Hayatım boyunca
mahpuslarda kendimi korudum, kolladım. Köyüme döndüm, soytarı oldum. (İlyas
Salman, Lal Gece)
If you cannot enjoy, endure. If you cannot endure, quit. If you cannot quit, enjoy. (AA)
Sometimes you need to quit your job to save your profession. (AA)
6 Mart 2013 tarihinde müdürle –Ben ona Büdü diyorum.
Yanından ayırmadığı “good-for-nothing” adama da Edi.- performans geribildirim
toplantısı yaptık. Toplantı yaptık ama bana geribildirim yapıldığını
söyleyemem. Benim okulda gözlemlediğim sorunları ilettiğim, onun da karşı
savunmaya geçip bu sorunların kaynağı olarak benim beceriksizliğimi gösterdiği
tuhaf bir görüşme oldu. Büdü’yle yaptığım ilk ve son görüşmeydi bu. Daha önce
hiç konuşmadığım bir adam, ne huyunu bilirim ne suyunu. Beni işe almış, benim
imzaladığım sözleşmeye imzasını atmış, güya CV’mi okumuş… Toplantıdan sonra
moralim çok bozuktu. Bir kere daha bozguna uğramıştım aylardır kafamın içinde
mücadele ettiğim heyula karşısında. Zaten bana söylenen yalanların, verilip de
tutulmayan sözlerin, yüzüme karşı yapılan hakaretlerin kaynattığı bir halet-i
ruhiyem vardı. Akşama kadar kabız eşek gibi dolanıp durdum can sıkıntısıyla.
Gece uyku girmedi gözüme. Sabaha doğru saat 2 gibi istifamı gönderdim. Gerçi
pek istifa denmez benim gönderdiğime, sözleşmemi yenilemeyeceğimi söyledim.
Sonuçta onları telaşa düşürecek bir durum yok. Benden kurtulacaklar, buna
sevinmeliler. Koltuklarında rahat oturabilirler, o ahmak-ül hamakatlara yakışan
uygulamalarına aynı şekilde devam edebilirler. Benim için de durum iyi
denilebilir. En azından artık kafam rahat, vicdanen rahatsız olmaksızın iş
arayabilirim, gerekirse protestomu yapabilirim, lafımı esirgemeden bangır
bangır söyleyebilirim. Yalnız günün kaydını iyi tutmuş olmak için toplantı
öncesinden başlayıp tüm olayları anlatayım. İleride yazacağım kitaba malzeme
olur.
İstifa mektubum kısa ve özdü:
Sayın Büdü,
Bugün yapılan
performans geri bildirim toplantısından sonra, 31 Ağustos 2013 tarihinde
sonlanan sözleşmemi yenilememeye karar verdim. Öğretmeniyle yapılan toplantıya
geç gelen (Siz 5 dakika geç geldiniz, Edi 9 dakika geç geldi.) bir müdürün,
bana disiplin dersi vermesi ve benim iyi bir öğretmen olmadığımı söylemesi
bardağı taşıran son damla oldu.
2013-14 öğretim
yılında okulunuza başarılar diliyorum.
Toplantıdan önce zaten defterime notlar almıştım. Toplantıda
ne diyeceğimi az çok biliyordum. Toplantıya vaktinden 10 dakika kadar erken
gittim. Erken gittiğim için elimde çay bardağı vardı. Biraz da bu kodamanları
sınamak için. Çayı beklerken bitirdim. Zaten Büdü toplantıya beş dakika geç
geldi. Edi’yi ise bulamadılar uzun süre. Zar zor ulaşabildiler. Toplantı 10
dakika geç başladı. Odaya girdiğimde Büdü’nün gözüne elimdeki bardak takıldı,
benim gözüme ise odanın genişliği. Oda kocamandı, benim kış boyunca
ısıtamadığım salonun iki katından bile büyük. Bir lise müdürünün bu kadar geniş
bir odası olması şaşırttı beni doğrusu. Biz öğretmenler üst üste, alt alta,
tosbağaya zorla sokulmuş fil gibi çalışırken, adamın makam odasına bakın? Sonra
bık bık öter, öğrencilerin yanında öğretmenleri azarlar, çalışmıyorsunuz diye.
Bir de iki tane kapı geçiyordun odasına girene kadar. Tayland’da çalıştığım
okulların çoğunda müdürün odasının kapısı ya hep açık olurdu ya da kapı hiç
olmazdı.
Neyse, zaten adamın
entelektüel seviyesi bırakın düşünceleri, bırakın şahısları, nesnelere kadar
düşmüş. Daha odaya girer girmez bardağımı dışarıda bırakmamı söyledi. Oysa ben
nice müdürlerin odasına elimde kahve kupasıyla girdim, kimse de bunu
saygısızlık olarak algılamadı. Hem bir insan tanımadığı birisinden saygı bekler
mi? Saygıyı kazanırsın, elde edersin, birisi için bir şeyler yapar ve hak
edersin. Oysa bu müdür benim saygımı kazanacak tek bir icraatta bulunmadı
bugüne kadar. Neyse, sesimi çıkarmadım. Daha ilk dakikadan bozuşup amacıma
ulaşmama engel yaratmayayım diye dışarı çıktım, çay bardağını bıraktım. Sonrasında
da konuşmaya başladık. Ben sorunları anlattım, o kızdıkça kızdı. Sonunda da
sorunları çözmek için söz vereceğine, tersine tepti ve beni suçladı. Benim kötü
ve beceriksiz bir öğretmen olduğumu söyledi. Sonrasını zaten hatırlamıyorum.
Bir şeyler imzaladım ve çıktım odadan. O günün üzerinden neredeyse dört hafta
geçti. Şimdi daha sakin bir kafam var. Ne de olsa istifamı vermişim. Seneye nerede olacağımı bilmesem bile,
nerede olmayacağımı biliyorum. Artık cesurca yazabilirim. Kaybedecek
bir şeyim olmadığı gibi kazanacak bir şeyim de yok.
Çalıştığım okulun çalışma prensiplerini hiçbir zaman
anlayamayacağım. O kadar dar kafalı, o kadar çok yeniliğe arkasını dönmüş, o
kadar çok koltuk sevdalı egoist insan var ki okulda, ufacık bir taşı bir yerden
kaldırıp başka bir yere koymak için bile milyon ton emek harcıyorsunuz. Okulun
köklü bir okul olması, kök salmış gerici bir zihniyetle idare edileceği
anlamına gelmez elbet ama maalesef okuldaki yöneticilerin kafa yapısı, içerisine
yüzyıllardır ışık girmemiş, ağzı örümcek ağlarıyla örülü, soğuk ve nemli bir
mağarayı andırıyor. Eflatun’un mağara meseli ister istemez geliyor aklıma.
“Güneşi gördüm, gelin sizi de götüreyim; bırakın bu gölgelerle eğlenmeyi
artık.” dediğiniz an ihanetle, çokbilmişlikle, züppelikle suçlanıyorsunuz.
Değişmenin zor olduğunu, cesaret gerektirdiğini ben de bilirim ama teknolojinin
baş döndürücü bir hızla ilerlediği, nesiller arası farkların devasa boyutlara
ulaştığı bu yüzyılda değişimi kabullenmemiş insanların yönetici olmasını
anlayamam, kabullenemem.
Öncelikle şunu belirtmeliyim. Ben ne kırılganım ne de
kırgın. Ben yılın başından beri bana verilip de tutulmayan sözlerin kaynattığı
bir tencereyim, yani kızgınım. Benim yerimde yabancı bir öğretmen olsaydı,
çoktan basıp gitmişti. Kafama tebeşir yediğim gün ya da bana haddimi
bildirdikleri gün istifa etmememin nedeni de aslında kendimi korumak değildi.
Bu daha çok verdiği sözü tutmanın ahlaki bir ödev olması ve benim ters bir
hareketimin bölümdeki öğretmenlerin omuzlarına ek yük olarak binecek olmasıydı.
Bu kötülüğü onlara yapamazdım.
Şimdi istifa etmemin nedeni de mesleğimi korumak istemem. Çünkü eğer işimden vaz geçmeseydim,
mesleğimden vazgeçmek zorunda kalacaktım. Aşağıya liste olarak yazayım;
beni deli eden, bir öğretmen, bir meslek sahibi, bir insan olarak asla
kabullenemediğim şeyleri:
1. Okulda MYP
müfredatı uygulanıyor dendi. Alakası yok. Saçma sapan melez bir müfredat
uygulanıyor. Bu müfredatın %99’u MEB, %1’i MYP. Eğitim, öğretim, ders anlatımı,
sınavlar ve notlar hep MEB’ye göre veriliyor. Yılda iki tane MYP uygulaması
yapıp (öğrencilere yapılan haksızlığı siz düşünün), bu iki uygulamadan
çocuklara MYP karnesi vermek gibi gülünç bir yapmacıklıkla dönüyor çarklar. Bununla
bir de MYP otorizasyonu alıyoruz. Bana kalırsa okulda MYP’yi anlamış ve bunu
kendisine hedef edinmiş tek bir öğretmen var. O da bu işi koordine eden
İngilizce Öğretmeni. Onun dışındakilerin ne MYP ile bir alakaları var ne de
otorizasyonun başarılı olup olmamasıyla. Koca okulda tek bir öğretmen çabalıyor
ve kendisiyle konuşmamdan anladığım kadarıyla o da pek sevilmiyor yönetim
tarafından. Farklı bir tutum beklemiyordum zaten bu yönetimden. Bana kalırsa
okulda MYP’yi hakkıyla uygulayabilsek, disiplin sorunu da bir nebze çözülür
gibi. Sonuçta içerik ve biçim arasında et ve kemik arasında olduğu türden bir
bağ vardır. İçerik faşist ise biçimin de kısa sürede faşist yöntemlere
bulanacağını söyleyebiliriz. MEB’nin matematik müfredatı faşist bir zihniyet
ile hazırlanmış. Amaç, öğrenciye düşünecekleri bir saniye bile bırakmamak. Sorular,
sorular ve sorular. Başka da bir şey yok. Oysa matematik sadece soru değildir.
Çocuklar eğlenerek de matematik yapabilirler, kutuları yan yana koyarak da,
tiyatro oyunu sergileyerek de. Yaptım işte hazırlıkta bir oyun, soracağım sınavda derste oynadığımız oyundan sorular…
2. Okulun lojmanı
var dendi. "İster misiniz?" diye soruldu. "Ben de olursa iyi olur." dedim. Buraya geldim, lojmanın bana çıkmadığı
söylendi. Bir ay kadar sonra süpermarkette karşılaştığım bir öğretmen bana “Siz
başvurmuş muydunuz?” diye sordu. Ben de “İstediğimi söylemiştim.” dedim. O da
“Dilekçe vermediniz mi?” dedi. Ben “Ne dilekçesi? Benim öyle bir şeyden haberim
yok.” dedim. Meğer dilekçe vermek gerekiyormuş yaz aylarında. Beni işe alan
güruh hiç bahsetmemişti böyle bir şeyden. Dolayısıyla ben büyük bir olasılıkla
lojman isteyen öğretmenler sınıfına bile dahil olmadım hiçbir zaman. Başvursam
lojman çıkar mıydı bilemiyorum ama başvuru hakkımın yenmiş olması yetmiyor mu
adaletsizlik adına? Şimdi sorsam kim bana bu bilgiyi vermesi gerekip de
vermeyen diye herkes topu birbirine atar. İstanbul’da yaşayıp, evi azıcık
uzakta olan öğretmene lojman çıkmış –hem de yeni başlayan- ama Vietnam’dan
gelip, Türkiye’de tek bir eşyası olmayan bana başvuru hakkı bile verilmemiş.
Kimin umurunda? Herkesin sahibiymiş gibi davrandığı okula kimsenin sahip
çıkmaması durumu işte budur. Ben lojman çıkmadığı için okulun yakınında bir
muhitte ev kiralamak zorunda kaldım. Yolun öteki tarafındaki evlerin kiraları
çok yüksek olduğu için mecburen gecekondu mahallesinde bir ev buldum. Büdü okulun ilk haftası öğrencilere hitaben yaptığı konuşmada "Çok çalışın, iyi bir arabanız olsun, iyi bir muhitte eviniz olsun." diye bir eğitimciye yakışmayan mesajlar verirken ben "iyi bir muhitte ev edinememiş" bir öğretmen olarak şakayla karışık içerlemiştim. Benim sorunum bana lojman çıkmaması değil sorun, lojman dağılımının şeffaf olmayan kurallar vasıtasıyla yapılıyor olması. Kim, neden lojmanda kalıyor? Hangi kıstaslara göre kimi öğretmenlere lojman veriliyor, hangi kıstaslara bazılarına verilmiyor? Bu konularda şeffaf bir yönergenin olmaması doğal olarak rahatsız ediyor. Her ne kadar lojmanda kalmayanların daha çok kafaya taktıkları bir soru olsa da bu, aslında vicdan sahibi tüm öğretmenleri rahatsız etmelidir. Etmiyorsa da bu onların kendilerini sorgulamaları için bir başlangıç olsun.
3. Bana maaş
teklif edilirken bir maaş çizelgesinin göz önüne alındığı söylendi. Ben de
okulun misyonunu hesaba katarak ve aynı zamanda böylesi bir okulda çalışan
yöneticilere güven duyarak zırnık sorgulamadım önerilen maaşı. Hem kimseye
haksızlık olmasın hem de ben biraz sabırlı olmayı öğreneyim diye. Gerçi
anlamalıydım bu işte bir bit yeniği olduğunu sözleşmedeki “maaşınızı kimseye
söylemeyeceksiniz.” gibi bir maddenin olmasından. Buraya geldiğimde insanların
konuşmalarından edindiğim duyumlar bana çok farklı bir uygulamanın var olduğu
izlenimini verdi. Hemen herkesteki zihniyet “Görüşme sırasında ne koparırsan
maaşın odur.” zihniyetiydi. Bundan emin olmak ve bana önerilen maaşın gerçekten
de resmi bir çizelgeden alındığına kendime kanıtlamak için İK’ye yazdım, var
olduğunu iddia ettiğiniz çizelgeyi görmek istiyorum dedim. İK bir ay sonra
yanıt verdi. Böyle bir çizelge var ama göremezsiniz. Bu şu demek oluyor:
Aslında böyle bir çizelge yok –varsa bile nesnel ilkelere dayanmıyor- ve biz
sizin maaşınızı götümüzden uydurduk. Siz de kabul ettiniz. Yapacak bir şeyimiz
yok. Bu ayrıca şu anlama da geliyor: Biz şeffaf bir kurum değiliz, karanlık bir
takım dinamikler var bizi idare eden, beğenmiyordunuz neden geldiniz? Al işte, beğenmiyorum ve gidiyorum. Çalın başınıza şimdi okulunuzu, sefasını görün. Gerizekalılar!!!
4. Öğrenciler
İngilizce biliyorlar denmişti bana. Oysa öğrencilerin İngilizce biliyor
olmalarıyla aynı öğrencilerin İngilizce ders dinleyebiliyor olmaları çok farklı
şeylermiş, bunu da burada öğrendim. Lise 1 öğrencilerinin okuma dersi için
çalıştıkları sözcüklere bakıyorum, şaşırıyorum. Hazırlıklar Steinbeck’in
“İnci”sini aslından okuyorlar. Bunca okuma var, bunca dilbilgisi ve kelime
hazinesi var, neden derste konuştuklarımızı anlatamıyoruz öğrencilere? Bir kere
kulak alışkanlığı yok çocuklarda. Sürekli bir Türkçe konuşma, öğretmeni dersi
Türkçe anlatmaya zorlama yarışı var. Bir matematik öğretmeni olarak dersi hangi
dilde anlatacağım beni çok ilgilendirmiyor. Dolayısıyla zorda kalınca ben de
kaytarıyorum, dönüyorum Türkçeye. Çocuk matematiği İngilizce anlatınca
anlamıyor ama Türkçe anlatınca en azından anlama yoluna giriyor, dinlemeye
başlıyor. Dersi İngilizce anlatınca aniden kapanan zihin, Türkçeye dönünce
şöyle bir açılıyor, göz kaş harekete geçiyor. Hiç yoktan bir şey öğreniyorlar.
Bir eleştiri de kendime: Keşke daha tutarlı olabilsem. Keşke
derste Türkçe hiç konuşmasam. Keşke okula girdiğim andan itibaren Türkçeyi hiç
kullanmasam. Hem ders notları İngilizce, sınavlar İngilizce, dersi İngilizce
anlatıyoruz; peki neden kendi aramızdaki yazışmaları İngilizce yapmıyoruz? Neden
kendi aramızdaki dersle ilgili tartışmaları İngilizce yapmıyoruz? Çocuklardan
istediğimiz şeyi biz yapmazsak onlar yaparlar mı? Tuhaf bir suniliğin önüne
geçemememizin nedeni de bu mu acaba?
5. Okulda
teknoloji kullanımı var dediler. Oysa teknoloji dedikleri pek bir işe yaramayan
akıllı tahtalar –yaptığı en büyük iş öğretmenin yazım alanını daraltmak- ve bir
de hiç de etkili kullanılmayan elmek sistemi. Keşke akıllı tahtadan önce
nispeten akılsız ama kara tahtaya göre daha temiz olan beyaz tahtaya
geçselerdi. Ama yok, okula beyaz tahta bağışlayan birisi olmamış ki! Biriler akıllı tahta bağışlamış, onları kullanıyoruz. Bir de beyaz tahta bağışlasalardı ya! En azından üstümüz başımız kirlenmezdi ders anlatırken. Hadi bu
neyse! Gelelim elmek sistemine. Etkili iletişimden fersah fersah uzağız.
Defalarca aşmaya çalıştım bu elmekle haberleşme yolunu. E-takvimi kullanmayı
önerdim, dosya paylaşım programlarını uygulamaya çalıştım, çocukların okul
dışından da eğitim materyallerine ulaşabilmeleri için blackboard’un ücretsiz
versiyonunu kullanmaya başladım. Fakat ne yaptım ne ettimse yaranamadım. BB’nin
hükmünün sürdüğü sınırların dışına asla taşamadık. Hoş oraya da girdik denilmez ya, neyse! Büdü toplantımızda
öğrencilerin %80’inin evinde bilgisayarının olmadığını ve bu yüzden benim
yapmak istediğim şeyin gereksiz olduğunu söyledi. Bir yönetici bu kadar kör, bu
derece ahmak olabilir mi? Okulun çok güzel ve ulvi bir misyonu var ama maalesef
yöneticilerimizde zırnık vizyon yok. Maraton
koşmaya yeltenmiş bir kör gibiyiz. Yanımızda rehber köpeğimiz olmadan nereye
kadar gidebiliriz?
6. Çalışma
saatleri konusunda da yalan söylediler. Mesai saatlerini sormuştum Vietnam’dayken.
Bana gönderilen elmekte 07:45 – 16:00 ve haftada bir yarım gün yazıyordu. Ben
bu bilgiyi kabullenmiş ve kanıksamış birisi olarak imza attım o sözleşmeye. Buraya
gelince daha ilk toplantıda çalışma saatlerini 07:45 – 17:00 yaptılar. Kolay mı
bir işçinin dört saatini kafana göre çalmak? Beni tanıyanlar, zaten çalışma
saatlerine göre çalışmadığımı bilir. Okuldan saat 5’te çıktığım çok nadirdir.
Genelde saatin 6 olmasını beklerim kafam rahat bir şekilde çıkabilmek için. Bazen 7'ye kadar çalışırım. Hiç de zorunlu olmadığım halde akşamları çocukların etüdlerine katılırım, çocuklara ders çalıştırırım. Gerekirse eve iş götürürüm, hafta sonu çalışırım. İşimden zevk aldığım sürece
bunların hepsini yaparım, yapmakla gurur duyarım. Ama işten nefret ediyorsam
bir dakika bile durmam ofiste mesai saatlerinin dışında, diğer vakitlerde de
kaytarmak için bahane ararım.
7. Okulun şekilci
olması, kağıtlardaki yazıların büyüklüğü, rengi, kağıdın tepesindeki logo
önemli ama içerik önemli değil sanki. Elimizde bir ders kitabı bile yok.
Kendimiz yazıyoruz ve sonuçta ortaya çıkan ürün en kötü kitaptan bile daha kötü
oluyor. Zamanımız kısıtlı olduğu için her şeyi bir koşuşturmacadan kalan
vakitte yapmak zorundayız. Dolayısıyla ortaya koyduğumuz ürünler eğitim
bilimleri yönüyle çok da değerli olmuyor. İçinde etkinlik olmayan, deney
olmayan (matematikte deney olmaz ama matematik dersinde deney bal gibi olur),
kısacası ruh olmayan ders notları ortaya koyuyoruz. Bence bir öğretmenin görevi
ders notları hazırlamak, ödev kağıtları yazmak olmamalı. Bir ders kitabı olur,
o kitabın alıştırmaları, etkinlikleri olur, üzerinde kafa patlatılacak soruları
olur. Kitaptan takip eder konuları hem öğrenci hem öğretmen. Bu
yaratıcılığımızı öldürmez, tam tersine kazandığımız vakitte yaratıcı
etkinlikler planlarız. MEB müfredatına uygun bir kitap bulamıyorsak, oradan
buradan bulur, fotokopilerle çoğaltır, derler ve kendi kitabımızı yaparız. Ben
Tayland’da yapmıştım, çok da güzel olmuştu. Sonuçta Tayland'ın ulusal müfredatı da bizimkisi gibi çerçöp dolu. Batılı kaynaklardan uygun bir şey uydurmak zor. Ama isteyince oluyor. Gitmiştim üniversitenin
kütüphanesine, onlarca kitap alıp okula getirmiştim. Onlardan bulduğum güzel
örnekleri, alıştırmaları, konu anlatımlarını derlemiş, tek bir kapak altında
toplamıştım. Bir haftada dersine girdiğim üç ayrı sınıfın ders kitabını hazırlamıştım. Biz böyle yapmıyoruz ve sonra bir de eleştiriliyoruz
bu ders notlarında hata var diye. Olacak tabii! Yazar mıyım ben? Yayınevleri
ders kitabı yazmaları için öğretmenleri tam zamanlı olarak işe alırlar. Ayrıca
bir kitabın basılmasına kadar yığınla süreç vardır, kitap bir sürü elden geçer,
kontrol edilir, hatalardan arındırılır. Kesinlikle bizim bir çift gözün
hazırladığı ders notlarından daha iyi olacaktır basılmış bir kitap. Ufak tefek
hatalar olsa bile biz –ya da öğrenciler- bunları bulup zamanla düzeltebiliriz.
8. Sözleşmede
hizmet içi eğitimlerle ilgili bir madde var. Bu maddeye göre okul yönetimi
akademik takvimde yer verilmiş olan hizmet içi eğitimleri öğretmenlere zorunlu
kılabilir. Oysa okul buna uymuyor. Mesai saatlerinin dışındaki saatlerimizi
gasp ediyor ve bunun için hiçbir telafi teklif etmiyor. Ben bu duruma gıcık
oluyorum çünkü kimse hakkını arama derdinde değil. Koyun gibi idare ediliyoruz.
Bu son kısmı az çok anlayabiliyorum çünkü sesimizi çıkarınca suçlu duruma
düşürülüyoruz. Greve
giden işçilere “Açsınız, bu işe muhtaçsınız, daha iyi çalışma koşulları
arıyorsanız siktir olun gidin.” diyen patrondan farksız bir tavır sergileniyor öğretmenlere
karşı kimi zaman. Okulun bu tutumunu anlamak zor değil. Dışarıda
binlerce işsiz öğretmen –Marx’ın kapitalist bir toplumda “İşsizler Ordusu”nun
neden gerekli olduğu argümanı geliyor aklıma ister istemez- var. Üniversiteler
ha bire öğretmen mezun ediyorlar. Bu kadar öğretmeni besleyecek iyi okul yok
Türkiye’de. Ben, okuldaki öğretmenlerin yarısından çoğunun
daha iyi maddi imkânlar bulamayacakları kaygısından ötürü bu okulda
kaldıklarını düşünüyorum, okulun misyonuna çok bağlı olduklarından değil yani!
Bunu başkalarıyla konuşurken kabullenmek zordur ama aynanın karşısında kendimizle baş başa kaldığımızda en sefil halimizle maddiyatın ne denli önemli olduğunu görürüz. Aynayı sadece başkalarının yanındayken taşımayız elimizde. Kırsak kimi cezalandırmış oluruz peki? Kendimizi mi? Bizi böyle yapan toplumu mu? Yoksa köleliğimizden nemalanan efendilerimizi mi? Aslına bakılırsa maddiyat konusunda insan açık olmalı. Pek çok okul mülakat öncesi görüşmede söyler maaşı. Sonuçta iş arayanın nitelikleri bellidir, hangi maaş aralığına düşeceği bellidir, işveren bu konuda şeffaftır. Kabul edersen mülakata çağrılırsın. Kabul etmezsen iki taraf da vakit israf etmeksizin yoluna devam eder.
Bunu başkalarıyla konuşurken kabullenmek zordur ama aynanın karşısında kendimizle baş başa kaldığımızda en sefil halimizle maddiyatın ne denli önemli olduğunu görürüz. Aynayı sadece başkalarının yanındayken taşımayız elimizde. Kırsak kimi cezalandırmış oluruz peki? Kendimizi mi? Bizi böyle yapan toplumu mu? Yoksa köleliğimizden nemalanan efendilerimizi mi? Aslına bakılırsa maddiyat konusunda insan açık olmalı. Pek çok okul mülakat öncesi görüşmede söyler maaşı. Sonuçta iş arayanın nitelikleri bellidir, hangi maaş aralığına düşeceği bellidir, işveren bu konuda şeffaftır. Kabul edersen mülakata çağrılırsın. Kabul etmezsen iki taraf da vakit israf etmeksizin yoluna devam eder.
9. İnsanların
disiplinsiz, kural tanımaz, adamsendeci olması. Okuldan erken çıkanlar mı
dersin, kafalarına göre derse gelmeyen müdür yardımcıları mı dersin, kopya
çeken öğrenciyi kopya kanıtıyla birlikte müdür muavinine rapor etsek bile çocuğun
ertesi gün bana gelip “He he, bir şey olmadı kiii” diye sırıtması mı dersin… Onca
şikâyetime rağmen tek bir öğrencinin bile disiplin cezası almamış olması da
cabası! Niye almıyorlar? Aman çocuğa bir şey olmasın, aman buraya kadar
gelmişler, bu seneyi de atlatsın. Aman sözlü notlarını yüksek verelim, sınıfı
geçmekte zorlanmasınlar… Ben bu olaya "narüşşafaka" diyorum, yani "şefkat ateşi".
O kadar şefkatliyiz ki bu
çocuklara zarar verir hale gelmişiz. Alışmışlar her şeyi okuldan beklemeye. Ne
ders çalışıyorlar ne de bizim uyarılarımıza takıyorlar. Sınavlardan önceki
akşamlar maç izlerler, ödevlerini yapmazlar, derste uyurlar, saçma sapan
sorularla dersi sabote etmeye çalışırlar, sınav sorularını beğenmeyip bölüm
odası önünde oturma eylemi yaparlar, hocayla ahbaplarıyla konuşuyormuş gibi
konuşurlar –Bugün sevdiğim çalışkan bir öğrenci bana “yemeyin bizi hocam” dedi ders
sırasında benim soruya verdiğim yanıtı beğenmeyince.-, küfür ederler, her türlü
meyveyi/sebzeyi derste yiyip kabuklarını yere atarlar, sınıfı ahır gibi
kullanırlar, anlamadıkları her şeye saçma derler, anlamak için zırnık enerji
harcamazlar, “armut piş ağzıma düş” mantığıyla hareket edip her şeyi önlerine
servis edilsin isterler, sınavda kopya çekerler, dersten kaytarmak için türlü
yalanlar uydururlar, üniversiteye giremesek bile okul bize bakar derler… Liste
uzayıp gidiyor. Ve bir öğretmen olarak hiçbir bok yapamayız bunları
değiştirmek için. Hani ben matematik öğretmeniydim, hani matematiğin
güzelliğine inanmış bir hakikat savaşçısıydım, hani ben çocuklara etikten,
doğru davranıştan, sayıların şiirsel uyumundan bahsedecektim. Bunların
hiçbirini yapamıyorum bu okulda.
Çocuklara göre okul onlara ait
ve biz öğretmenler geçici bedevileriz. Bu yüzden bizim değil, onların selameti
önemli. Durum böyle olunca da daha iyisini bulamadığı için bu okulda çalışmak
zorunda kalan öğretmenler ve aşırı şefkatten bozulan öğrenciler var her yerde.
Gerisi de yalanlarımızı örtmek için kullandığımız fedakârlık hikayeleri,
toplantılarda methedilen devasa diğerkamlıklar, hocamlar ve hoCANarla bezenmiş
saygı dolu konuşmalar ve “katliamlar ne kötü be birader” diyen sakin
duruşlarımız…
10. Okulda tuhaf bir tektipçilik var. Aynı dersi anlatan tüm öğretmenler aynı ders notlarını kullanmak zorunda. Bu şu demek: Derse girdiğiniz zaman kendiniz olamazsınız. ders notlarındaki tüm soruları olduğu gibi çözmelisiniz, ders notlarındaki sırayı izlemek zorundasınız, ders notlarındaki etkinlikleri, ders notlarındaki kanıtları orada belirtildiği gibi yapmak zorundasınız. Benim bildiğim eğitim kazanımlar üzerinden olur. Bir dersin kazanımları sabittir. Öğretmenin görevi öğrencilerin o kazanımları elde etmelerini sağlamaktır. Bunu ister nutuk çekerek yapar, isterse tiyatro oyunu sergileyerek, isterse de taklalar atarak. Dersin zümre başkanının görevi öğrencilerin bu kazanımları doğru ve etkin bir şekilde elde ettiklerinden emin olmaktır. Öğretmenin derste hangi örnekleri çözdüğü, hangi tür öğretme tekniklerini kullandığı kimsenin umurunda olmamalı.
Tüm öğretmenlerin aynı ders notlarını kullanmaları gerektiğini savunanlar şu bahaneye sığınıyorlar: Böyle yapmazsak öğrenciler şikayet ediyorlar. "Yok öteki hoca şu soruyu çözmüş de bizim hocamız çözmedi." gibi laflar ediyorlarmış. İyi ama eğitimci olanlar onlar mı yoksa biz miyiz? Okulu onlar mı yönetiyor yoksa biz mi? Vietnam'dayken farklı ülkelerden öğretmenlerin oluştruduğu bir takımı idare etmiştim yaklaşık beş sene boyunca. Öğretmenlerin her birinin geldikleri kültürlerin boyasına bulanmış öğretme teknikleri vardı. Hepimizin ortak kullandığı ders notları vardı ama bu notlar sadece referans olarak kullanılırdı. Dersin amacı bu notlardaki konuları haftalık programa sadık kalmak kaydıyla işlemek ve bitirmekti. Ben kimseye bu notları kullanmak zorundasınız demedim. İsteyen notları istediği gibi değiştirdi, dersinde kullandı. İstemeyen -ben de dahil- kullanmadı. Kimi öğretmen derslerinde Excel kullanımlarına ağırlık verdi, kimisi soru çözmeye. Dönem sonunda tüm öğrenciler aynı final sınavına girdiler. Öğretmenler bu sınavı görmezdi bile. Sınavı genelde ben hazırlar ve diğer öğretmenlere göstermezdim. Bazen de sınav Melbourne'dan gelirdi, ben bile görmezdim. Buna rağmen hepimiz bilirdik ki öğrencilerimiz dersin tanımında verilen kazanımları elde ettiler ve sınavda ne sorusu çıkarsa çıksın yapabilirler. Böyle bir şeyi şu an çalıştığım okulda neden uygulayamayacağımızı bilmiyorum. Çeşitlilik verim getirir, yaratıcılık getirir. Robot gibi derse gidip, elimizdeki kağıttaki soruları eksiksiz çözmem gerekecekse benim öğretmenliğimin ne önemi var? İster iyi bir öğretmen olayım, ister bok gibi birisi olayım. Standart edilmiş metinleri okuduğumuz sürece hepimiz aynıyız, alimlikte de zalimlikte de...
Bunları “Okul çok kötü, tu kaka, öğğğhhh” demek için yazmadım. Bunları okul düzelsin diye de yazmadım. Umurumda değil artık. İstifamı gönderdiğim zaman umurumdaydı okul, ama artık değil. Bu yüzden istifa mektubumdan birkaç gün sonra okulun yönetim kurulundaki bir büyüğe şöyle bir mesaj yazdım.
10. Okulda tuhaf bir tektipçilik var. Aynı dersi anlatan tüm öğretmenler aynı ders notlarını kullanmak zorunda. Bu şu demek: Derse girdiğiniz zaman kendiniz olamazsınız. ders notlarındaki tüm soruları olduğu gibi çözmelisiniz, ders notlarındaki sırayı izlemek zorundasınız, ders notlarındaki etkinlikleri, ders notlarındaki kanıtları orada belirtildiği gibi yapmak zorundasınız. Benim bildiğim eğitim kazanımlar üzerinden olur. Bir dersin kazanımları sabittir. Öğretmenin görevi öğrencilerin o kazanımları elde etmelerini sağlamaktır. Bunu ister nutuk çekerek yapar, isterse tiyatro oyunu sergileyerek, isterse de taklalar atarak. Dersin zümre başkanının görevi öğrencilerin bu kazanımları doğru ve etkin bir şekilde elde ettiklerinden emin olmaktır. Öğretmenin derste hangi örnekleri çözdüğü, hangi tür öğretme tekniklerini kullandığı kimsenin umurunda olmamalı.
Tüm öğretmenlerin aynı ders notlarını kullanmaları gerektiğini savunanlar şu bahaneye sığınıyorlar: Böyle yapmazsak öğrenciler şikayet ediyorlar. "Yok öteki hoca şu soruyu çözmüş de bizim hocamız çözmedi." gibi laflar ediyorlarmış. İyi ama eğitimci olanlar onlar mı yoksa biz miyiz? Okulu onlar mı yönetiyor yoksa biz mi? Vietnam'dayken farklı ülkelerden öğretmenlerin oluştruduğu bir takımı idare etmiştim yaklaşık beş sene boyunca. Öğretmenlerin her birinin geldikleri kültürlerin boyasına bulanmış öğretme teknikleri vardı. Hepimizin ortak kullandığı ders notları vardı ama bu notlar sadece referans olarak kullanılırdı. Dersin amacı bu notlardaki konuları haftalık programa sadık kalmak kaydıyla işlemek ve bitirmekti. Ben kimseye bu notları kullanmak zorundasınız demedim. İsteyen notları istediği gibi değiştirdi, dersinde kullandı. İstemeyen -ben de dahil- kullanmadı. Kimi öğretmen derslerinde Excel kullanımlarına ağırlık verdi, kimisi soru çözmeye. Dönem sonunda tüm öğrenciler aynı final sınavına girdiler. Öğretmenler bu sınavı görmezdi bile. Sınavı genelde ben hazırlar ve diğer öğretmenlere göstermezdim. Bazen de sınav Melbourne'dan gelirdi, ben bile görmezdim. Buna rağmen hepimiz bilirdik ki öğrencilerimiz dersin tanımında verilen kazanımları elde ettiler ve sınavda ne sorusu çıkarsa çıksın yapabilirler. Böyle bir şeyi şu an çalıştığım okulda neden uygulayamayacağımızı bilmiyorum. Çeşitlilik verim getirir, yaratıcılık getirir. Robot gibi derse gidip, elimizdeki kağıttaki soruları eksiksiz çözmem gerekecekse benim öğretmenliğimin ne önemi var? İster iyi bir öğretmen olayım, ister bok gibi birisi olayım. Standart edilmiş metinleri okuduğumuz sürece hepimiz aynıyız, alimlikte de zalimlikte de...
Bunları “Okul çok kötü, tu kaka, öğğğhhh” demek için yazmadım. Bunları okul düzelsin diye de yazmadım. Umurumda değil artık. İstifamı gönderdiğim zaman umurumdaydı okul, ama artık değil. Bu yüzden istifa mektubumdan birkaç gün sonra okulun yönetim kurulundaki bir büyüğe şöyle bir mesaj yazdım.
X Bey,
Ben 2012 yılının Eylül
ayında, ……..’da öğretmenliğe başlamış, daha önce Tayland'da ve Vietnam'da
muhtelif uluslararası okullarda on iki yıl boyunca matematik, ekonomi ve
istatistik öğretmiş, dün akşam itibarıyla sözleşme bitim tarihi olan
Ağustos 2013'te yeni sözleşme imzalamayacağımı okul müdürüne e-posta ile
belirtmiş bir öğretmenim.
Dün öğleden sonra
yapılan performans geri bildirim toplantısından (toplantı yapıldı ama
geribildirim yapılmadı) sonra bu kararı aldım ve sonuna kadar da kararımın
arkasındayım. Yani kimseye beni geri alın, kararımdan vaz geçtim falan
demiyorum, demeyeceğim. Yalnız, başkalarından duymadan önce, eğer neden
ayrılmak istediğim konusunda bizzat benim tarafımdan bilgilendirilmek
isterseniz, ben her türlü iletişime açığım. Ayrıca okulun sorunları ve olası
çözümler hakkında da size geçmiş deneyimlerime dayanarak birkaç fikir
verebilirim. Altı ay boyunca okulda yapmış olduğum gözlemlerden ve yaşadığım
olaylardan sonra düşünce defterim bir hayli dolu. Okul müdürüyle ömr-ü
hayatımda bir kere görüştüm ve bu görüşmede okulun sorunlarından açık bir
şekilde bahsettiğim için kendisinden "kötü bir öğretmen" olduğum
yorumunu aldım. Belki siz farklı düşünürsünüz.
Yukarıda da dediğim
gibi, benim bu vakitten sonra kazanacağım bir şey yok. Belki ……..'ya bir katkım
olur, ben göremesem bile olası değişimde bir parmağım olur diye yazıyorum
bunları. Eğer oturup konuşmaya vaktiniz yoksa ben uzun bir metinle de durumu
izaha çalışabilirim ama tabii ki yazı hiçbir zaman sorulu-yanıtlı bir diyaloğun
yerini alamaz.
Bu mesajı okuldaki
yöneticiler okumasın diye kendi özel hesabımdan gönderiyorum. Biliyorum ki
bölüme gönderilen her mesaj müdür tarafından okunabiliyor. Durum böyle olunca ………..'nın
iletişim sistemine pek güvenemiyorum.
Telefon numaram
aşağıdaki gibidir.
Saygılarımla,
Yanıt almadım. Teşekkür ederiz, yardımınıza ihtiyacımız yok
bile demediler. Bir hafta sonu okulun yakınında yapılan bir konuşmaya bizim U'yu görmeye gitmiştim. Orada X'i göremesem bile onun halefi olarak adı geçen Y'yi gördüm. Bana mesajımı okuduğunu, hafta içi sekreterinden randevu almam
durumunda benimle görüşmekten zevk duyacağını söyledi. Üç gün sonra, Salı
akşamı, gittim Perşembe akşamı için sekreterinden randevu aldım. Perşembe akşamı gittim ama Y gelmedi. Ne niye gelmediğini öğrenebildim ne de asla gerçek anlamda gelmeye
niyetlenip niyetlenmediğini. Adam özür bile dilemedi gelemediği için. Oysa randevuyu veren oydu, görüşmeye istekli görünen oydu. Gelmedi, ama bu yetmemiş gibi gelmeyeceğini de söylemedi. Dolayısıyla ben orada sap gibi yarım saat kadar bekledim.
Ben bekliyorken X oradan rastlantı eseri geçiyordu. Oturduk konuştuk, salla pati laflar etti, ve bana bir yerde şunu bile dedi “En azından Büdü sana bunları yapma dememiş. Önünü kesmemiş. Gençsin, inandığın değerler uğrunda savaşmalısın.” Ona savaştığım için orada olduğumu ama gelmesi gereken Y’nin gelmediğini söyledim. Söyledim ama bir şeyleri değiştiremeyeceğimi çoktan anlamıştım. Benle konuşurken sürekli Ipad’ine bakan, bir yandan mesajları okuyan, bir yandan Iphone’unda –ya da her neyse telefonu- konuşan (müsaade bile istemiyor) birisiydi X. Değerim o kadardı gözünde… Onun okulunun benim gözümde ne kadar değerli olması gerektiğini varayım ben düşüneyim.
Ben bekliyorken X oradan rastlantı eseri geçiyordu. Oturduk konuştuk, salla pati laflar etti, ve bana bir yerde şunu bile dedi “En azından Büdü sana bunları yapma dememiş. Önünü kesmemiş. Gençsin, inandığın değerler uğrunda savaşmalısın.” Ona savaştığım için orada olduğumu ama gelmesi gereken Y’nin gelmediğini söyledim. Söyledim ama bir şeyleri değiştiremeyeceğimi çoktan anlamıştım. Benle konuşurken sürekli Ipad’ine bakan, bir yandan mesajları okuyan, bir yandan Iphone’unda –ya da her neyse telefonu- konuşan (müsaade bile istemiyor) birisiydi X. Değerim o kadardı gözünde… Onun okulunun benim gözümde ne kadar değerli olması gerektiğini varayım ben düşüneyim.
Neyse, uzun lafın kısası bana yine yol göründü. İşin gülünç
kısmı dokuz aydır mücadelesini verdiğimiz ikamet tezkeresine kavuşmak üzereyiz.
Bugün J'nin düzeltilmiş soyadıyla tekrar başvurduk. Bir sorun çıkmadı. Türkiye’de iş
bulamazsam buradan ayrılmak zorunda kalacağım. Tezkere de bir işe yaramamış
olacak. Nereye gideceğimi hiç bilmiyorum ama gitmeyi hiç istemiyorum. Boğaz’a,
kitapçılara, Beyoğlu’na daha doymadım ben. Ama yine de yol görünürse, ısrarcı olamam kalmak için. Bu yüzdendir İ
Ö’nün şiirini çevirişim. Yoksa kendisini hiç sevmem… Hele Sivas olayları
hakkında söylediklerinden sonra tiksindiğim bir insan olmuştur. Buna rağmen
güzeldir şiirleri, eski şiirleri. Yakar geçer içimi, külleri bırakır. Bırakamam,
tiryakisi haline getirmiştir beni, zayıflatmıştır.
Bu da Türkiye’den Mektuplar serisinin sonu olsun. İyi kötü
elli bin küsür sözcük yazmışım. Biraz daha sıksam bir elli bin daha yazarım
ama yazacaklarım yazdıklarımdan çok farklı olmayacaktır. "Takma kafana" diyen bir iç ses, "isyan et" diyen başka bir ses ve
uzaklara duyulan ezeli hayranlık... Masamın yanındaki duvarımda bile şiirler bu sırayla dizili. Kim derdi ki Bilge Karasu'nun o kısacık anlatısındaki balık* olacağımı.
Ülkeye geldiğimde facebook’ta aşağıdaki alıntıyı paylaşmıştım. Şimdi daha iyi anlıyorum yazarın hissiyatını. Yine onunla bitireyim.
Ülkeye geldiğimde facebook’ta aşağıdaki alıntıyı paylaşmıştım. Şimdi daha iyi anlıyorum yazarın hissiyatını. Yine onunla bitireyim.
You can't go back home to
your family, back home to your childhood... back home to a young man's dreams
of glory and of fame... back home to places in the country, back home to the
old forms and systems of things which once seemed everlasting but which are
changing all the time – back home to the escapes of Time and Memory. (Thomas Wolfe, You Can't Go Home Again)
Au revoir,
Ali Rıza Arıcan – 3 Nisan 2013, Derbent
* Not: Ağustos 1969 içinde, Ali Poyrazoğlu şunu anlattı:
Adamın biri bir deniz balığı tutmuş günün birinde, o kadar sevmiş ki yanında hep kalsın istemiş. Her gün suyunu tazelermiş, denizden kova kova çekip taşıyarak. Bir süre sonra usanmış deniz suyu taşımaktan, musluk suyunu denemiş. Balık biraz tedirgin olmuş ama alışmış sonunda tatlı suya. Gel zaman git zaman adamın içine merak olmuş, tatlı suya alışan balık havaya da alışır mı diye... (Bana sorarsanız, balık ya alıkmış ya da adamı gereğinden çok seviyormuş ki bu da bir çeşit alıklık olabiliyor sırasında. Dönelim gene Ali Poyrazoğlu'nun masalına). Balık önce boğulayazmış, debelenmiş, sonunda havaya da alışmış. Günlerden bir gün adamın denize gideceği tutmuş. Balığı da yanında. Koymuş onu çakıllığın gölgeli bir köşesine, kendi de denize girmiş. Çocuklar geçiyormuş oradan o ara. Balığı görmüşler. Nasılsa, acımışlar, bu balık karaya vurmuş, yazık, denize atalım, demişler. Adam deliler gibi yüzüp yetişesiye balık boğuluvermiş denizde. Bu konuda Levi-Strauss'un ilkesini benimseyeceğim, bu iki masal arasındaki aykırılıklar benzerliklerden çok daha önemlidir bence, diyeceğim.
* Not: Ağustos 1969 içinde, Ali Poyrazoğlu şunu anlattı:
Adamın biri bir deniz balığı tutmuş günün birinde, o kadar sevmiş ki yanında hep kalsın istemiş. Her gün suyunu tazelermiş, denizden kova kova çekip taşıyarak. Bir süre sonra usanmış deniz suyu taşımaktan, musluk suyunu denemiş. Balık biraz tedirgin olmuş ama alışmış sonunda tatlı suya. Gel zaman git zaman adamın içine merak olmuş, tatlı suya alışan balık havaya da alışır mı diye... (Bana sorarsanız, balık ya alıkmış ya da adamı gereğinden çok seviyormuş ki bu da bir çeşit alıklık olabiliyor sırasında. Dönelim gene Ali Poyrazoğlu'nun masalına). Balık önce boğulayazmış, debelenmiş, sonunda havaya da alışmış. Günlerden bir gün adamın denize gideceği tutmuş. Balığı da yanında. Koymuş onu çakıllığın gölgeli bir köşesine, kendi de denize girmiş. Çocuklar geçiyormuş oradan o ara. Balığı görmüşler. Nasılsa, acımışlar, bu balık karaya vurmuş, yazık, denize atalım, demişler. Adam deliler gibi yüzüp yetişesiye balık boğuluvermiş denizde. Bu konuda Levi-Strauss'un ilkesini benimseyeceğim, bu iki masal arasındaki aykırılıklar benzerliklerden çok daha önemlidir bence, diyeceğim.
I don't understand your whole post but like this idea "Sometimes you need to quit your job to save your profession." It reminds of Socrates, who was content to die to be loyal to his advocacy for the rule of law.
YanıtlaSil