Şanhay Maratonu, Okulum ve İnsan Zekası
Günler ne
kadar da hızlı geçiyor! Daha çok var deyip sürekli geçiştirdiğim Şanhay
maratonu bile geride kaldı. Çok iyi hazırlanamadım maratona ama yine de fena
değildi. Bu kadar soğuk bir havada ilk defa koşacağım için aslında biraz
tedirgindim maraton gününden önce. Sabah uyanınca dün akşamdan kalma yeşil çayın üzerine sıcak su ekleyip içtim. İki tane de küçük "snickers" çikolata yedim ki koşarken bol bol şeker yakayım. Ardından da giyinip kendimi dışarıya attım. Daha önceki koşularda şort ve tek kat tişörtle
yetinirdim. Bu koşuda, otelden çıkarken üzerimde üç kat giysi vardı. Ellerimde
eldivenler, kafamda bere, altımda da hem içlik hem de uzun eşofman. Buna rağmen
sabahın ayazı korkuttu beni. Yarışın başlayacağı “The Bund”a varıp, insanların
rahat kıyafetlerini görünce biraz kendimden utandım tabii. Ahali gayet rahat,
ne benim gibi spor ceketi giyen var ne de uzun eşofmanla seksenleri anımsatan.
Üzerimdekileri çıkaramasam da eldivenleri ve bereyi çıkarıp cebime koydum. Bir
süre başlangıç noktasının 50 metre kadar gerisinde ısındım, bacaklarımı gerdim,
sorun çıkarmaya en yatkın yanım olan dizlerimi ovdum. Bir yandan da müziği açtım. İlk
defa müzik dinleyerek maraton koşacaktım. Evdeyken doldurmuştum sevdiğim
sanatçıların sevdiğim parçalarını.
Yarış tam
zamanında başladı ama kalabalık uzun süre seyrelmedi. İlk birkaç kilometre
hemen herkes zorluk yaşar, insanlar birbirine çarpar, ufak tefek kazalar olur.
Oysa katılımcı sayısı fazla olduğundan, ilk birkaç kilometrede gerçekleşmesi
gereken rahatlama onuncu kilometreden sonra -10 km koşanlar ayrılınca- başlayabildi.
Kısacası ilk on kilometre tuhaf bir cebelleşmenin içindeydim. Bunda, koşma
adabına yakışmayacak hareketler sergileyenlerin adamsendeci tavırları önemli
bir rol oynadı doğal olarak.
Çinli
arkadaşlar trafikte nasıl davranıyorlarsa koşarken de öyle davranıyorlardı.
Arkaya bakmadan sağa sola atlayanlar, durduk yere depar yapıp bir anda önüne
geçtiğin kişiyi zor durumda bırakanlar, yolun ortasında durup dinlenmeye ya da
ayakkabısının bağını bağlamaya başlayanlar… Azıcık düşünseler binlerce insanın kendileriyle
aynı şartlarda koştuğunu, bu duyarsızlıkları yapmazlar. Yorulduysan ve
dinleneceksen, kenara çekilirsin. Maratonun adabı budur. Yolun ortasında pat
diye durup, arkadan gelen yüzlerce insanın sana çarpmasını –ya da çarpmamak
için mücadele vermesini- beklemezsin. Ben birkaç defa düşme tehlikesi atlattım.
Önümde koşan bir yabancı; sağ arkasından gelip, sol önüne geçmek isteyen bir
Çinli koşucunun hışmına uğradı. Çinli koşucunun ayağının topuğu, yabancı
koşucunun ayağına çarptı. Herif yere yuvarlandı. Çinli koşucu arkasına bile
bakmadan devam etti. Arkadan gelen bizler yabancı koşucuyu yerden kaldırdık.
Neyse ki ağır bir hasar yoktu, eleman kaldığı yerden koşmaya devam etti.
Normal koşullarda böylesi ufak bir çarpmada insan sarsılmaz ama uzun bir mesafeyi koştuktan sonra insan bedeni ani gelişmelere tepki verememeye başlıyor. Yani, on santimetrelik bir eşik bile yokuş oluyor koşucu için. Bu yüzden maratonlarda, eğer cidden altın madalya için koşmuyorsan, başkalarıyla değil de kendinle yarışıyorsundur. Ha 3423’üncü olmuşsun ha 3235’inci! Çok bir fark yok arada. Mühim olan bitirmek, hiç durmaksızın koşmak, nefesine düzen vermek, adımlarına odaklanmak, hedefe kilitlenmek ve güzel şeyler düşünmek. Öyle paldır küldür, diğerlerinin konsantrasyonunu bozacak şekilde koşacaksan hiç koşma daha iyi. İnsanlar kendilerini yenmek için koşarlar; tembelliklerinin, bahane üreten egolarının, düzensizliklerinin üstesinden gelmek için. Kaosa daha çok kaos eklemek için değil.
Normal koşullarda böylesi ufak bir çarpmada insan sarsılmaz ama uzun bir mesafeyi koştuktan sonra insan bedeni ani gelişmelere tepki verememeye başlıyor. Yani, on santimetrelik bir eşik bile yokuş oluyor koşucu için. Bu yüzden maratonlarda, eğer cidden altın madalya için koşmuyorsan, başkalarıyla değil de kendinle yarışıyorsundur. Ha 3423’üncü olmuşsun ha 3235’inci! Çok bir fark yok arada. Mühim olan bitirmek, hiç durmaksızın koşmak, nefesine düzen vermek, adımlarına odaklanmak, hedefe kilitlenmek ve güzel şeyler düşünmek. Öyle paldır küldür, diğerlerinin konsantrasyonunu bozacak şekilde koşacaksan hiç koşma daha iyi. İnsanlar kendilerini yenmek için koşarlar; tembelliklerinin, bahane üreten egolarının, düzensizliklerinin üstesinden gelmek için. Kaosa daha çok kaos eklemek için değil.
Çanco’ya vardığımı bana ilk anımsatan şey havadaki kükürt dioksit kokusu oldu. Bir de nedeni anlaşılmayan ayaz. Şanhay’ın havası hem daha ılıktı hem de daha temiz. Buranın soğuğu sanırım Ankara’nın soğuğu gibi. Kuru, nemsiz, insanı esir eden ama kendisi de coğrafyanın esiri olmuş mazbut bir şey! Havanın soğuk olması pek rahatsız etmiyor beni aslında. Sorun bu soğuğu görmezden gelen kentliler. Örneğin, Çanco’daki evlerin hemen hiçbirinde merkezi ısıtma sistemi yok. Geceleri hava sıcaklığı sıfırın altına düşüyor, biz klimayla odayı ısıtmaya çalışıyoruz. Bunun nedeni Çanco’nun Yangtze nehrinin güneyinde olmasıymış. Nehrin güneyindeysen ısıtma sistemi kuramıyormuşsun! Şimdilik klimalar odaları ısıtmaya yetiyor ama ocak ayına geldiğimizde durumu kurtarabileceklerini hiç sanmıyorum. Bakalım o zaman ne yapacağız.
Hoş, tek sorun merkezi ısıtma sisteminin yokluğu değil. Kent sanki burada hiç kış olmuyormuş gibi inşa edilmiş. Örneğin bizim dairede tek bir elbise askılığı yok. Eve gelince montunu, kabanını nereye asacaksın? Yok öyle bir askı. Sadece evde değil, koca okulda da yok. Ya elbise askısı diye bir kavramla henüz tanışmamışlar ya da elbise askısı alırlarsa böylesi bir hareketin kışın gerçekliğini kabul etmek anlamına geleceğini düşündükleri için askının varlığını tümden reddetme yoluna gidiyorlar. İyi ama askıyı reddedince hava ısınmıyor ki! Ayrıca okulda da kalorifer olmadığı için sabahları ilk iki saat montla, kabanla oturuyoruz. Sonra yavaş yavaş klima odayı ısıtıyor da çıkarıyoruz kabanlarımızı, rahat bir nefes alıyoruz.
Beni en çok üzen öğrencilerin durumu. Sınıflar buz gibi. Çocuklar sabahtan akşama kadar montlarıyla oturuyorlar. Derste birbirleriyle konuşurken ağızlarından çıkan buharı görüyorum. Ben de derse montla gidiyorum. Klimalar odayı ısıtmaktan acizler. Hem onlar klimayı açsalar bile Çinli öğretmenler gelip kapıyorlar, bir de bunun üzerine pencereyi açıyorlar. Neymiş efendim, soğuk havada öğrenciler dikkatlerini daha iyi toplayabilirlermiş. Eğer sınıf sıcak olursa çocuklar mayışır, öğrenemezlermiş. Haydaaa, çocukların yarısı burnunu çekerken, diğer yarısı tir tir titrerken derse daha mı çok yoğunlaşmış oluyorlar? Her gün sınıf başına en az iki-üç öğrenci hasta, okula gelmiyor.
Okul öyle inşa
edilmiş ki sanasın tropikal bir ülkede yaşıyoruz. Tayland’da olsak anlayacağım.
Hava hep sıcak olduğu için okulun koridorları dışarıda olur. Orada öyleydi
çünkü kış diye bir şey yoktu. Burası bildiğin eli ayağı donduran ayaz kardeşim.
Dışarıya koridor mu yapılır? Öğretmenler odasından çıkıp, derse giderken dışarı
çıkmamız gerekiyor. Tuvaletler de bildiğin dışarıda, koridorların sonunda. En
savunmasız olduğumuz anlarda doğayla baş başayız, oh ne ala…
Şunu anlayabiliyorum. Çin çok hızlı büyüyor ve bu büyümeyi sürdürmesi için devasa bir enerji ihtiyacını karşılaması gerekiyor. 1,3 milyarlık; enerjiye aç bir ülke ÇHC. Bu enerjiyi nereden bulacak? En rahat elde edilen enerji kaynağı olan kömürü yakıyor. Dünyadaki kömürün yarısını Çin tüketiyor. Bu kadar kömür tüketip, hava kirliliğinin olmaması düşünülemez. Yangtze nehrinin güneyinde merkezi ısıtma sisteminin olmamasının nedeni de aslında hükümetin kömür tüketimine, yani hava kirliliğine bulduğu çarelerden birisi. İyi ama ülke hızla büyüyecek diye okullardaki çocukları üşütmenin ne anlamı var? Toplumun kurban edilecek en son kesimi değil midir çocuklar ve gençler? Daha yavaş büyüse de insanlar ölmese olmaz mı? Daha insancıl, daha sağlıklı yöntemler bulunamaz mı?
Bazılarına göre hava kirliliği gelişmenin bir gereği. Nasıl ki sanayi devrimi sırasında Londra'daki hava kirliliği yüzünden bazı haftalarda binlerce insan hayatını kaybediyordu, nasıl ki ABD'nin çelik ve diğer ağır metalleri üreten sanayi bölgelerinde hava kirliliği erken ölümlere neden oluyordu; şimdi de sıra Çin'de. Öyle görünüyor ki bazı ekonomistler bu işi sıraya dizmişler ve sırası gelen çeker mantığıyla duruma tarafsız yaklaşmaya çalışıyorlar. Yalnız unutulan bir şey var. Bugün İngiltere ve ABD hava kirliliği konusunda kendilerini aka çıkarmışlarsa bunun iki büyük nedeni var. Birincisi hizmet sektörüne kayan istihdam dağılımı. Bu kayış durup dururken olmadı tabii. Bunu tetikleyen, aslında kapitalizmin en büyük itici güçlerinden birisi olan dışa açılmaydı. Yani, fabrikalarını ülke topraklarının dışına inşa etmeye başlamış olmaları ve bilgi ihraç etmeleri. Bugün Çin'de binlerce fabrikası var batılı şirketlerin. Kendi ülkelerini kirletmiyorlar, Çin'i kirletiyorlar. Peki Çin ne yapacak? Başka bir Çin yok ki gitsinler kirletsinler? Sırası gelen çeker diyorlar ama dünyanın kaynakları sonsuz değil ki herkes sırayı bir sonrakine atabilsin. İşte bu noktada devreye Afrika giriyor.
Bana göre Çinliler Afrika kıtasını kendileri için kurtuluş bölgesi olarak görüyorlar. Bu yüzden milyarlarca dolarlık yatırımlar yapıyorlar Afrika'nın çorak bölgelerine. Gün gelecek, dev Çin şirketleri bacalarından zehir tüttüren fabrikalarını Afrika'da açmaya başlayacaklar. Şimdilik sadece yollar, köprüler, AVMler inşa ediyorlar. Bir şekilde ileride inşa edecekleri dev sanayi-kentler için altyapı hazırlıyorlar. Doğal olarak fabrikalara giden yollar gerekecek, demir yolları gerekecek ham maddenin taşınması için, fabrikalarda çalışan Afrikalı halk için işçi kentler (örneğin 28 milyon nüfuslu Chongqing) gerekecek. O zaman gelince de Afrika'daki hava kirliliğini konuşmaya başlayacağız. Bu mükemmel bir şekilde işliyor gibi görünen resimde iki sorun var. Afrika'nın nüfusu Çin'in nüfusunu besleyecek kadar büyük değil. İkinci sorun da Afrikalı halkın Çinliler kadar naif olmamaları. İsyana, hak aramaya, mücadele etmeye daha yatkınlar. Bir kere ağızları yanmış tabii, bundan sonra yoğurdu üfleyerek yemek en büyük hakları.Yani işleri kolay değil Çinlilerin. Yalnız paranın açmayacağı kapı yoktur ve nasıl ki sigorta şirketleri insan hayatının değerini parayla ölçebiliyor; Afrikalı siyasetçiler de zamanla kimleri kurban vereceklerinin hesabını yapacaklardır. O güne kadar Çin'deki hava kirliliği ve ısıtılmayan okullar var olmaya devam edecektir. Çocuklar öğrenmenin ilk şartı olan fiziksel rahatlıktan mahrum bir şekilde, elleri kıçlarının altında ders dinlemeye devam edecekler.
Şunu anlayabiliyorum. Çin çok hızlı büyüyor ve bu büyümeyi sürdürmesi için devasa bir enerji ihtiyacını karşılaması gerekiyor. 1,3 milyarlık; enerjiye aç bir ülke ÇHC. Bu enerjiyi nereden bulacak? En rahat elde edilen enerji kaynağı olan kömürü yakıyor. Dünyadaki kömürün yarısını Çin tüketiyor. Bu kadar kömür tüketip, hava kirliliğinin olmaması düşünülemez. Yangtze nehrinin güneyinde merkezi ısıtma sisteminin olmamasının nedeni de aslında hükümetin kömür tüketimine, yani hava kirliliğine bulduğu çarelerden birisi. İyi ama ülke hızla büyüyecek diye okullardaki çocukları üşütmenin ne anlamı var? Toplumun kurban edilecek en son kesimi değil midir çocuklar ve gençler? Daha yavaş büyüse de insanlar ölmese olmaz mı? Daha insancıl, daha sağlıklı yöntemler bulunamaz mı?
Bazılarına göre hava kirliliği gelişmenin bir gereği. Nasıl ki sanayi devrimi sırasında Londra'daki hava kirliliği yüzünden bazı haftalarda binlerce insan hayatını kaybediyordu, nasıl ki ABD'nin çelik ve diğer ağır metalleri üreten sanayi bölgelerinde hava kirliliği erken ölümlere neden oluyordu; şimdi de sıra Çin'de. Öyle görünüyor ki bazı ekonomistler bu işi sıraya dizmişler ve sırası gelen çeker mantığıyla duruma tarafsız yaklaşmaya çalışıyorlar. Yalnız unutulan bir şey var. Bugün İngiltere ve ABD hava kirliliği konusunda kendilerini aka çıkarmışlarsa bunun iki büyük nedeni var. Birincisi hizmet sektörüne kayan istihdam dağılımı. Bu kayış durup dururken olmadı tabii. Bunu tetikleyen, aslında kapitalizmin en büyük itici güçlerinden birisi olan dışa açılmaydı. Yani, fabrikalarını ülke topraklarının dışına inşa etmeye başlamış olmaları ve bilgi ihraç etmeleri. Bugün Çin'de binlerce fabrikası var batılı şirketlerin. Kendi ülkelerini kirletmiyorlar, Çin'i kirletiyorlar. Peki Çin ne yapacak? Başka bir Çin yok ki gitsinler kirletsinler? Sırası gelen çeker diyorlar ama dünyanın kaynakları sonsuz değil ki herkes sırayı bir sonrakine atabilsin. İşte bu noktada devreye Afrika giriyor.
Bana göre Çinliler Afrika kıtasını kendileri için kurtuluş bölgesi olarak görüyorlar. Bu yüzden milyarlarca dolarlık yatırımlar yapıyorlar Afrika'nın çorak bölgelerine. Gün gelecek, dev Çin şirketleri bacalarından zehir tüttüren fabrikalarını Afrika'da açmaya başlayacaklar. Şimdilik sadece yollar, köprüler, AVMler inşa ediyorlar. Bir şekilde ileride inşa edecekleri dev sanayi-kentler için altyapı hazırlıyorlar. Doğal olarak fabrikalara giden yollar gerekecek, demir yolları gerekecek ham maddenin taşınması için, fabrikalarda çalışan Afrikalı halk için işçi kentler (örneğin 28 milyon nüfuslu Chongqing) gerekecek. O zaman gelince de Afrika'daki hava kirliliğini konuşmaya başlayacağız. Bu mükemmel bir şekilde işliyor gibi görünen resimde iki sorun var. Afrika'nın nüfusu Çin'in nüfusunu besleyecek kadar büyük değil. İkinci sorun da Afrikalı halkın Çinliler kadar naif olmamaları. İsyana, hak aramaya, mücadele etmeye daha yatkınlar. Bir kere ağızları yanmış tabii, bundan sonra yoğurdu üfleyerek yemek en büyük hakları.Yani işleri kolay değil Çinlilerin. Yalnız paranın açmayacağı kapı yoktur ve nasıl ki sigorta şirketleri insan hayatının değerini parayla ölçebiliyor; Afrikalı siyasetçiler de zamanla kimleri kurban vereceklerinin hesabını yapacaklardır. O güne kadar Çin'deki hava kirliliği ve ısıtılmayan okullar var olmaya devam edecektir. Çocuklar öğrenmenin ilk şartı olan fiziksel rahatlıktan mahrum bir şekilde, elleri kıçlarının altında ders dinlemeye devam edecekler.
Biz yine öğretmeniz, çocuklara kıyasla durumumuz iyi. En azından öğretmenler odasında kaldığımız süre içerisinde pek üşümüyoruz. Öğrencilere cidden acıyorum. Hak etmiyorlar
böyle bir muameleyi. Soğuk bir yandan, öğretmenlerinin ve ailelerinin onların
cılız zihinleri üzerinde kurdukları baskı ayrı bir yandan, çektikçe çekiyorlar.
Zavallılar bir nefes alamıyorlar. İşleri güçleri kelime ezberlemek, SAT
sınavından daha yüksek bir puan almak. Yarın yine son sınıfların hemen hepsi
Hong Kong’a gidiyor SAT’de son haklarını denemeye. Bir yandan ABD
üniversitelerine başvurular, bir yandan bizim ciddi anlamda emek gerektiren
ileri seviye derslerimiz… Arada kalıp eziliyorlar, gıklarını da çıkaramıyorlar.
Sürekli uyukluyorlar, sürekli yorgunlar. 18 yaşındaki genç erkeklerdeki, genç
kızlardaki enerjinin onda biri yok bunlarda. Kanları çekilmiş, damarları
havayla doldurulmuş zombiler gibi dolanıyorlar etrafta. Uykuya o kadar
muhtaçlar ki benimle konuşurken bile uykuya dalanlar oluyor. Çocukla bir şeyler
konuşuyoruz, o gülüyor falan. Sonra hoooop, çocuğun gözleri kayıyor. “Git
yüzünü yıka” diyorum. “Yok ben uyumuyorum ki” diyor. Çalış, çalış, çalış…
Soruyorum ne
okuyacaksın üniversitede diye. “Sosyoloji” diyor. “Ehh, o zaman Calculus BC
dersini neden alıyorsun? Zorunlu bile değil.” diyorum. “Ailem öyle istiyor.” diyor.
Sosyoloji okuyacak çocuğa Taylor serilerini anlatan ben de suçluluk duyuyorum
elbette ister istemez. Çocukların bazıları yükü kaldıramıyorlar. Duyumlarıma
göre bir kız öğrenci psikiyatri desteği almaya başlamış ve uzun süre okula
gelemeyecekmiş. Kontak attı doğal olarak, kaldırmadı kablolar! Benim
sınıflarımdan birinde de bir çocuk var kuşkulandığım. Bu aralar bir kenara
çekip konuşacağım ya da yukarılardan birilerine bildireceğim. Çocuk sürekli
kendi kendine konuşuyor, durduk yere gülüyor, hep yalnız başına oturuyor.
Endişelenmeye başladım. Bu yaşta çocuklar bu kadar gergin ipin arasında kalmaya
dayanamazlar. Gencecikler daha; naifler, sesleri çıkmıyor diye üzerlerine her
şeyi yıkamayız! Tek bir sınav olsa kafalarını takacakları, belki sorun olmaz
ama bu çocuklar hem sınava çalışıyorlar, hem liseden mezun olmaya çalışıyorlar
(ayrı bir sınav), hem bizim üniversite düzeyinde verdiğimiz AP derslerini takip
ediyorlar… ÇHC’den yaşayıp, İngilizce dilince verilen ABD tarihini öğreniyorlar
ya! Bunun tersini düşünelim. ABD’de yaşayan bir liseli çocuk ülkesinde Çince
öğrensin ve Çin’e adımını bile atmadan Çin tarihi hakkında yapılacak olan
sınava hazırlansın. Çince kompozisyon yazsın, Mao’yu ve Ding Ling’i, Sun Yat
Sen’i tartışsın! Çalış, çalış, çalış… Nereye kadar? Ne çalıştığının bir önemi
yok mu? Yoksa Lao She’nin “Rickshaw Boy”u gibi ömür boyu pedal çevirmek mi var
kaderde?
Ben bütün bu
ders çalışmaların onları nihayetinde daha başarılı ve mutlu edeceğine bir türlü
inanamıyorum. Örneğin, İstatistik dersimi alan K diye bir çocuk var. Hiçbir
şeyi anlamıyor. Kafası almıyor ya da zor geldiği için takmıyor. Ama görseniz
dünyanın en mutlu, en rahat insanı K. Diğer arkadaşları stresten on beş parçaya
bölünürken, K etrafa gülücükler dağıtıyor. İşin en tuhaf yanı ise benim K’nın
ileride başarılı ve mutlu bir insan olacağına inanıyor olmam. O stresten on beş
parçaya bölünüp, on beş ayrı işi aynı anda yapmaya çalışanlardan ne kendilerine
ne de dünyaya pek bir faydası olacak. Gelecek; kafasını sakin ve salim
tutabilenlerin, yaptıkları işe odaklanmayı başarabilenlerin, dikkatlerini
dağıtan şeylere yüz vermeyenlerin olacaktır.
Yaşlandıkça;
insan hayatında zekânın rolünün ne kadar az olduğunu, insanın karakterinin onun
asıl kaderi olduğunu fark ediyorum. Karakteri; yani cesareti, risk alabilirliği,
merakı, hevesi, iletişim kabiliyeti, ânı yaşama dürtüsü, kararlarının arkasında
durabilme dirayeti. Zekâ dediğimiz ve mekanik bir soru çözme kabiliyetine
indirgediğimiz özelliğimiz aslında bizi uzun vadede kaybedenlerin arasına
yolluyor. Bunun farkına varmam için 36 yaşıma gelmem mi gerekiyordu? Sanırım
evet, yaşamadan anlaşılmayacak bir şey bu. Yaşamadan, deneyimlemeden, hata
yapmadan anlaşılmayacak bir şey.
Aşağıya maraton gününün fotoğraflarını koyuyorum.
---
Bunlar maratonu düzenleyen kurum tarafından çekilmişler:
Bunları da ben çektim ya da J çekti:
Maratondan önce, ısınma dakikaları |
Maratondan bir gün önce, spor merkezinde diğer koşucular arasında adımı buldum :) |
Yarış başlamak üzere... Wu, sı, san, er,... |
Bereyi çıkardım koşarken. Eldivenlerden birisi yolda düşmüş. Bere hala duruyor. |
Yarıştan sonra. Telefon, sigara ve mutluluk telaşı... |
Yarıştan hemen sonra. |
Yarış günü, öğleden sonra. Lu Xun Müzesinin Önünde. |
Yarıştan hemen sonra. Metroya doğru yürürken. |
Koşudan sonra J'nin çektiği ilk fotoğraflardan birisi. |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder