Canım sıkılınca televizyonu açar, Türkiye’de insanların
neleri izleyip, nasıl bilgilendiklerini öğrenmeye çalışırım. İnternete ve
akıllı telefonlara rağmen Türkiye’de halkın çoğu haberleri televizyondan
alıyor. Ayrıca sadece haberleri değil, lüks hayatın tuhaf inceliklerini,
kendilerine yutturulmaya çalışılan neo-liberal politikaları, dışarıdan getirilip
yeniymiş gibi önlerine konan yaşam tarzlarını ve toplumu istenilen şekle sokan
yığınla zırzopluğu yine bu siyah camdan öğreniyor insanımız.
Dün akşam da oturdum; hem pozitif bilimlere inanan bir
matematik öğretmeni olarak ilgimi çektiği için, hem de konunun insanlar
üzerinde –özellikle gençler- etkisini bildiğim için, HT kanalında
yayınlanan “Zamanda Yolculuk” konulu, “Türkiye’nin Nabzı” adlı programı
izledim. Konu zamanda yolculuktu ama programa çağrılan konuklar ülkemizin hemen
her konudaki kafa karışıklığını yansıtmak istermişçesine evlere şenlikti.
Toplam altı konuktan üçü konuya tamamıyla ilgisiz, sırf lafazanlık yapsın diye
getirilmiş üç hokkabazdan ibaretti. Diğer üçünün ikisi, olması gerektiği gibi teorik
fizikçiydi. Kalan son kişi de yine analitik sorular sorabilen ve söylenen her
argümanı mantıksal açıdan değerlendirebilen bir felsefeciydi.
Nedense program yapımcısı zaman makinesi fikrini ortaya atan
bilim-kurgu yazarlarını temsil etmesi için bir bilim-kurgu yazarı davet
etmemişti programa. Yine aynı şekilde, olası bir makinenin gerçekten yapılıp
yapılmayacağını test edebilen pratik zekalı bir mühendis de yoktu. Bunların
yerine çağrılan konuklardan birisi astrolojistti, yani bildiğimiz falcı. Diğeri
de kimsenin bir şey bilmediğini ama sadece kendisinin bildiğini iddia eden,
zamanında farklı alemleri gezmiş ve görmüş olan, tek kelimeyle “mezcup” diye
adlandırılabilecek bir postmodern bilgeydi. Son olarak da ilkokul öğrencisi
gibi kağıda bir kapsül çizip, bu kapsülün bilmem kaç Hertz frekansla
titreştirilirse kapsülün içindekilerin zamanda yolculuğa çıkacaklarını iddia
eden bir araştırmacıydı.
Öncelikle zaman yolculuğu hakkındaki kendi düşüncelerimi
yazayım. Bu konuda çok kafa yormuş olduğumu söyleyemem ama programdaki kendi
kendilerini uzman ilan etmiş medyumlardan daha çok şey bildiğimi rahatlıkla
iddia edebilirim. Bir kere uzay-zamanın bükümlü olmasıyla, yüksek hızlarda
zamanın yavaşlamasıyla ya da kara deliklerin yüksek çekim gücüyle falan ilgili
değil zamanda yolculuk. Bu adı geçen kavramlarla zamanın yavaşlaması ve uzaya
giden ikiz kardeşin diğerinden genç kalmasını izah edebiliriz. Oysa zamanda
yolculuk bu demek değildir. Nasıl ki A’dan B’ye yolculuk yaptığımızda bir mekan
değişikliğinden, bir çizgi üzerinde gösterilebilecek iki noktadan bahsediyoruz,
zamanda yolculuktan bahsederken de benzer bir durumdan söz ediyoruz. Yani hazır
bir gelecek var, yaşanmakta olan bir geçmiş var. Bunlar sanki bir çizginin
üzerine konuşlanabilecek kadar net ve iyi tanımlanmış olmalı. Yolculuk işte bu
noktalar arasında gidip gelmeler anlamına geliyor.
Bana kalırsa ne geçmiş vardır ontolojik anlamda ne de gelecek.
Geçmiş hafızalarımızda –ve evrenin hafızasında - belli belirsiz iz bırakarak
kaybolan bir resimden ibarettir. Şimdi gibi gerçek değildir, şimdi gibi
hareketli ve değişen değildir. Gelecek ise potansiyel olarak vardır, gerçek
anlamda yoktur. Yani gelecekteki her an, katrilyonlarca defa katrilyonlarca
farklı olası durumun sadece birisinin gerçekleşmesiyle mümkün olur. Bırakın on
yıl sonrasını, evrenin on saniye sonrasını bile belirleyebilecek bir bilgisayar
yapmamız olanaksızdır.
Ben bu bilgisayarın başında on saniyede hangi on harfi basacağımı
bile bilmiyorken –ya da hangilerini yanlış basacağımı-, Endonezya’nın bir
köyünde bir kadın doğum yapmış, Tayland’da bir işçi işinden atılmış,
Hindistan’da bir kentli sabah kahvaltısının ilk lokmasını ağzına atmış, Irak’da
bir dindar Hz Ali türbesinde dualarını etmiş, İstanbul’da bir öğrenci okul
çantasına cep telefonunu koymuş olabilir. Bunların hiçbirisi olmamışken,
olacakmış da olmuş –sanki olmaması mümkün değilmiş gibi- gibi davranıp, var
olan bir gelecekten bahsetmek bana kalırsa evrendeki karmaşayı hafife almak
demektir. Kuantum mekaniğinin gelişmesinden beri biliyoruz ki evrenin
belirliliği bir yere kadardır. Determinist bir anlayışla her şeyi öncesinden
belirleyemeyiz. Sonuçta her harekette, her çarpışmada, her değişiklikte;
belirlenemez miktarda bir değişim, tekrar edilemez bir çatallanma vardır.
Bunları düşünmeden sabit bir gelecekten bahsetmek bana kalırsa matematik
bilmemek, fizikten anlamamak, uzay ve zaman kavramlarını anlayabilecek felsefi
derinlikten fersah fersah uzak olmaktır.
Şimdi gelelim programın konuklarına. Astrolojist bey konuya
hakim olamadığı ve fizikçi hocaları anlamadığı için önce Amerika’da tanıştığı
ve zaman makinesini yaptığını iddia eden dinci bir gruptan bahsetti. Kardeşim,
akılcı düşünmedikten sonra hangi milletten olursa olsun, safsatanın yeri çöp
tenekesidir. Aptallığın milleti olur mu hiç? Bizimkiler de birkaç sene önce
erke dönergeci yapmışlardır. Maddenin eylemsizlik özelliğinden –Eylemsizlik bir
özellik değildir, cismin şekline göre değişen bir katsayıdır ve “sigma m r-kare”
gibi basit bir formülle hesaplanır. –yararlanarak çalışıyormuş da, sürekli
enerji üretiyormuş da… Ne aleti gördük ne de yapanları! Türk yapınca rahatlıkla
yalan diyebiliyoruz da Amerikalı yapınca neden inanıyoruz? Hem ortada lafı
kimin söylediği bile belli değil. Sayın falcımız Amerika’ya teşrif buyurdukları
bir sırada bir takım karanlık gruplarla görüşmüş –vakıfmış bunlar, paraları da
varmış.- ve onlardan aldığı bilgiye göre zaman makinesi yapılmış, denenmiş ve
başarılı olmuş.
Hadi bunu söyledi, karşısındaki felsefeci “bunlar kişisel
deneyimler, bilim değil” demesine rağmen adam ısrar ediyor, illa benim dediğim
doğru. İyi de kardeşim sormazlar mı “Ben de Mars’a gittim geldim ama uzay
mekiğim atmosfere girince yandı, ben kendimi zor kurtardım. “ diyen adama,
kanıtla gittiğini diye? Baktı falcı karşısındaki felsefeci ve fizikçi yemiyor
attığı yemleri, bu sefer fizikçi hocayı çok derin konuşmakla, halkın anlayacağı
düzeye inememekle suçladı. Hani halk çok aptal, kendisi çok zeki! Güya diğer
zekilerin arasında yerini alacak, felsefecinin yapamadığını yapacak. Neyle?
Falla! Yahu adam, zaten senin gibilerin zehirlediği halkı kurtarmak için var o
bilim insanı ve felsefeci. Doğru düşünmeyi öğretmek, bilimsel olanla olmayanın
arasındaki farkı ayan beyan ortaya koymak için varlar. Bir aradan çekil de
nesnel düşünce yol alsın azıcık, bir müsaade et de konuyu bilen, konuyla ilgili
kafa patlatmış insanlar konuşsunlar, halkı aydınlatsınlar. Ama yok, illa
konuşacak. Nietzsche’nin “Bazı insanlar ışığın çevresinde toplaşırlar, daha iyi
görmek için değil daha iyi parıldamak için.” sözüne
culk diye oturan bir adamdı vesselam.
Programa Ankara’dan bağlanan meczup –bir de web sayfası
varmış, sonradan öğrendim- aslına bakılırsa tam böyle bir adamdı. Bir yerlere
gitmiş, gelmiş, farklı uzamları keşfetmiş, zamanın boyutlarında gezinmiş,
evrendeki on iki boyuttan altısını görmüş, falan filan… Anlatıp duruyor.
Bilimsel terimleri dinsel terimlerle karıştırıyor, onlardan da tam anlamadığı
için iki de bir daha muallak olan tasavvufi ifadelere sığınıyor, kendisinden
bahsederken “biz” diye hitap ediyor, gittiği gördüğü yerleri –alemin katlarını-
anlatıyor, zamanın sabit bir nokta olduğunu iddia ediyor –Bu da tasavvufi bir
anlayıştır. Sanırım Muhyiddin-i Arabi bahsediyor zamanın bir nokta olmasından.-,
ikide bir “bu konuyu bize soracaksınız çünkü bize anlattılar” diyor… Diyor da
diyor, adam makineli tüfek gibi. Konuşuyor da konuşuyor. Ne dediklerinden bir
şey anlamak mümkün ne de anladıklarınıza bilimsel bir destek bulmak. Bir de
kızıyor uzman olduğu alanda başkalarının görüşlerinin rağbet görmesine. Bana
soracaksınız diyor, ben biliyorum, gittim gördüm. Siz ne anlarsınız diyor…
Mecnun mudur, meczup mudur anlamadım gitti.
Fizikçi hocalardan birisi “Bunları çağıracaktınız, bizi neden çağırdınız?” diyecek gibi oluyor ama o bildik postmodern klişe ile vuruluyor: “Farklı görüşlere yer vermek istedik.” Bu öyle bir ifade ki her türlü şarlatanlığa kapı aralar, her türlü hokkabazlığa yol verir. Sanki bilim ve fal aynı kefedeymiş gibi! Ağzınızı açıp, ilerici düşüncelerinizi dile getirdiğinizde de yobaz olan siz olursunuz. Çünkü falcının da zaman makinesi hakkında bir diyeceği vardır, meczubun da söyleyecekleri sıradadır uzayın boyutları hakkında.
Fizikçi hocalardan birisi “Bunları çağıracaktınız, bizi neden çağırdınız?” diyecek gibi oluyor ama o bildik postmodern klişe ile vuruluyor: “Farklı görüşlere yer vermek istedik.” Bu öyle bir ifade ki her türlü şarlatanlığa kapı aralar, her türlü hokkabazlığa yol verir. Sanki bilim ve fal aynı kefedeymiş gibi! Ağzınızı açıp, ilerici düşüncelerinizi dile getirdiğinizde de yobaz olan siz olursunuz. Çünkü falcının da zaman makinesi hakkında bir diyeceği vardır, meczubun da söyleyecekleri sıradadır uzayın boyutları hakkında.
Sonra araştırmacı çıkar. Bir kağıda bir kapsül çizer. Bu
kapsülün etrafında bilmem kaç septrilyon Hertzlik bir elektromanyetik alan
oluşturulursa bu kapsülün bizi zamanda yolculuğa çıkaracağını iddia eder.
Felsefeci itiraz eder, böylesi bir görüşün hiçbir bilimsel dayanağının
olmadığını söyler. Araştırmacı ısrarlıdır. Fizik hocası o kadar yüksek bir
frekansın verilmesiyle kapsülün paramparça olacağını, bırakın atomların,
çekirdeklerin bile parçalanacağını söyler. Araştırmacı bu sefer, kapsülü
koruyucu başka bir kapsüle koymaya kalkar. Fizik hocası kafayı yemek üzeredir. “Kardeşim,
istediğin koruyucu kapsüle koy. Sonuçta atomlardan oluşan bir madde olacak bu
ve nihayetinde senin vereceğin yüksek frekansla paramparça olacak..”
Böyle saçma bir muhabbet işte. Açıkçası acıdım bilim
insanlarımıza ve düşünen insanımıza. Televizyon programlarına, halkı aydınlatma
amacıyla çıktıklarında bile ne türlü saçmalıklara maruz kalıyorlar. Ne
konuşulur ki hemen her şeyden azıcık bilen ve tüm bildiklerini rastgele bir
şekilde birbirine katan bir meczupla? Ne konuşabilirsin matematikten, fizikten
anlamayan ama zamanda yolculuk deyince ahkam kesmeye başlayan falcılarla? Sen
istediğin kadar profesör ol, istediğin kadar makale üstüne makale yayınla. Bu
ülkede falcılarla, yalancılarla aynı kürsüyü paylaşacaksın. “Bilim Kutsal Bir
İnektir” demiyor muydu postmodern zamanların kurnaz yazarlarından birisi. Soğuk
savaştan beri bizim için hazırladıkları dünya bu işte. Bir yandan tüketelim, el
falımıza bakana 10 TL verip, kahveyi bedava içelim… Evlerimizi fengşui tarzı
döşeyip, sabah akşam evrene negatif enerji gönderelim. Bunların birer zırvalık
olduğunu söyleyenlere de çemkirelim, onları bilim yobazı olmakla suçlayalım…
Sonumuz hayırlı olsun, ne diyeyim. Eğitime inanırdık
eskiden, bir toplumu değiştireceğine ve evireceğine inandığımız eğitime.
Şimdilerde eğitim yuvaları da böylesi gerici muhabbetlerle dolup taşıyor. Her
tarafta aynı şarkı var. Meta-öğretiler öldü, yaşasın çok seslilik, yaşasın
birbirini anlamayan insanlar, yaşasın bilime alternatif olarak sunulan
geleneksel etkinlikler. Zaman tüneli olsa da 18. ve 19. Yüzyıla falan gitsek
diyor insan. Laplace’ın, Comte’un, Voltaire’ın, Descartes’ın devrine. Hiç
yoktan heyecanını duyardık bilimin zaferlerinin. Şimdilerde kendini bilmezler
tarafından küçük düşürüldüğünü göreceğimize…
15 Nisan 2013 - Derbent, İstanbul
Son zamanlarda en keyif alarak okuduğum yazı oldu. Beyninize sağlık.
YanıtlaSil