önemli değildir bu karar. Tartışmayı sıcak
hale getiren işin siyasi ve ticari yönleridir. Türkiye’nin dört bir yanına
yayılmış binlerce dershaneden söz ediyoruz. Bu dershanelerde çalışan
yüzbinlerce öğretmenden. Ne olacaktır bunca insana ve emeğe? Cemaatin bu konuda
iki temel kaygısı vardır. Birincisi ve önemsiz olanı finansaldır. Büyük bir
para kaynağıdır dershaneler. Bildiğim kadarıyla cemaatin dershaneleri kolay
kolay burs vermez. Özellikle öğrenci mütedeyyin bir ailedense ya da öğrenci
abiler aracılığıyla cemaatin has dairesine dahil olmuşsa ondan para almak çok
daha önemlidir. Burslar daha çok zeki ve çalışkan olup da henüz cemaatle
tanışmamış öğrenciler için saklanır.
Cemaatin dershaneler konusunda bu
derece tutkulu olmasının bir diğer nedeni de cemaatin insan kaynaklarının büyük
bir bölümünün dershaneler tarafından karşılanıyor olmasıdır. Dershaneler cemaatin yanlarına adam çekme yöntemlerinden
birisidir. Daha önceki yıllarda kafalanamayan çocuk için son şans lise 3
ya da 4'dür. Dershane bahanedir. Önemli olan çocuk kafalansın, cemaati tanısın
ve iyi bir üniversiteye girdikten sonra da cemaatin kurumlarında (ışık evlerde,
yurtlarda vs) kalsın. Böylece cemaatin nüfusu artsın.
Bunun yanında iyi bir üniversiteye girmesi de
önemlidir. Boğaziçi, ODTÜ, Marmara, Bilkent
ve benzeri zirve okullar girilmesi gereken okullardır. Lisede ayağı cemaate
alışan öğrenci üniversitede bozulsa bile –cemaatten uzaklaşsa bile-, sempatizan
olarak uzun süre devam edecektir. Cemaatin lise öğrencisini gruba dahil etme
yöntemi yaklaşık olarak şu şekilde gelişir:
Öğrenci
Ömer dershaneye başladığında mutlaka ona cemaatten bir arkadaş (Ahmet)
belirlenir. Ömer bunu bilmez tabii. Zaten Ahmet’in kafalaması gereken en az
yarım düzine arkadaşı olacaktır. Sonuçta Ahmet de Ömer gibi bir dershane
öğrencisi olduğu için Ömer ondan kuşkulanmaz. Zaten aynı okulda okuyordurlar,
belki de birbirlerini tanıyordurlar. Birlikte ders çalışırlar, bazen birlikte
gezerler. Dostluk ilerledikçe Ahmet açılır. Mesela bir gün Ömer'e derki
"Ya ben çalışıyorum ama olmuyor. Benim tanıdığım üniversiteli abiler var.
Çok iyi ders çalıştırıyorlar. Birlikte gidelim mi?" Böylece Ahmet, Ömer'i
alır ve okula yakın bir ışık evine götürür. İTÜ’de uçak mühendisliği
okuyanYakup abiyle tanıştırır. Yakup Abi, güler yüzlü ve yardımseverdir. Bu işi
vatanı ve milleti için yapmaktadır. Haftanın bir günü başlayan ders çalışma
programı zamanla sıklaşır. Bir süre sonra Yakup abi, 3-5 kişilik bir öğrenci kitlesine haftada 3-4
gün ders çalıştırıyor olur. Tabii, derslerden sonra çay ve bisküvi ikram
edilir, yemek yenir, oyunlar oynanır. Önemli olan çocukların ayağının eve
alışmasıdır. Bu muhabbetler sırasında ufaktan da olsa dini konulara girerler. Namazdan, imandan
bahsedilir. Daha sonra da Ömer, Yakup abisini dershanede görmeye başlar. Yakup
abi, Ömer ve Ahmet’in dershanedeki rehber hocasıyla birlikte
çalışmaktadır.
Dönem arası yaklaşmaktadır. Dershane bir kamp ayarlar.
İki haftalığına çocuklar uzak bir yurtta ders çalışacaktır. Ömer buna hayır
diyemez. Orada belki namaza başlar, belki ilk defa Risale-i Nurla ya da Gülen'in
sohbetleriyle tanışır. Bir yandan da deli gibi ders çalışır. İkinci dönemde
artık namazları abisi tarafından kontrol ediliyordur. Çeteleyle; kaçırdığı
namazlar, okuduğu kitaplar, dinlediği kasetler kayıt altına alınır. Haftalık
toplantılara katılır, hem derslerinden hem de manevi dünyasından dolayı hesap
verir Yakup abisine.
Yıl sonuna gelindiğinde, hemen hemen tüm grup kıvama
gelmiştir. Üniversite sınavında başarılı olanlar gittikleri kentlerdeki evlere
ve yurtlara yerleştirilir. Kendilerini kanıtlamış olanlara ufak öğrenci
grupları verilir sorumluluk olarak. Böylece itaati, sadakati, hizmet etmeyi
öğrenir. Henüz kendisini kanıtlamamış olanlarsa yavaş yavaş ev ortamına
alıştırılır. Üniversite sınavında başarılı olamayanlar ya kalıp bir yıl sonraki
sınava çalışırlar ya da yurt dışındaki üniversitelere kanca atmaya bakarlar.
Tabii ki yurt dışında yalnız olmayacaklardır. Yine cemaatin evleri, yurtları
onları beklemektedir.
Aşağı yukarı bu
şekilde döner cemaatin çarkları. Yaklaşık otuz yıldır da bu şekilde sorunsuz
bir biçimde işlemiştir. Şu anda devletin üst kademelerinde; belki yargıda,
belki askeriyede, belki emniyette yer alan memurlar bu şekilde dahil
edilmişlerdir cemaate. Cemaat en büyük gelir ve insan kaynaklarına zarar
gelecek diye korkmaktadırlar şimdilerde. Hoş, dershaneler kapansa bile onlar
yine yollarını bulurlar, benim bundan kuşkum yok. AKP döneminden önce nasıl
tomurcuklanıp palazlandılarsa, kendilerini desteklemeyen bir AKP’nin olduğu
yerde de büyümeye devam edeceklerdir.
Beni asıl
rahatsız eden şeylerden birisi cemaatten bir kişinin çıkıp da açık açık
dertlerini anlatmamalarıdır. Hep gizli kapaklı hesaplar, hep metaforik laflara
bulanmış söylemler, gizli tehditler, otuz ayrı anlama gelecek açıklamalar...
Yok şefkat tokatıymış, yok Kerbela’ymış, yok şuymuş buymuş. Dolaylı konuşarak
kredi topluyorlar güya, dolaylı konuşarak otuz ayrı şeyi ima ediyorlar aynı
anda. Biriniz de cesur olun, çıkın meydana, anlatın derdinizi. “Biz” deyin, “en
çok öğrenciyi dershanelerde kafalıyoruz. Böyle bir kaynaktan vazgeçemeyiz.”
Bunun yasa dışı olmadığını söyleyen siz değil misiniz? Yasa dışı değilse ilan
edin, herkes bilsin. Anne babalar çocuğunu sizin dershanenize gönderirken açık
açık bilsin çocuklarına ne olacağını. Demokratik bir ülkeden de beklenen bu
değil midir? Batıda misyoner okulları bu şekilde çalışırlar. Ebeveynler bilirler
çocuklarını böyle bir okula gönderdiklerinde, çocuğun ne öğreneceğinden haberdardırlar.
Siz de böyle yapın, açın kartlarınızı ve oynayın. Broşürlerinizde bahsedin
bunlardan. Işık evleriyle birlikte çalıştığınızı tanıtım reklamlarınıza yazın,
fedakar cefakar Yakup abilerin resimlerini de koyun reklamlara. “Biz bunlarla
varız, çocuğunuz bir yıl sonunda sadece iyi bir üniversite kazanmayacak, aynı
zamanda Risale-i Nur okuyan, Gülen dinleyen, çay demleyen, yemeğe “taam”,
toplantıya “istişare” diyen bir şakirte dönüşecek.” yazın yollara, köprülere
astığınız reklam afişlerine. Yaptığınız işten utanmadığınıza göre bunu
yapabiliyor olmalısınız. Çocuğunuz kararsız kaldığı zamanlarda istiareye
yatacak ve rüyasını yorumlatacak yazın, geceleri teheccüde kalkacak yazın,
akşam namazlarından sonra dört rekat fazladan evvabin namazı kılacak yazın, farzdan sonra salat-en tüncina okuyacak ve "ve-l afat" derken ellerini ters çevirecek yazın, becerebilirse dış
işlerine ya da MİT’e girecek yazın, harp okulu sınavında başarılı olursa
üniversiteye gitmeyecek asker olacak yazın.
Madem varsınız
mücadelede, diğerleri gibi var olun. Cılız bedenlerinizi gerin, açın göğsünüzü size
karşı olanlara. İsterseniz meydana çıkın, protestonuzu yapın. Meclis binasına
yürüyün, belediyeye yürüyün, MEB’na yürüyün. Bakalım polis size de biber gazı
sıkıyor mu? Nasıl ki Gezi Parkı olaylarında gençler kendi bedenlerinden başka
bir şeye güvenmeyerek çıktılar ve inandıkları değerler için mücadele verdiler; gaz
yediler, tazyikli su yediler, cop yediler... Yeri geldi canlarını verdiler. Siz
de çıkın kendinize bu kadar güveniyorsanız. Bugüne kadar neyi kurban verdiniz de ağlıyorsunuz savaşta şehit
edilen kocalarına ağıt yakan kadınlar gibi? Bir tane şakirt mi canını kaybetti herhangi bir mücadele sırasında? Bir tane cemaat mensubunun burnu mu kanadı? Bırakın sağa sola sızmayı, arkadan
işler çevirmeyi, onun bunun yatak odasına koyduğunuz kameraları ifşa edeceğiniz
kilit zamanı beklemeyi, önemli mevkilere gelmiş memurlara bira şişeleriyle
tedbir yaptırmayı, arama yapmak için girdiğiniz evlere daha önce var olmayan
kanıtları koymayı...
Bırakın ve
gösterin gerçek yüzünüzü. Türkiye’nin geleceğiyle oynayacaksanız dürüst olun,
gençlere ve onları yetiştiren ana babalara karşı yüzünüz ak, gönlünüz ferah
olsun. Olamıyorsanız ikiyüzlüsünüz demektir. İşte o kadar.
3 Aralık 2013 –
Çanco, Çin
Son zamanlarda okuduğum en etkileyici yazılardandı, özellikle son üç paragraf beni benden aldı, kaleminize sağlık..
YanıtlaSilTeşekkürler. Her ne kadar AKP geri adım atmışa benziyor olsa da bu kısa süreli bir ateşkes olacaktır. Dersane kavgası çatışmanın nedeni değil, sonucuydu. Asıl neden (gücü kontrol etme hırsı) var oldukça kavgaların devamı gelecektir.
YanıtlaSil