Bu Blogda Ara
29 Eylül 2011
WOOBLE NOKTA COM (2)
28 Eylül 2011
ÖLÜ ERKEK KUŞLAR ÜLKESİ
Gün geçmiyor ki gazetelerde okumayalım bir başka kanlı vahşet. Karısını on yerinden bıçaklayıp intihar eden pek sevimli kocalar, sevgilisinin kafasına sokak ortasında kurşun sıkan delikanlılar, sevdiği kız kendisine yüz vermeyince okulunu basıp kızı kaçıran ve ardından götürdüğü gizli mekanda kıza tecavüz eden çılgın aşıklar ve daha neler neler. Aklın, hayalin almayacağı türlü işkencelere maruz kalan kadınların elim hikayeleri her gün daha bir yayılıyor, daha bir şiddetlenerek artıyor sanki. Öyle ki alışıyoruz bunlara da tıpkı terör olaylarına ya da Irak’taki, Afganistan’daki bombalara alıştığımız gibi.
Şunu belirtmekte fayda var. Pek çok şeyde de olduğu gibi sevme konusunda da ölçüyü tutturamayan bir toplumuz. Şarkılarımız, türkülerimiz bu konuda yeteri kadar kaynak sunduğu için başka noktalara bakmaya gerek bile yok. “Unutma seni benim kadar seven olmaz ki” gibisinden en naif bencilliklerden, “Bu akşam ölürüm, beni kimse tutamaz.” gibisinden en radikal sevgiler bizim bağrımızdan çıkmıştır. Mecnun Leyla’ya kavuşamazsa delirir, mecnun olur, çöllere düşer, mutlu olması mümkün değildir Leyla’sız. Aşk bizde karanlık, insanın içini kemiren yırtıcı bir sürüngendir. Öyle ki “Kara Sevda” gibi “Kara Kara” anlamına gelen bir ifadeyle anlatırız aşkımızı çoğu zaman. Oysa aşk ne karadır ne de kara olmak zorundadır. Seversin ve sevilirsin. Bunun sonucunda mutlu olursun. Seversin ve sevilmezsin. Üzülürsün ama yıkılmazsın, başkasını bulursun. Bulamazsan yalnız yaşarsın. Yalnız yaşayıp da mutlu olan milyonlarca insan var yeryüzünde. Herkesin kendisini seven birisiyle birlikte olma hürriyeti vardır. Buna saygı duyamadığımız için, sevmeyi edebi kilitlenmek olarak algıladığımız için mutsuzluklara gark oluruyoruz. Kıskançlıklarımızın temelinde de aşka olan bu yarı mistik yarı ilahi inanç var. Hayır efendim, hayır! Buda gibi diyeyim. Hayatta her şey geçicidir. Buna aşk da dahildir. İki insan arasındaki aşkı ilahi aşkın gölgesi olarak gördüğümüz içindir biraz da bu yanlış algı.
İşe böylesine umutsuz, böylesine karanlık bir noktadan başlayınca gerisinden hayır beklemek de aşırı iyimserlik olur. Erkek evlatları pohpohlarız namus konusunda. Güçlüsün sen deriz, ezmezsen ezilirsin deriz. Kadınları baskı altında tuttuğumuz kadar erkekleri baskı yapmaları konusunda baskı altında tutarız. Sonuçta erkekler de en az kadınlar kadar ezilirler. Kendilerinin güçlü oldukları yalanına öylesine inanırlar ki ne zaman bir sorunla karşılaşsalar kaba güce, kas üstünlüğüne, bağırıp çağırmaya yüklenirler. Oysa kadınlar, erken yaşlardan beri baskılar altında yetiştiklerinden olsa gerek duvarları tırmanmadan da aşmanın yolunu öğrenmişlerdir. Uzun boylu olmaya, kalın kollara sahip olmaya gerek yoktur duvarı aşmak için. Sabır ve inatla aşılmayacak engel yoktur.
Erkekler kendilerine dayatılan “sert” imgesinin içini dolduracağım diyerek hayatı, kendilerine ve sevdiklerine zindan ederken, kadınlar bu sert imgenin karanlık gölgesinde soluk alıp vermeyi öğrenmek zorundadırlar. Alışmak güçlendirir onları. Baba evinde başlayan baskı koca evinde devam eder. Nietzsche’nin “Beni öldürmeyen şey güçlendirir.” cümlesi kadınlar için söylenmiş gibidir. Doğurabilir olma gücünün yanına zifiri karanlıkta yönünü bulabilme kabiliyetini de ekleyince kadınlar daha bir korkutucu olurlar toplum tarafından şişirilen, kendi olmakla aynadaki görüntüsünü yakalamak arasında kalan ve bu arada kalmışlıkla kendilerini ve etrafındakileri yıpratan erkekler için. Sonunda modern görünümlü olmasına rağmen sırf “karizmayı çizdirmemek” için olduğundan başka görünmeye çalışan milyonlarca koyun edinir toplum. İçi dışı bir olmayan, düşündüğünü söyleyemeyen, kendisinden ve eylemlerinden korkan, “başkaları ne der” sorusunu “beni ne mutlu eder” sorusundan daha sık soran milyonlarca fert olamayan insan patlamaya hazır bir bombadan başka bir şey değildir. Bu yüzdendir hergün okuduğumuz o eli kanlı ama ruhları zayıf erkeklerin haberleri. Bu yüzdendir iletişimsizlikten yok olan canlar, o canların arkada bıraktığı masum çocuklar.
Sevdiği için sevdiğini öldürür erkekler. Sevdiğini öldürdüğü için de sevmediğini kanıtlar sevdiğine ve dünyaya. Kadını bir mal olarak gören, erkeği bu malı gütmek zorunda bırakılmış bir çoban olarak varsayan anlayıştan sıyrılmadığımız sürece de namus cinayetlerimiz devam edecektir. Tabii, erkekleri şişme bebekler gibi büyütüp başa bela eden anneleri unutmamak gerekir. “Ben çektim gelinim de çekecek.” diye dayatan kaynanaların rolü anımsanamaz erkeklerin aşırılıklarında. Toplum en büyük canidir ve onu tedavi etmenin tek yolu eğitimdir. Sadece kadını özgürleştirmekle olmaz. Erkeğin de özgürleşmesi, kendisine sunulan şovenizm zincirlerinden kurtulması gerekmektedir.
Yazının başlığını İnci Aral’ın “Ölü Erkek Kuşlar” adlı romanından devşirdim. Roman kahramanlarından Onur’un çizdiği ölü erkek kuşların sayısı azalacağına artıyor yıllar geçtikçe. Daha bir mutsuz, daha bir umutsuz oluyoruz sanki. Temennimiz toplum olarak bilinçlenebileceğimiz bir noktaya doğru yönelmemiz ve kuşların, erkek ve kadın ayrımı olmaksızın, özgürce kanat çırpabileceği göklere bir an önce kavuşabilmeleri...
24 Eylül 2011
WOOBLE NOKTA COM (1)
22 Eylül 2011
Yazamamak Üzerine
Son bir aydır yazamadım. Yazmadım demiyorum çünkü yazabilseydim mutlaka bir şeyler üretir, bir yerlere de üç beş satır çiziktirirdim. Yazmanın her şeyden önce zihinsel bir eylem olması pek çok insanı şaşırtan, yazmayı hiç denememiş insanların kafasını kurcalayan bir durumdur. İnsan yazmaya zihninde başlar. Pek çok zaman yazılacak makalenin, şiirin ya da öykünün ilk cümleleri, ilk sözcükleri alâkasız bir iş yaparken gelir yazarın aklına. Spor yaparken, traş olurken, yemek yerken, çok sevgili bir dostla muhabbet ederken düşer tohum toprağa.
Yalnız başına tohum anlamsızdır, bir hiçtir haşin doğa kanunlarının karşısında, çürümeye ve yok olmaya mahkûmdur. Su ister, hava ister, gübre ister, hayata karşı yenilmemek, daha başlamadan mağlup olmamak için cesaret ister. Yazarın rolü de tam bu noktada başlar. Yoksa “Benim hayatım roman, bir anlatsam çoksatanlar listesine girer.” diyen tamirci Hüsamettin usta’nın aklına düşen ilk tohumlarla, romanları milyonlar tarafından okunan ünlü romancı Orhan Pamuk’un aklına düşen o ilk hikaye tomurcukları arasında özde bir fark yoktur. Herkesin anlatacağı bir hikayesi, başkalarının dikkatini çekmeyi başaracak ilginç serüvenleri olmuştur hayatta. Zaten sıradan insanların sıradışı hayatları olmasaydı ne roman sanatı olurdu ne de sinema. Yazarı ya da genel anlamda sanatçıyı farklı yapan şey rahme düşen o ilk tohumu beslemek, onu büyütmek, ona gözü gibi, bebeği gibi bakmak, doğum gerçekleşene kadar diken üstünde kuluçkaya yatmış tavuk gibi tedbirli ve tedirgin olmaktır.
Yanlış anlaşılmak istemem. Öz olarak Hüsamettin ustanın yaptığı işle Orhan Pamuk’un yaptıkları arasında fark yoktur. Hüsamettin usta da kendisine getirilen arabanın üzerine titrer, ince çekiç darbeleriyle eğer, büker, düzeltir. Onun işi de ciddi anlamda bir yetenek ve yoğunlaşma gerektiren bir iştir. Birini diğerinden üstün görmek insanın toplumdaki rolünü inkar etmektir. Hüsamettin ustanın neden iyi bir yazar olmayacağı gerçeğiyle Orhan Pamuk’un neden iyi bir kaportacı olmayacağı gerçeğidir dikkati çekmek istediğim nokta. Bu noktaya ulaşmış olmak aslında bizi ortak bir paydaya, insanların ilk bakışta görmek istemeyecekleri, gördüklerinde inanmak istemeyecekleri bir sonuca götürür.
Evet, yazmak da bir eylemdir. Tıpkı çay yapmak, çivi çakmak ya da araba tamir etmek gibi fiziksel bir eylem. Nasıl bir fiziksel eylemde yeteneklerimizi geliştirmek için pratik şarttır, yazmada da pratik şarttır. Bunun yanında tutku, inat ve inanç gerekir ki bunlar da yazmaya has şeyler değildir. Bir sepetçi de yaptığı işi severek, tutkuyla yaptığı sürece işinde başarılı ve yaratıcı olabilir. Yaratıcılığın bir numaralı itici gücü içeriden gelen motivasyondur. Yalnız bu motivasyon öyle sanıldığı gibi gökyüzünden zenbille inmez, insanın içinde mucizevi bir şekilde de doğmaz. Toplumsal ve kişisel tarihin üzerine insanın çabası eklenince doğar ve ortaya çıkar sanatçının yaratıcı ruhu. Bir yazar da belki okuduklarından belki yaşadıklarından etkilenerek başlar ilk cümelerini kurmaya. Yazdıkça tutkusu artar, tutkusu arttıkça daha çok yazmak ister. O ilk cümleler kafasında şekillenmeye başladığında ister dışarıdan olsun, ister içeriden, gereken desteği bulamazsa, Aralık ayında toprağa düşen tohum gibi çürür gider o düşünceler. Varlığıyla yokluğu arasında fark olmaz.
Bu yazıyı yazmamın nedeni de kişisel sorunlarımdan dolayı içine düştüğüm tenbellik döngüsünden kurtulmaktır. Hepimizin başına gelir böyle zamanlar, hayatın büyüklüğü ve içinde sakladığı sürprizler karşısında aciz kaldığımız zamanlar, elimizin ayağımızın bizim emirlerimize itaat etmedikleri anlar. Yazarlar hayatın dertlerine karşı bağışıklık kazanmış bireyler değildir ki onlardan olağanüstü gatretler bekleyelim. Ölümün, ayrılığın, kaybolan dostların, kalp kırıklıklarının ve uzaklara duyulan özlemin susturmayacağı insan var mıdır ki yazar susmasın, şöyle bir durup düşünmesin, hayatın muhasabesini yapmasın, silkinmesin? Hayat zorsa herkese zordur. Bu zorluktan nasibini alır dilencisi de iş adamı da. Yazarın sorunu yaratmadığı süre içerisinde acı çekiyor olmasıdır, suçluluk hissetmesidir, kendisine ve kendisinden bir şeyler bekleyen okuyuculara karşı.
Bu yazıyı niye yazdım, yazmamışlığımı haklı çıkarmak, kendimi zeytin yağı gibi üste çıkarmak için mi? Hayır, bu yazıyı iki sebepten ötürü yazdım:
Birincisi bir aydır içine düştüğüm kısır döngüden kurtulmak için yazdım. Bu döngünün kişisel olması, sorunların kısmen de olsa devam ediyor olması benim yazmamı engellememeli dediğim ve bunu kendime kanıtlamak istediğim için yazdım.
İkinci neden ise çok daha önemli. Yazmanın fiziksel bir eylem olduğunu, yazmak için gereken şeyin inat ve tutku olduğunu ortaya koymak ve bu gerçeği paylaşmak için yazdım. Ne dün gece yatağa girerken ne de sabah uyandığımda bu konuda yazmak vardı aklımda. Her şey bir anda dökülüverdi kağıda, bir kaza gibi adeta, plansız başlayan ama planlı ve bilinçli bir şekilde örülen bir halı deseni gibi.
İlerki günlerde aksatmadan yazabilmek ümidiyle...
06 Eylül 2011
Soaking Wet
I am soaking wet from head to toe.
Climbing the stairs slowly, while looking back.
I am soaking wet from head to toe.
I remember her call, not sure whether it was a dream or not.
It is raining crazy outside.
Letting my body free fall to the floor.
I am soaking wet from head to toe.
I knew it from the trembling of your hands.
The rain drops ooze through my clothes, not easing for a second.
Are those pouring out from your tongue also wet?
I am soaking wet from head to toe.
Leave me to the wind, leave me to the temporary vermilion of the horizon.
Dew too should be considered as rain.
Whichever direction you open your hands to, whichever face you shout to
I am soaking wet from head to toe.
From one ladder to another, this is life… In between we see the plains…
It is obvious that this coat is good-for-nothing.
Where do you find all these words one after the another?
I am soaking wet from head to toe.
They get on the bus, they walk… People who are tired of yesterday, from the day before yesterday, from the previous week…
My forehead is once more wet … I got perspiration.
The caterpillars will make slapdash noises again.
I am soaking wet from head to toe.
Think of the children going to school… Everywhere is dark…
Think of how they will get dry, when, the books and notebooks soaked with the rain water.
It bends and curves in the fire, the rubber boots of the class.
I am soaking wet from head to toe.
Which side are you talking about, which side?.. I cannot find it where I put them.
To your wet eyelashes, to your protective eyebrows, to your hands rushing to the puddles
Is it because you, I and our hands are soaking wet
the entire universe is soaking wet?
Written by Ulaş Başar Gezgin (2005)
Translated into English by Ali Rıza Arıcan (6th September 2011)
The original poem can be found here or you can simply read it below.
SIRILSIKLAM
Hava karanlık, hiçbir şey yok yıldız namına...
Üstüm başım sırılsıklam...
Çıkıyorum merdivenlerden ağır ağır, arkama bakarak...
Üstüm başım sırılsıklam...
Hayal meyal hatırlıyorum çağırışını...
Yağmur yağıyor bardaktan boşanırcasına...
Yere bırakıyorum kendimi hemen...
Üstüm başım sırılsıklam...
Ellerinin titreyişinden anlıyorum...
Yağmur içe işlemede, geri durmamada bir an olsun...
Bir hayli ıslak mı ne, ağzından dökülenler...
Üstüm başım sırılsıklam...
Beni rüzgara bırak, beni ufkun her gün geçip giden kızıllığına...
Çiğ de bir tür yağmur sayılmalıdır...
Ne yana açsan avucunu, hangi yüze haykırsan,
Üstüm başım sırılsıklam...
Bir merdivenden bir başkasına... Hayat bu işte... Arada düzlükler...
Paltonun işe yaramadığı ortadadır...
Bunca sözcüğü, ard arda bulmadasın sen, nereden?..
Üstüm başım sırılsıklam...
Otobüse biniyor, yürüyorlar, dünden, evvelsi günden, geçen haftadan yorgun insanlar...
Alnımda yine ıslaklık... Terlemişim...
Savruk sesler çıkaracak bugün yine, iş makinaları...
Üstüm başım sırılsıklam...
Okula giden küçükleri düşün... Her yer karanlık...
Düşün, nasıl kuruyacak, ne vakit, yağmur suyu almış defter ve kitap...
Eğilir bükülür ateşte, lastik çizmeleri sınıfın...
Üstüm başım sırılsıklam...
"O yan" dediğin ne yan?.. Bulamıyorum bıraktığım yerde,
Islak kirpiklerini, korugan kaşlarını, seğirişini ellerinin, su birikintilerine...
Sen, ben, ellerimiz sırılsıklam diye midir ki,
Bütün dünya sırılsıklam?..
Ulaş Başar Gezgin