Bu Blogda Ara

16 Nisan 2013

ZAMAN TÜNELİNDE POSTMODERN MUHABBETLER


 Canım sıkılınca televizyonu açar, Türkiye’de insanların neleri izleyip, nasıl bilgilendiklerini öğrenmeye çalışırım. İnternete ve akıllı telefonlara rağmen Türkiye’de halkın çoğu haberleri televizyondan alıyor. Ayrıca sadece haberleri değil, lüks hayatın tuhaf inceliklerini, kendilerine yutturulmaya çalışılan neo-liberal politikaları, dışarıdan getirilip yeniymiş gibi önlerine konan yaşam tarzlarını ve toplumu istenilen şekle sokan yığınla zırzopluğu yine bu siyah camdan öğreniyor insanımız.

Dün akşam da oturdum; hem pozitif bilimlere inanan bir matematik öğretmeni olarak ilgimi çektiği için, hem de konunun insanlar üzerinde –özellikle gençler- etkisini bildiğim için, HT kanalında yayınlanan “Zamanda Yolculuk” konulu, “Türkiye’nin Nabzı” adlı programı izledim. Konu zamanda yolculuktu ama programa çağrılan konuklar ülkemizin hemen her konudaki kafa karışıklığını yansıtmak istermişçesine evlere şenlikti. Toplam altı konuktan üçü konuya tamamıyla ilgisiz, sırf lafazanlık yapsın diye getirilmiş üç hokkabazdan ibaretti. Diğer üçünün ikisi, olması gerektiği gibi teorik fizikçiydi. Kalan son kişi de yine analitik sorular sorabilen ve söylenen her argümanı mantıksal açıdan değerlendirebilen bir felsefeciydi.

Nedense program yapımcısı zaman makinesi fikrini ortaya atan bilim-kurgu yazarlarını temsil etmesi için bir bilim-kurgu yazarı davet etmemişti programa. Yine aynı şekilde, olası bir makinenin gerçekten yapılıp yapılmayacağını test edebilen pratik zekalı bir mühendis de yoktu. Bunların yerine çağrılan konuklardan birisi astrolojistti, yani bildiğimiz falcı. Diğeri de kimsenin bir şey bilmediğini ama sadece kendisinin bildiğini iddia eden, zamanında farklı alemleri gezmiş ve görmüş olan, tek kelimeyle “mezcup” diye adlandırılabilecek bir postmodern bilgeydi. Son olarak da ilkokul öğrencisi gibi kağıda bir kapsül çizip, bu kapsülün bilmem kaç Hertz frekansla titreştirilirse kapsülün içindekilerin zamanda yolculuğa çıkacaklarını iddia eden bir araştırmacıydı.

Öncelikle zaman yolculuğu hakkındaki kendi düşüncelerimi yazayım. Bu konuda çok kafa yormuş olduğumu söyleyemem ama programdaki kendi kendilerini uzman ilan etmiş medyumlardan daha çok şey bildiğimi rahatlıkla iddia edebilirim. Bir kere uzay-zamanın bükümlü olmasıyla, yüksek hızlarda zamanın yavaşlamasıyla ya da kara deliklerin yüksek çekim gücüyle falan ilgili değil zamanda yolculuk. Bu adı geçen kavramlarla zamanın yavaşlaması ve uzaya giden ikiz kardeşin diğerinden genç kalmasını izah edebiliriz. Oysa zamanda yolculuk bu demek değildir. Nasıl ki A’dan B’ye yolculuk yaptığımızda bir mekan değişikliğinden, bir çizgi üzerinde gösterilebilecek iki noktadan bahsediyoruz, zamanda yolculuktan bahsederken de benzer bir durumdan söz ediyoruz. Yani hazır bir gelecek var, yaşanmakta olan bir geçmiş var. Bunlar sanki bir çizginin üzerine konuşlanabilecek kadar net ve iyi tanımlanmış olmalı. Yolculuk işte bu noktalar arasında gidip gelmeler anlamına geliyor.

Bana kalırsa ne geçmiş vardır ontolojik anlamda ne de gelecek. Geçmiş hafızalarımızda –ve evrenin hafızasında - belli belirsiz iz bırakarak kaybolan bir resimden ibarettir. Şimdi gibi gerçek değildir, şimdi gibi hareketli ve değişen değildir. Gelecek ise potansiyel olarak vardır, gerçek anlamda yoktur. Yani gelecekteki her an, katrilyonlarca defa katrilyonlarca farklı olası durumun sadece birisinin gerçekleşmesiyle mümkün olur. Bırakın on yıl sonrasını, evrenin on saniye sonrasını bile belirleyebilecek bir bilgisayar yapmamız olanaksızdır.

Ben bu bilgisayarın başında on saniyede hangi on harfi basacağımı bile bilmiyorken –ya da hangilerini yanlış basacağımı-, Endonezya’nın bir köyünde bir kadın doğum yapmış, Tayland’da bir işçi işinden atılmış, Hindistan’da bir kentli sabah kahvaltısının ilk lokmasını ağzına atmış, Irak’da bir dindar Hz Ali türbesinde dualarını etmiş, İstanbul’da bir öğrenci okul çantasına cep telefonunu koymuş olabilir. Bunların hiçbirisi olmamışken, olacakmış da olmuş –sanki olmaması mümkün değilmiş gibi- gibi davranıp, var olan bir gelecekten bahsetmek bana kalırsa evrendeki karmaşayı hafife almak demektir. Kuantum mekaniğinin gelişmesinden beri biliyoruz ki evrenin belirliliği bir yere kadardır. Determinist bir anlayışla her şeyi öncesinden belirleyemeyiz. Sonuçta her harekette, her çarpışmada, her değişiklikte; belirlenemez miktarda bir değişim, tekrar edilemez bir çatallanma vardır. Bunları düşünmeden sabit bir gelecekten bahsetmek bana kalırsa matematik bilmemek, fizikten anlamamak, uzay ve zaman kavramlarını anlayabilecek felsefi derinlikten fersah fersah uzak olmaktır.

Şimdi gelelim programın konuklarına. Astrolojist bey konuya hakim olamadığı ve fizikçi hocaları anlamadığı için önce Amerika’da tanıştığı ve zaman makinesini yaptığını iddia eden dinci bir gruptan bahsetti. Kardeşim, akılcı düşünmedikten sonra hangi milletten olursa olsun, safsatanın yeri çöp tenekesidir. Aptallığın milleti olur mu hiç? Bizimkiler de birkaç sene önce erke dönergeci yapmışlardır. Maddenin eylemsizlik özelliğinden –Eylemsizlik bir özellik değildir, cismin şekline göre değişen bir katsayıdır ve “sigma m r-kare” gibi basit bir formülle hesaplanır. –yararlanarak çalışıyormuş da, sürekli enerji üretiyormuş da… Ne aleti gördük ne de yapanları! Türk yapınca rahatlıkla yalan diyebiliyoruz da Amerikalı yapınca neden inanıyoruz? Hem ortada lafı kimin söylediği bile belli değil. Sayın falcımız Amerika’ya teşrif buyurdukları bir sırada bir takım karanlık gruplarla görüşmüş –vakıfmış bunlar, paraları da varmış.- ve onlardan aldığı bilgiye göre zaman makinesi yapılmış, denenmiş ve başarılı olmuş.

Hadi bunu söyledi, karşısındaki felsefeci “bunlar kişisel deneyimler, bilim değil” demesine rağmen adam ısrar ediyor, illa benim dediğim doğru. İyi de kardeşim sormazlar mı “Ben de Mars’a gittim geldim ama uzay mekiğim atmosfere girince yandı, ben kendimi zor kurtardım. “ diyen adama, kanıtla gittiğini diye? Baktı falcı karşısındaki felsefeci ve fizikçi yemiyor attığı yemleri, bu sefer fizikçi hocayı çok derin konuşmakla, halkın anlayacağı düzeye inememekle suçladı. Hani halk çok aptal, kendisi çok zeki! Güya diğer zekilerin arasında yerini alacak, felsefecinin yapamadığını yapacak. Neyle? Falla! Yahu adam, zaten senin gibilerin zehirlediği halkı kurtarmak için var o bilim insanı ve felsefeci. Doğru düşünmeyi öğretmek, bilimsel olanla olmayanın arasındaki farkı ayan beyan ortaya koymak için varlar. Bir aradan çekil de nesnel düşünce yol alsın azıcık, bir müsaade et de konuyu bilen, konuyla ilgili kafa patlatmış insanlar konuşsunlar, halkı aydınlatsınlar. Ama yok, illa konuşacak. Nietzsche’nin “Bazı insanlar ışığın çevresinde toplaşırlar, daha iyi görmek için değil daha iyi parıldamak için.” sözüne culk diye oturan bir adamdı vesselam.

Programa Ankara’dan bağlanan meczup –bir de web sayfası varmış, sonradan öğrendim- aslına bakılırsa tam böyle bir adamdı. Bir yerlere gitmiş, gelmiş, farklı uzamları keşfetmiş, zamanın boyutlarında gezinmiş, evrendeki on iki boyuttan altısını görmüş, falan filan… Anlatıp duruyor. Bilimsel terimleri dinsel terimlerle karıştırıyor, onlardan da tam anlamadığı için iki de bir daha muallak olan tasavvufi ifadelere sığınıyor, kendisinden bahsederken “biz” diye hitap ediyor, gittiği gördüğü yerleri –alemin katlarını- anlatıyor, zamanın sabit bir nokta olduğunu iddia ediyor –Bu da tasavvufi bir anlayıştır. Sanırım Muhyiddin-i Arabi bahsediyor zamanın bir nokta olmasından.-, ikide bir “bu konuyu bize soracaksınız çünkü bize anlattılar” diyor… Diyor da diyor, adam makineli tüfek gibi. Konuşuyor da konuşuyor. Ne dediklerinden bir şey anlamak mümkün ne de anladıklarınıza bilimsel bir destek bulmak. Bir de kızıyor uzman olduğu alanda başkalarının görüşlerinin rağbet görmesine. Bana soracaksınız diyor, ben biliyorum, gittim gördüm. Siz ne anlarsınız diyor… Mecnun mudur, meczup mudur anlamadım gitti.

Fizikçi hocalardan birisi “Bunları çağıracaktınız, bizi neden çağırdınız?” diyecek gibi oluyor ama o bildik postmodern klişe ile vuruluyor: “Farklı görüşlere yer vermek istedik.” Bu öyle bir ifade ki her türlü şarlatanlığa kapı aralar, her türlü hokkabazlığa yol verir.  Sanki bilim ve fal aynı kefedeymiş gibi! Ağzınızı açıp, ilerici düşüncelerinizi dile getirdiğinizde de yobaz olan siz olursunuz. Çünkü falcının da zaman makinesi hakkında bir diyeceği vardır, meczubun da söyleyecekleri sıradadır uzayın boyutları hakkında.

Sonra araştırmacı çıkar. Bir kağıda bir kapsül çizer. Bu kapsülün etrafında bilmem kaç septrilyon Hertzlik bir elektromanyetik alan oluşturulursa bu kapsülün bizi zamanda yolculuğa çıkaracağını iddia eder. Felsefeci itiraz eder, böylesi bir görüşün hiçbir bilimsel dayanağının olmadığını söyler. Araştırmacı ısrarlıdır. Fizik hocası o kadar yüksek bir frekansın verilmesiyle kapsülün paramparça olacağını, bırakın atomların, çekirdeklerin bile parçalanacağını söyler. Araştırmacı bu sefer, kapsülü koruyucu başka bir kapsüle koymaya kalkar. Fizik hocası kafayı yemek üzeredir. “Kardeşim, istediğin koruyucu kapsüle koy. Sonuçta atomlardan oluşan bir madde olacak bu ve nihayetinde senin vereceğin yüksek frekansla paramparça olacak..”

Böyle saçma bir muhabbet işte. Açıkçası acıdım bilim insanlarımıza ve düşünen insanımıza. Televizyon programlarına, halkı aydınlatma amacıyla çıktıklarında bile ne türlü saçmalıklara maruz kalıyorlar. Ne konuşulur ki hemen her şeyden azıcık bilen ve tüm bildiklerini rastgele bir şekilde birbirine katan bir meczupla? Ne konuşabilirsin matematikten, fizikten anlamayan ama zamanda yolculuk deyince ahkam kesmeye başlayan falcılarla? Sen istediğin kadar profesör ol, istediğin kadar makale üstüne makale yayınla. Bu ülkede falcılarla, yalancılarla aynı kürsüyü paylaşacaksın. “Bilim Kutsal Bir İnektir” demiyor muydu postmodern zamanların kurnaz yazarlarından birisi. Soğuk savaştan beri bizim için hazırladıkları dünya bu işte. Bir yandan tüketelim, el falımıza bakana 10 TL verip, kahveyi bedava içelim… Evlerimizi fengşui tarzı döşeyip, sabah akşam evrene negatif enerji gönderelim. Bunların birer zırvalık olduğunu söyleyenlere de çemkirelim, onları bilim yobazı olmakla suçlayalım…

Sonumuz hayırlı olsun, ne diyeyim. Eğitime inanırdık eskiden, bir toplumu değiştireceğine ve evireceğine inandığımız eğitime. Şimdilerde eğitim yuvaları da böylesi gerici muhabbetlerle dolup taşıyor. Her tarafta aynı şarkı var. Meta-öğretiler öldü, yaşasın çok seslilik, yaşasın birbirini anlamayan insanlar, yaşasın bilime alternatif olarak sunulan geleneksel etkinlikler. Zaman tüneli olsa da 18. ve 19. Yüzyıla falan gitsek diyor insan. Laplace’ın, Comte’un, Voltaire’ın, Descartes’ın devrine. Hiç yoktan heyecanını duyardık bilimin zaferlerinin. Şimdilerde kendini bilmezler tarafından küçük düşürüldüğünü göreceğimize…  

15 Nisan 2013 - Derbent, İstanbul


1 yorum:

  1. Son zamanlarda en keyif alarak okuduğum yazı oldu. Beyninize sağlık.

    YanıtlaSil