Bu Blogda Ara

08 Nisan 2013

Türkiye'den Mektuplar 25


Hayatım boyunca mahpuslarda kendimi korudum, kolladım. Köyüme döndüm, soytarı oldum. (İlyas Salman, Lal Gece)

If you cannot enjoy, endure. If you cannot endure, quit. If you cannot quit, enjoy. (AA)

Sometimes you need to quit your job to save your profession. (AA)

6 Mart 2013 tarihinde müdürle –Ben ona Büdü diyorum. Yanından ayırmadığı “good-for-nothing” adama da Edi.- performans geribildirim toplantısı yaptık. Toplantı yaptık ama bana geribildirim yapıldığını söyleyemem. Benim okulda gözlemlediğim sorunları ilettiğim, onun da karşı savunmaya geçip bu sorunların kaynağı olarak benim beceriksizliğimi gösterdiği tuhaf bir görüşme oldu. Büdü’yle yaptığım ilk ve son görüşmeydi bu. Daha önce hiç konuşmadığım bir adam, ne huyunu bilirim ne suyunu. Beni işe almış, benim imzaladığım sözleşmeye imzasını atmış, güya CV’mi okumuş… Toplantıdan sonra moralim çok bozuktu. Bir kere daha bozguna uğramıştım aylardır kafamın içinde mücadele ettiğim heyula karşısında. Zaten bana söylenen yalanların, verilip de tutulmayan sözlerin, yüzüme karşı yapılan hakaretlerin kaynattığı bir halet-i ruhiyem vardı. Akşama kadar kabız eşek gibi dolanıp durdum can sıkıntısıyla. Gece uyku girmedi gözüme. Sabaha doğru saat 2 gibi istifamı gönderdim. Gerçi pek istifa denmez benim gönderdiğime, sözleşmemi yenilemeyeceğimi söyledim. Sonuçta onları telaşa düşürecek bir durum yok. Benden kurtulacaklar, buna sevinmeliler. Koltuklarında rahat oturabilirler, o ahmak-ül hamakatlara yakışan uygulamalarına aynı şekilde devam edebilirler. Benim için de durum iyi denilebilir. En azından artık kafam rahat, vicdanen rahatsız olmaksızın iş arayabilirim, gerekirse protestomu yapabilirim, lafımı esirgemeden bangır bangır söyleyebilirim. Yalnız günün kaydını iyi tutmuş olmak için toplantı öncesinden başlayıp tüm olayları anlatayım. İleride yazacağım kitaba malzeme olur.
İstifa mektubum kısa ve özdü:

Sayın Büdü,

Bugün yapılan performans geri bildirim toplantısından sonra, 31 Ağustos 2013 tarihinde sonlanan sözleşmemi yenilememeye karar verdim. Öğretmeniyle yapılan toplantıya geç gelen (Siz 5 dakika geç geldiniz, Edi 9 dakika geç geldi.) bir müdürün, bana disiplin dersi vermesi ve benim iyi bir öğretmen olmadığımı söylemesi bardağı taşıran son damla oldu. 

2013-14 öğretim yılında okulunuza başarılar diliyorum.

Toplantıdan önce zaten defterime notlar almıştım. Toplantıda ne diyeceğimi az çok biliyordum. Toplantıya vaktinden 10 dakika kadar erken gittim. Erken gittiğim için elimde çay bardağı vardı. Biraz da bu kodamanları sınamak için. Çayı beklerken bitirdim. Zaten Büdü toplantıya beş dakika geç geldi. Edi’yi ise bulamadılar uzun süre. Zar zor ulaşabildiler. Toplantı 10 dakika geç başladı. Odaya girdiğimde Büdü’nün gözüne elimdeki bardak takıldı, benim gözüme ise odanın genişliği. Oda kocamandı, benim kış boyunca ısıtamadığım salonun iki katından bile büyük. Bir lise müdürünün bu kadar geniş bir odası olması şaşırttı beni doğrusu. Biz öğretmenler üst üste, alt alta, tosbağaya zorla sokulmuş fil gibi çalışırken, adamın makam odasına bakın? Sonra bık bık öter, öğrencilerin yanında öğretmenleri azarlar, çalışmıyorsunuz diye. Bir de iki tane kapı geçiyordun odasına girene kadar. Tayland’da çalıştığım okulların çoğunda müdürün odasının kapısı ya hep açık olurdu ya da kapı hiç olmazdı.

Neyse, zaten adamın entelektüel seviyesi bırakın düşünceleri, bırakın şahısları, nesnelere kadar düşmüş. Daha odaya girer girmez bardağımı dışarıda bırakmamı söyledi. Oysa ben nice müdürlerin odasına elimde kahve kupasıyla girdim, kimse de bunu saygısızlık olarak algılamadı. Hem bir insan tanımadığı birisinden saygı bekler mi? Saygıyı kazanırsın, elde edersin, birisi için bir şeyler yapar ve hak edersin. Oysa bu müdür benim saygımı kazanacak tek bir icraatta bulunmadı bugüne kadar. Neyse, sesimi çıkarmadım. Daha ilk dakikadan bozuşup amacıma ulaşmama engel yaratmayayım diye dışarı çıktım, çay bardağını bıraktım. Sonrasında da konuşmaya başladık. Ben sorunları anlattım, o kızdıkça kızdı. Sonunda da sorunları çözmek için söz vereceğine, tersine tepti ve beni suçladı. Benim kötü ve beceriksiz bir öğretmen olduğumu söyledi. Sonrasını zaten hatırlamıyorum. Bir şeyler imzaladım ve çıktım odadan. O günün üzerinden neredeyse dört hafta geçti. Şimdi daha sakin bir kafam var. Ne de olsa istifamı vermişim. Seneye nerede olacağımı bilmesem bile, nerede olmayacağımı biliyorum. Artık cesurca yazabilirim. Kaybedecek bir şeyim olmadığı gibi kazanacak bir şeyim de yok.

Çalıştığım okulun çalışma prensiplerini hiçbir zaman anlayamayacağım. O kadar dar kafalı, o kadar çok yeniliğe arkasını dönmüş, o kadar çok koltuk sevdalı egoist insan var ki okulda, ufacık bir taşı bir yerden kaldırıp başka bir yere koymak için bile milyon ton emek harcıyorsunuz. Okulun köklü bir okul olması, kök salmış gerici bir zihniyetle idare edileceği anlamına gelmez elbet ama maalesef okuldaki yöneticilerin kafa yapısı, içerisine yüzyıllardır ışık girmemiş, ağzı örümcek ağlarıyla örülü, soğuk ve nemli bir mağarayı andırıyor. Eflatun’un mağara meseli ister istemez geliyor aklıma. “Güneşi gördüm, gelin sizi de götüreyim; bırakın bu gölgelerle eğlenmeyi artık.” dediğiniz an ihanetle, çokbilmişlikle, züppelikle suçlanıyorsunuz. Değişmenin zor olduğunu, cesaret gerektirdiğini ben de bilirim ama teknolojinin baş döndürücü bir hızla ilerlediği, nesiller arası farkların devasa boyutlara ulaştığı bu yüzyılda değişimi kabullenmemiş insanların yönetici olmasını anlayamam, kabullenemem.

Öncelikle şunu belirtmeliyim. Ben ne kırılganım ne de kırgın. Ben yılın başından beri bana verilip de tutulmayan sözlerin kaynattığı bir tencereyim, yani kızgınım. Benim yerimde yabancı bir öğretmen olsaydı, çoktan basıp gitmişti. Kafama tebeşir yediğim gün ya da bana haddimi bildirdikleri gün istifa etmememin nedeni de aslında kendimi korumak değildi. Bu daha çok verdiği sözü tutmanın ahlaki bir ödev olması ve benim ters bir hareketimin bölümdeki öğretmenlerin omuzlarına ek yük olarak binecek olmasıydı. Bu kötülüğü onlara yapamazdım.

Şimdi istifa etmemin nedeni de mesleğimi korumak istemem. Çünkü eğer işimden vaz geçmeseydim, mesleğimden vazgeçmek zorunda kalacaktım. Aşağıya liste olarak yazayım; beni deli eden, bir öğretmen, bir meslek sahibi, bir insan olarak asla kabullenemediğim şeyleri:

1. Okulda MYP müfredatı uygulanıyor dendi. Alakası yok. Saçma sapan melez bir müfredat uygulanıyor. Bu müfredatın %99’u MEB, %1’i MYP. Eğitim, öğretim, ders anlatımı, sınavlar ve notlar hep MEB’ye göre veriliyor. Yılda iki tane MYP uygulaması yapıp (öğrencilere yapılan haksızlığı siz düşünün), bu iki uygulamadan çocuklara MYP karnesi vermek gibi gülünç bir yapmacıklıkla dönüyor çarklar. Bununla bir de MYP otorizasyonu alıyoruz. Bana kalırsa okulda MYP’yi anlamış ve bunu kendisine hedef edinmiş tek bir öğretmen var. O da bu işi koordine eden İngilizce Öğretmeni. Onun dışındakilerin ne MYP ile bir alakaları var ne de otorizasyonun başarılı olup olmamasıyla. Koca okulda tek bir öğretmen çabalıyor ve kendisiyle konuşmamdan anladığım kadarıyla o da pek sevilmiyor yönetim tarafından. Farklı bir tutum beklemiyordum zaten bu yönetimden. Bana kalırsa okulda MYP’yi hakkıyla uygulayabilsek, disiplin sorunu da bir nebze çözülür gibi. Sonuçta içerik ve biçim arasında et ve kemik arasında olduğu türden bir bağ vardır. İçerik faşist ise biçimin de kısa sürede faşist yöntemlere bulanacağını söyleyebiliriz. MEB’nin matematik müfredatı faşist bir zihniyet ile hazırlanmış. Amaç, öğrenciye düşünecekleri bir saniye bile bırakmamak. Sorular, sorular ve sorular. Başka da bir şey yok. Oysa matematik sadece soru değildir. Çocuklar eğlenerek de matematik yapabilirler, kutuları yan yana koyarak da, tiyatro oyunu sergileyerek de. Yaptım işte hazırlıkta bir oyun, soracağım sınavda derste oynadığımız oyundan sorular…

2. Okulun lojmanı var dendi. "İster misiniz?" diye soruldu. "Ben de olursa iyi olur." dedim. Buraya geldim, lojmanın bana çıkmadığı söylendi. Bir ay kadar sonra süpermarkette karşılaştığım bir öğretmen bana “Siz başvurmuş muydunuz?” diye sordu. Ben de “İstediğimi söylemiştim.” dedim. O da “Dilekçe vermediniz mi?” dedi. Ben “Ne dilekçesi? Benim öyle bir şeyden haberim yok.” dedim. Meğer dilekçe vermek gerekiyormuş yaz aylarında. Beni işe alan güruh hiç bahsetmemişti böyle bir şeyden. Dolayısıyla ben büyük bir olasılıkla lojman isteyen öğretmenler sınıfına bile dahil olmadım hiçbir zaman. Başvursam lojman çıkar mıydı bilemiyorum ama başvuru hakkımın yenmiş olması yetmiyor mu adaletsizlik adına? Şimdi sorsam kim bana bu bilgiyi vermesi gerekip de vermeyen diye herkes topu birbirine atar. İstanbul’da yaşayıp, evi azıcık uzakta olan öğretmene lojman çıkmış –hem de yeni başlayan- ama Vietnam’dan gelip, Türkiye’de tek bir eşyası olmayan bana başvuru hakkı bile verilmemiş. Kimin umurunda? Herkesin sahibiymiş gibi davrandığı okula kimsenin sahip çıkmaması durumu işte budur. Ben lojman çıkmadığı için okulun yakınında bir muhitte ev kiralamak zorunda kaldım. Yolun öteki tarafındaki evlerin kiraları çok yüksek olduğu için mecburen gecekondu mahallesinde bir ev buldum. Büdü okulun ilk haftası öğrencilere hitaben yaptığı konuşmada "Çok çalışın, iyi bir arabanız olsun, iyi bir muhitte eviniz olsun." diye bir eğitimciye yakışmayan mesajlar verirken ben "iyi bir muhitte ev edinememiş" bir öğretmen olarak şakayla karışık içerlemiştim. Benim sorunum bana lojman çıkmaması değil sorun, lojman dağılımının şeffaf olmayan kurallar vasıtasıyla yapılıyor olması. Kim, neden lojmanda kalıyor? Hangi kıstaslara göre kimi öğretmenlere lojman veriliyor, hangi kıstaslara bazılarına verilmiyor? Bu konularda şeffaf bir yönergenin olmaması doğal olarak rahatsız ediyor. Her ne kadar lojmanda kalmayanların daha çok kafaya taktıkları bir soru olsa da bu, aslında vicdan sahibi tüm öğretmenleri rahatsız etmelidir. Etmiyorsa da bu onların kendilerini sorgulamaları için bir başlangıç olsun. 

3. Bana maaş teklif edilirken bir maaş çizelgesinin göz önüne alındığı söylendi. Ben de okulun misyonunu hesaba katarak ve aynı zamanda böylesi bir okulda çalışan yöneticilere güven duyarak zırnık sorgulamadım önerilen maaşı. Hem kimseye haksızlık olmasın hem de ben biraz sabırlı olmayı öğreneyim diye. Gerçi anlamalıydım bu işte bir bit yeniği olduğunu sözleşmedeki “maaşınızı kimseye söylemeyeceksiniz.” gibi bir maddenin olmasından. Buraya geldiğimde insanların konuşmalarından edindiğim duyumlar bana çok farklı bir uygulamanın var olduğu izlenimini verdi. Hemen herkesteki zihniyet “Görüşme sırasında ne koparırsan maaşın odur.” zihniyetiydi. Bundan emin olmak ve bana önerilen maaşın gerçekten de resmi bir çizelgeden alındığına kendime kanıtlamak için İK’ye yazdım, var olduğunu iddia ettiğiniz çizelgeyi görmek istiyorum dedim. İK bir ay sonra yanıt verdi. Böyle bir çizelge var ama göremezsiniz. Bu şu demek oluyor: Aslında böyle bir çizelge yok –varsa bile nesnel ilkelere dayanmıyor- ve biz sizin maaşınızı götümüzden uydurduk. Siz de kabul ettiniz. Yapacak bir şeyimiz yok. Bu ayrıca şu anlama da geliyor: Biz şeffaf bir kurum değiliz, karanlık bir takım dinamikler var bizi idare eden, beğenmiyordunuz neden geldiniz? Al işte, beğenmiyorum ve gidiyorum. Çalın başınıza şimdi okulunuzu, sefasını görün. Gerizekalılar!!!

4. Öğrenciler İngilizce biliyorlar denmişti bana. Oysa öğrencilerin İngilizce biliyor olmalarıyla aynı öğrencilerin İngilizce ders dinleyebiliyor olmaları çok farklı şeylermiş, bunu da burada öğrendim. Lise 1 öğrencilerinin okuma dersi için çalıştıkları sözcüklere bakıyorum, şaşırıyorum. Hazırlıklar Steinbeck’in “İnci”sini aslından okuyorlar. Bunca okuma var, bunca dilbilgisi ve kelime hazinesi var, neden derste konuştuklarımızı anlatamıyoruz öğrencilere? Bir kere kulak alışkanlığı yok çocuklarda. Sürekli bir Türkçe konuşma, öğretmeni dersi Türkçe anlatmaya zorlama yarışı var. Bir matematik öğretmeni olarak dersi hangi dilde anlatacağım beni çok ilgilendirmiyor. Dolayısıyla zorda kalınca ben de kaytarıyorum, dönüyorum Türkçeye. Çocuk matematiği İngilizce anlatınca anlamıyor ama Türkçe anlatınca en azından anlama yoluna giriyor, dinlemeye başlıyor. Dersi İngilizce anlatınca aniden kapanan zihin, Türkçeye dönünce şöyle bir açılıyor, göz kaş harekete geçiyor. Hiç yoktan bir şey öğreniyorlar.

Bir eleştiri de kendime: Keşke daha tutarlı olabilsem. Keşke derste Türkçe hiç konuşmasam. Keşke okula girdiğim andan itibaren Türkçeyi hiç kullanmasam. Hem ders notları İngilizce, sınavlar İngilizce, dersi İngilizce anlatıyoruz; peki neden kendi aramızdaki yazışmaları İngilizce yapmıyoruz? Neden kendi aramızdaki dersle ilgili tartışmaları İngilizce yapmıyoruz? Çocuklardan istediğimiz şeyi biz yapmazsak onlar yaparlar mı? Tuhaf bir suniliğin önüne geçemememizin nedeni de bu mu acaba?

5. Okulda teknoloji kullanımı var dediler. Oysa teknoloji dedikleri pek bir işe yaramayan akıllı tahtalar –yaptığı en büyük iş öğretmenin yazım alanını daraltmak- ve bir de hiç de etkili kullanılmayan elmek sistemi. Keşke akıllı tahtadan önce nispeten akılsız ama kara tahtaya göre daha temiz olan beyaz tahtaya geçselerdi. Ama yok, okula beyaz tahta bağışlayan birisi olmamış ki! Biriler akıllı tahta bağışlamış, onları kullanıyoruz. Bir de beyaz tahta bağışlasalardı ya! En azından üstümüz başımız kirlenmezdi ders anlatırken. Hadi bu neyse! Gelelim elmek sistemine. Etkili iletişimden fersah fersah uzağız. Defalarca aşmaya çalıştım bu elmekle haberleşme yolunu. E-takvimi kullanmayı önerdim, dosya paylaşım programlarını uygulamaya çalıştım, çocukların okul dışından da eğitim materyallerine ulaşabilmeleri için blackboard’un ücretsiz versiyonunu kullanmaya başladım. Fakat ne yaptım ne ettimse yaranamadım. BB’nin hükmünün sürdüğü sınırların dışına asla taşamadık. Hoş oraya da girdik denilmez ya, neyse! Büdü toplantımızda öğrencilerin %80’inin evinde bilgisayarının olmadığını ve bu yüzden benim yapmak istediğim şeyin gereksiz olduğunu söyledi. Bir yönetici bu kadar kör, bu derece ahmak olabilir mi? Okulun çok güzel ve ulvi bir misyonu var ama maalesef yöneticilerimizde zırnık vizyon yok.  Maraton koşmaya yeltenmiş bir kör gibiyiz. Yanımızda rehber köpeğimiz olmadan nereye kadar gidebiliriz? 

6. Çalışma saatleri konusunda da yalan söylediler. Mesai saatlerini sormuştum Vietnam’dayken. Bana gönderilen elmekte 07:45 – 16:00 ve haftada bir yarım gün yazıyordu. Ben bu bilgiyi kabullenmiş ve kanıksamış birisi olarak imza attım o sözleşmeye. Buraya gelince daha ilk toplantıda çalışma saatlerini 07:45 – 17:00 yaptılar. Kolay mı bir işçinin dört saatini kafana göre çalmak? Beni tanıyanlar, zaten çalışma saatlerine göre çalışmadığımı bilir. Okuldan saat 5’te çıktığım çok nadirdir. Genelde saatin 6 olmasını beklerim kafam rahat bir şekilde çıkabilmek için. Bazen 7'ye kadar çalışırım. Hiç de zorunlu olmadığım halde akşamları çocukların etüdlerine katılırım, çocuklara ders çalıştırırım. Gerekirse eve iş götürürüm, hafta sonu çalışırım. İşimden zevk aldığım sürece bunların hepsini yaparım, yapmakla gurur duyarım. Ama işten nefret ediyorsam bir dakika bile durmam ofiste mesai saatlerinin dışında, diğer vakitlerde de kaytarmak için bahane ararım.

7. Okulun şekilci olması, kağıtlardaki yazıların büyüklüğü, rengi, kağıdın tepesindeki logo önemli ama içerik önemli değil sanki. Elimizde bir ders kitabı bile yok. Kendimiz yazıyoruz ve sonuçta ortaya çıkan ürün en kötü kitaptan bile daha kötü oluyor. Zamanımız kısıtlı olduğu için her şeyi bir koşuşturmacadan kalan vakitte yapmak zorundayız. Dolayısıyla ortaya koyduğumuz ürünler eğitim bilimleri yönüyle çok da değerli olmuyor. İçinde etkinlik olmayan, deney olmayan (matematikte deney olmaz ama matematik dersinde deney bal gibi olur), kısacası ruh olmayan ders notları ortaya koyuyoruz. Bence bir öğretmenin görevi ders notları hazırlamak, ödev kağıtları yazmak olmamalı. Bir ders kitabı olur, o kitabın alıştırmaları, etkinlikleri olur, üzerinde kafa patlatılacak soruları olur. Kitaptan takip eder konuları hem öğrenci hem öğretmen. Bu yaratıcılığımızı öldürmez, tam tersine kazandığımız vakitte yaratıcı etkinlikler planlarız. MEB müfredatına uygun bir kitap bulamıyorsak, oradan buradan bulur, fotokopilerle çoğaltır, derler ve kendi kitabımızı yaparız. Ben Tayland’da yapmıştım, çok da güzel olmuştu. Sonuçta Tayland'ın ulusal müfredatı da bizimkisi gibi çerçöp dolu. Batılı kaynaklardan uygun bir şey uydurmak zor. Ama isteyince oluyor. Gitmiştim üniversitenin kütüphanesine, onlarca kitap alıp okula getirmiştim. Onlardan bulduğum güzel örnekleri, alıştırmaları, konu anlatımlarını derlemiş, tek bir kapak altında toplamıştım.  Bir haftada dersine girdiğim üç ayrı sınıfın ders kitabını hazırlamıştım. Biz böyle yapmıyoruz ve sonra bir de eleştiriliyoruz bu ders notlarında hata var diye. Olacak tabii! Yazar mıyım ben? Yayınevleri ders kitabı yazmaları için öğretmenleri tam zamanlı olarak işe alırlar. Ayrıca bir kitabın basılmasına kadar yığınla süreç vardır, kitap bir sürü elden geçer, kontrol edilir, hatalardan arındırılır. Kesinlikle bizim bir çift gözün hazırladığı ders notlarından daha iyi olacaktır basılmış bir kitap. Ufak tefek hatalar olsa bile biz –ya da öğrenciler- bunları bulup zamanla düzeltebiliriz. 

8. Sözleşmede hizmet içi eğitimlerle ilgili bir madde var. Bu maddeye göre okul yönetimi akademik takvimde yer verilmiş olan hizmet içi eğitimleri öğretmenlere zorunlu kılabilir. Oysa okul buna uymuyor. Mesai saatlerinin dışındaki saatlerimizi gasp ediyor ve bunun için hiçbir telafi teklif etmiyor. Ben bu duruma gıcık oluyorum çünkü kimse hakkını arama derdinde değil. Koyun gibi idare ediliyoruz. Bu son kısmı az çok anlayabiliyorum çünkü sesimizi çıkarınca suçlu duruma düşürülüyoruz. Greve giden işçilere “Açsınız, bu işe muhtaçsınız, daha iyi çalışma koşulları arıyorsanız siktir olun gidin.” diyen patrondan farksız bir tavır sergileniyor öğretmenlere karşı kimi zaman. Okulun bu tutumunu anlamak zor değil. Dışarıda binlerce işsiz öğretmen –Marx’ın kapitalist bir toplumda “İşsizler Ordusu”nun neden gerekli olduğu argümanı geliyor aklıma ister istemez- var. Üniversiteler ha bire öğretmen mezun ediyorlar. Bu kadar öğretmeni besleyecek iyi okul yok Türkiye’de. Ben, okuldaki öğretmenlerin yarısından çoğunun daha iyi maddi imkânlar bulamayacakları kaygısından ötürü bu okulda kaldıklarını düşünüyorum, okulun misyonuna çok bağlı olduklarından değil yani!

Bunu başkalarıyla konuşurken kabullenmek zordur ama aynanın karşısında kendimizle baş başa kaldığımızda en sefil halimizle maddiyatın ne denli önemli olduğunu görürüz. Aynayı sadece başkalarının yanındayken taşımayız elimizde. Kırsak kimi cezalandırmış oluruz peki? Kendimizi mi? Bizi böyle yapan toplumu mu? Yoksa köleliğimizden nemalanan efendilerimizi mi? Aslına bakılırsa maddiyat konusunda insan açık olmalı. Pek çok okul mülakat öncesi görüşmede söyler maaşı. Sonuçta iş arayanın nitelikleri bellidir, hangi maaş aralığına düşeceği bellidir, işveren bu konuda şeffaftır. Kabul edersen mülakata çağrılırsın. Kabul etmezsen iki taraf da vakit israf etmeksizin yoluna devam eder.

9. İnsanların disiplinsiz, kural tanımaz, adamsendeci olması. Okuldan erken çıkanlar mı dersin, kafalarına göre derse gelmeyen müdür yardımcıları mı dersin, kopya çeken öğrenciyi kopya kanıtıyla birlikte müdür muavinine rapor etsek bile çocuğun ertesi gün bana gelip “He he, bir şey olmadı kiii” diye sırıtması mı dersin… Onca şikâyetime rağmen tek bir öğrencinin bile disiplin cezası almamış olması da cabası! Niye almıyorlar? Aman çocuğa bir şey olmasın, aman buraya kadar gelmişler, bu seneyi de atlatsın. Aman sözlü notlarını yüksek verelim, sınıfı geçmekte zorlanmasınlar… Ben bu olaya "narüşşafaka" diyorum, yani "şefkat ateşi".   

O kadar şefkatliyiz ki bu çocuklara zarar verir hale gelmişiz. Alışmışlar her şeyi okuldan beklemeye. Ne ders çalışıyorlar ne de bizim uyarılarımıza takıyorlar. Sınavlardan önceki akşamlar maç izlerler, ödevlerini yapmazlar, derste uyurlar, saçma sapan sorularla dersi sabote etmeye çalışırlar, sınav sorularını beğenmeyip bölüm odası önünde oturma eylemi yaparlar, hocayla ahbaplarıyla konuşuyormuş gibi konuşurlar –Bugün sevdiğim çalışkan bir öğrenci bana “yemeyin bizi hocam” dedi ders sırasında benim soruya verdiğim yanıtı beğenmeyince.-, küfür ederler, her türlü meyveyi/sebzeyi derste yiyip kabuklarını yere atarlar, sınıfı ahır gibi kullanırlar, anlamadıkları her şeye saçma derler, anlamak için zırnık enerji harcamazlar, “armut piş ağzıma düş” mantığıyla hareket edip her şeyi önlerine servis edilsin isterler, sınavda kopya çekerler, dersten kaytarmak için türlü yalanlar uydururlar, üniversiteye giremesek bile okul bize bakar derler… Liste uzayıp gidiyor. Ve bir öğretmen olarak hiçbir bok yapamayız bunları değiştirmek için. Hani ben matematik öğretmeniydim, hani matematiğin güzelliğine inanmış bir hakikat savaşçısıydım, hani ben çocuklara etikten, doğru davranıştan, sayıların şiirsel uyumundan bahsedecektim. Bunların hiçbirini yapamıyorum bu okulda.

Çocuklara göre okul onlara ait ve biz öğretmenler geçici bedevileriz. Bu yüzden bizim değil, onların selameti önemli. Durum böyle olunca da daha iyisini bulamadığı için bu okulda çalışmak zorunda kalan öğretmenler ve aşırı şefkatten bozulan öğrenciler var her yerde. Gerisi de yalanlarımızı örtmek için kullandığımız fedakârlık hikayeleri, toplantılarda methedilen devasa diğerkamlıklar, hocamlar ve hoCANarla bezenmiş saygı dolu konuşmalar ve “katliamlar ne kötü be birader” diyen sakin duruşlarımız…

10. Okulda tuhaf bir tektipçilik var. Aynı dersi anlatan tüm öğretmenler aynı ders notlarını kullanmak zorunda. Bu şu demek: Derse girdiğiniz zaman kendiniz olamazsınız. ders notlarındaki tüm soruları olduğu gibi çözmelisiniz, ders notlarındaki sırayı izlemek zorundasınız, ders notlarındaki etkinlikleri, ders notlarındaki kanıtları orada belirtildiği gibi yapmak zorundasınız. Benim bildiğim eğitim kazanımlar üzerinden olur. Bir dersin kazanımları sabittir. Öğretmenin görevi öğrencilerin o kazanımları elde etmelerini sağlamaktır. Bunu ister nutuk çekerek yapar, isterse tiyatro oyunu sergileyerek, isterse de taklalar atarak. Dersin zümre başkanının görevi öğrencilerin bu kazanımları doğru ve etkin bir şekilde elde ettiklerinden emin olmaktır. Öğretmenin derste hangi örnekleri çözdüğü, hangi tür öğretme tekniklerini kullandığı kimsenin umurunda olmamalı.

Tüm öğretmenlerin aynı ders notlarını kullanmaları gerektiğini savunanlar şu bahaneye sığınıyorlar: Böyle yapmazsak öğrenciler şikayet ediyorlar. "Yok öteki hoca şu soruyu çözmüş de bizim hocamız çözmedi." gibi laflar ediyorlarmış. İyi ama eğitimci olanlar onlar mı yoksa biz miyiz? Okulu onlar mı yönetiyor yoksa biz mi? Vietnam'dayken farklı ülkelerden öğretmenlerin oluştruduğu bir takımı idare etmiştim yaklaşık beş sene boyunca. Öğretmenlerin her birinin geldikleri kültürlerin boyasına bulanmış öğretme teknikleri vardı. Hepimizin ortak kullandığı ders notları vardı ama bu notlar sadece referans olarak kullanılırdı. Dersin amacı bu notlardaki konuları haftalık programa sadık kalmak kaydıyla işlemek ve bitirmekti. Ben kimseye bu notları kullanmak zorundasınız demedim. İsteyen notları istediği gibi değiştirdi, dersinde kullandı. İstemeyen -ben de dahil- kullanmadı. Kimi öğretmen derslerinde Excel kullanımlarına ağırlık verdi, kimisi soru çözmeye. Dönem sonunda tüm öğrenciler aynı final sınavına girdiler. Öğretmenler bu sınavı görmezdi bile. Sınavı genelde ben hazırlar ve diğer öğretmenlere göstermezdim. Bazen de sınav Melbourne'dan gelirdi, ben bile görmezdim. Buna rağmen hepimiz bilirdik ki öğrencilerimiz dersin tanımında verilen kazanımları elde ettiler ve sınavda ne sorusu çıkarsa çıksın yapabilirler. Böyle bir şeyi şu an çalıştığım okulda neden uygulayamayacağımızı bilmiyorum. Çeşitlilik verim getirir, yaratıcılık getirir. Robot gibi derse gidip, elimizdeki kağıttaki soruları eksiksiz çözmem gerekecekse benim öğretmenliğimin ne önemi var? İster iyi bir öğretmen olayım, ister bok gibi birisi olayım. Standart edilmiş metinleri okuduğumuz sürece hepimiz aynıyız, alimlikte de zalimlikte de...

Bunları “Okul çok kötü, tu kaka, öğğğhhh” demek için yazmadım. Bunları okul düzelsin diye de yazmadım. Umurumda değil artık. İstifamı gönderdiğim zaman umurumdaydı okul, ama artık değil. Bu yüzden istifa mektubumdan birkaç gün sonra okulun yönetim kurulundaki bir büyüğe şöyle bir mesaj yazdım.

X Bey,

Ben 2012 yılının Eylül ayında, ……..’da öğretmenliğe başlamış, daha önce Tayland'da ve Vietnam'da muhtelif uluslararası okullarda on iki yıl boyunca matematik, ekonomi ve istatistik öğretmiş, dün akşam itibarıyla  sözleşme bitim tarihi olan Ağustos 2013'te yeni sözleşme imzalamayacağımı okul müdürüne e-posta ile belirtmiş bir öğretmenim. 

Dün öğleden sonra yapılan performans geri bildirim toplantısından (toplantı yapıldı ama geribildirim yapılmadı) sonra bu kararı aldım ve sonuna kadar da kararımın arkasındayım. Yani kimseye beni geri alın, kararımdan vaz geçtim falan demiyorum, demeyeceğim. Yalnız, başkalarından duymadan önce, eğer  neden ayrılmak istediğim konusunda  bizzat benim tarafımdan bilgilendirilmek isterseniz, ben her türlü iletişime açığım. Ayrıca okulun sorunları ve olası çözümler hakkında da size geçmiş deneyimlerime dayanarak birkaç fikir verebilirim. Altı ay boyunca okulda yapmış olduğum gözlemlerden ve yaşadığım olaylardan sonra düşünce defterim bir hayli dolu. Okul müdürüyle ömr-ü hayatımda bir kere görüştüm ve bu görüşmede okulun sorunlarından açık bir şekilde bahsettiğim için kendisinden "kötü bir öğretmen" olduğum yorumunu aldım. Belki siz farklı düşünürsünüz. 

Yukarıda da dediğim gibi, benim bu vakitten sonra kazanacağım bir şey yok. Belki ……..'ya bir katkım olur, ben göremesem bile olası değişimde bir parmağım olur diye yazıyorum bunları. Eğer oturup konuşmaya vaktiniz yoksa ben uzun bir metinle de durumu izaha çalışabilirim ama tabii ki yazı hiçbir zaman sorulu-yanıtlı bir diyaloğun yerini alamaz. 

Bu mesajı okuldaki yöneticiler okumasın diye kendi özel hesabımdan gönderiyorum. Biliyorum ki bölüme gönderilen her mesaj müdür tarafından okunabiliyor. Durum böyle olunca ………..'nın iletişim sistemine pek güvenemiyorum. 

Telefon numaram aşağıdaki gibidir. 

Saygılarımla,

Yanıt almadım. Teşekkür ederiz, yardımınıza ihtiyacımız yok bile demediler. Bir hafta sonu okulun yakınında yapılan bir konuşmaya bizim U'yu görmeye gitmiştim. Orada X'i göremesem bile onun halefi olarak adı geçen Y'yi gördüm. Bana mesajımı okuduğunu, hafta içi sekreterinden randevu almam durumunda benimle görüşmekten zevk duyacağını söyledi. Üç gün sonra, Salı akşamı, gittim Perşembe akşamı için sekreterinden randevu aldım. Perşembe akşamı gittim ama Y gelmedi. Ne niye gelmediğini öğrenebildim ne de asla gerçek anlamda gelmeye niyetlenip niyetlenmediğini. Adam özür bile dilemedi gelemediği için. Oysa randevuyu veren oydu, görüşmeye istekli görünen oydu. Gelmedi, ama bu yetmemiş gibi gelmeyeceğini de söylemedi. Dolayısıyla ben orada sap gibi yarım saat kadar bekledim.

 Ben bekliyorken X oradan rastlantı eseri geçiyordu. Oturduk konuştuk, salla pati laflar etti, ve bana bir yerde şunu bile dedi “En azından Büdü sana bunları yapma dememiş. Önünü kesmemiş. Gençsin, inandığın değerler uğrunda savaşmalısın.” Ona savaştığım için orada olduğumu ama gelmesi gereken Y’nin gelmediğini söyledim. Söyledim ama bir şeyleri değiştiremeyeceğimi çoktan anlamıştım. Benle konuşurken sürekli Ipad’ine bakan, bir yandan mesajları okuyan, bir yandan Iphone’unda –ya da her neyse telefonu- konuşan (müsaade bile istemiyor) birisiydi X. Değerim o kadardı gözünde… Onun okulunun benim gözümde ne kadar değerli olması gerektiğini varayım ben düşüneyim.

Neyse, uzun lafın kısası bana yine yol göründü. İşin gülünç kısmı dokuz aydır mücadelesini verdiğimiz ikamet tezkeresine kavuşmak üzereyiz. Bugün J'nin düzeltilmiş soyadıyla tekrar başvurduk. Bir sorun çıkmadı. Türkiye’de iş bulamazsam buradan ayrılmak zorunda kalacağım. Tezkere de bir işe yaramamış olacak. Nereye gideceğimi hiç bilmiyorum ama gitmeyi hiç istemiyorum. Boğaz’a, kitapçılara, Beyoğlu’na daha doymadım ben. Ama yine de yol görünürse, ısrarcı olamam kalmak için. Bu yüzdendir İ Ö’nün şiirini çevirişim. Yoksa kendisini hiç sevmem… Hele Sivas olayları hakkında söylediklerinden sonra tiksindiğim bir insan olmuştur. Buna rağmen güzeldir şiirleri, eski şiirleri. Yakar geçer içimi, külleri bırakır. Bırakamam, tiryakisi haline getirmiştir beni, zayıflatmıştır.

Bu da Türkiye’den Mektuplar serisinin sonu olsun. İyi kötü elli bin küsür sözcük yazmışım. Biraz daha sıksam bir elli bin daha yazarım ama yazacaklarım yazdıklarımdan çok farklı olmayacaktır. "Takma kafana" diyen bir iç ses, "isyan et" diyen başka bir ses ve uzaklara duyulan ezeli hayranlık... Masamın yanındaki duvarımda bile şiirler bu sırayla dizili. Kim derdi ki Bilge Karasu'nun o kısacık anlatısındaki balık* olacağımı.

Ülkeye geldiğimde facebook’ta aşağıdaki alıntıyı paylaşmıştım. Şimdi daha iyi anlıyorum yazarın hissiyatını. Yine onunla bitireyim.

You can't go back home to your family, back home to your childhood... back home to a young man's dreams of glory and of fame... back home to places in the country, back home to the old forms and systems of things which once seemed everlasting but which are changing all the time – back home to the escapes of Time and Memory.  (Thomas Wolfe, You Can't Go Home Again)

Au revoir,

Ali Rıza Arıcan – 3 Nisan 2013, Derbent

Not: Ağustos 1969 içinde, Ali Poyrazoğlu şunu anlattı:

Adamın biri bir deniz balığı tutmuş günün birinde, o kadar sevmiş ki yanında hep kalsın istemiş. Her gün suyunu tazelermiş, denizden kova kova çekip taşıyarak. Bir süre sonra usanmış deniz suyu taşımaktan, musluk suyunu denemiş. Balık biraz tedirgin olmuş ama alışmış sonunda tatlı suya. Gel zaman git zaman adamın içine merak olmuş, tatlı suya alışan balık havaya da alışır mı diye... (Bana sorarsanız, balık ya alıkmış ya da adamı gereğinden çok seviyormuş ki bu da bir çeşit alıklık olabiliyor sırasında. Dönelim gene Ali Poyrazoğlu'nun masalına). Balık önce boğulayazmış, debelenmiş, sonunda havaya da alışmış. Günlerden bir gün adamın denize gideceği tutmuş. Balığı da yanında. Koymuş onu çakıllığın gölgeli bir köşesine, kendi de denize girmiş. Çocuklar geçiyormuş oradan o ara. Balığı görmüşler. Nasılsa, acımışlar, bu balık karaya vurmuş, yazık, denize atalım, demişler. Adam deliler gibi yüzüp yetişesiye balık boğuluvermiş denizde. Bu konuda Levi-Strauss'un ilkesini benimseyeceğim, bu iki masal arasındaki aykırılıklar benzerliklerden çok daha önemlidir bence, diyeceğim.

1 yorum:

  1. I don't understand your whole post but like this idea "Sometimes you need to quit your job to save your profession." It reminds of Socrates, who was content to die to be loyal to his advocacy for the rule of law.

    YanıtlaSil