Bu Blogda Ara

21 Haziran 2007

Tayland Günleri - 3. Gün

3. Gün – Pazartesi

Üçüncü günün sabahında tatilde olmanın tadına biraz daha varacağımı biliyordum. En azından köyden uzaklaşıp, J ile birlikte birkaç gün kalmak için gideceğimiz bir yer vardı üçüncü günde. Planlarımıza göre gidilecek yer Kao Ko’daki dağ otellerinden birisiydi. Kao Ko, Petçaburi’ye bağlı bir ilçe. Yüksekte olduğu için Tayland’ın “İsviçre”si diyorlar. Sabah kahvaltıdan hemen sonra yola koyulduk. Tokcay her zamanki gibi bizi köy yolunun sonuna kadar takip etti. Ben anayola çıkıp arabayı ivmelendirince, baktı yetişemeyecek, olduğu yerde durdu ve havlamaya başladı. Hep merak etmişimdir köpekleri insanlara bu derece bağlayan güçlü bağın arkasında yatan nedeni. Virajı alıp köy okulunun yeşil duvarını aynadan sildiğimiz anda aynanın bir köşesinde Tokcay’ı geri dönmüş, okula doğru gidiyorken gördüm. Gideceği yeri çok iyi biliyordu!

Tayland’da olmanın güzel yanlarından birisi de bakımlı ve boş yollarda araba kullanabilmek. Vietnam’ın motorsiklet bağımlı trafiğinden sonra burada araba kullanmak tam bir keyif. Hem sürücüler birbirlerine daha saygılı Tayland’da. Kimse kimseye kırmızı ışıkta beklediği için korna çalmıyor, kimse arkadan hızla gelip öndeki aracın kıçına girmiyor. Yolların temiz ve bakımlı olması ayrı bir güzellik tabii! İki tarafı da pirinç tarlaları ile çevrelenmiş uzun yollarda ilerlerken insan ister istemez bir nehirde suyla birlikte akıyormuş duygusuna kapılıyor. Bazen öyle oluyor ki yol birkaç kilometre boyunca tek bir kıvrıma uğramadan, cetvelle çizilmiş gibi uzayıp gidiyor. Bu durumda sürücünün yola hakimiyetini yitirmemesi için ayrıyeten çaba sarf etmesi şart tabii! Arabanın kliması çalışsa bile sıcak insanı çabucak uyuşturuyor. Aynı yollardan, aynı köprülerden, aynı kasabalardan ve aynı tarlalardan bir bir geçerken insanın kendisini çölde yol almadığına inandırması da ayrı bir zorluk. Çünkü yol boyunca gördüğüm her yer ya daha önce gördüğüm yerin bir kopyesi ya da bir sonra göreceğim yerin. Bu durumda benim için sadece yanımda oturan J’nin yönlendirmesine itaat etmek düşüyor. Çünkü ben sadece sürüyorum. O komutları veriyor. Birimiz akıl, diğerimiz beden. Ya da Plato’nun örneğini verirsek: Birimiz araba, diğerimiz at!

Yolun bazı kesimlerinde iki taraftan da yolun ortasına doğru eğilmiş ağaçların meydana getirdiği gölgelikler kesinlikle görmeye değerdi. Sanki üzeri yapraklarla örülmüş dev bir tünelden geçiyorduk. Ağaçlar birbirlerine kavuşmak istiyormuş gibi arzu ile yolun ortasına doğru eğilmişlerdi. Yukarılarda yapraklar birbirlerine kavuşmuşlar, aradan geçip aşıkları ayıran yola inat hedeflerine ulaşmış olmanın sarhoşluğuyla sarmaş dolaş olmuşlardı. Hafif hafif esen rüzgarın etkisiyle sallanan yaprakların dev gölgeleri yol üzerinde dans eden sincaplar gibi kıpır kıpır oynaşıyorlardı. Hele bir de az ilerde keskin bir viraj varsa bu durumda tünelin ağzı kapalı gibi göründüğü için güzellik ikiye katlanıyordu. Kapalı bir kutuda, sonunu bilerek yol almak gibi bir şeydi duyumsadığım. Sonumu, yani gölgelerin bittiği yerde biten yolculuğumu, virajın arkasında kalan ama kaynağı bilinmeyen ışığımı... Hüzmeler halinde yola düşen ışınlar daha bir fark edilir oluyorlar. Orada, yolu sonunda bizi bekleyen huzur dolu akşama bir an önce kavuşabilmek için arabayı daha hızlı sürüyorum. Ulusal parkı geçtikten sonra çok gitmiyoruz. Yol kenarındaki ilana bakıp, kocaman beyaz konukevlerinin olduğu bir tatilköyüne giriyoruz.

İlk gittiğimiz yerde muhatap olacak birilerini bulamıyoruz. Çok güzel, bakımlı ve alımlı evler yapmışlar ama o evlere bakan birilerini koymayı unutmuşlar. Cennet olamayacak kadar sessiz. Ortalıkta kimsecikler yok. Ya da var ama biz bulamıyoruz. Bir süre tatilköyünün bilgi alma merkezini aradık ama onu da bulamayınca hayal kırıklığına uğramış bir şekilde vaz geçip gerisin geriye dönüyoruz. Ana kapıdan çıkıp yol üzerindeki bir oku takip ediyoruz. Yoldan iki kilometre kadar içeride Kao Ko Vadisine ulaşıyoruz. Kuş sesleri, bilimum böcekler, aşağıda çamur renginde ufak bir gölcük... Yüzmek için yapılmış havuzlarda su yok. Cennetten bir parça gibi burası ama suyu bulanık. En azından ses var. Ses, yani hayat! Doğal değil, yapay! Her şey düzenlenmiş, temizlenmiş ve insanın hizmetine sunulmuş. Bir konukevine yerleşiyoruz. Etrafta bizden başka tatilci görünmüyor. Ya koca tatilköyünde yalnızız ya da diğer müşteriler gündüzlerini gezerek geçiriyorlar.

Eşyaları odaya koyup etrafta kısa bir yürüyüşe çıkıyoruz. Salnıcaklarda sallanıp, tahtirevalliye biniyoruz küçük çocuklar gibi. Öğlen yemeği için yukarıdaki lokantaya çıkıyoruz. İn cin top oynuyor etrafta. Zaten birisinin bizi fark edip ne istediğimizi sormasını beklemiyoruz. J lokantanın mutfağına gidip, orada bulduğu kişilere yemekleri söylüyor. Yemekten sonra henüz akşama vakit olduğu için arabayla gezmeye çıkalım diyoruz. Plânlarımıza göre Kao Ko’nun merkezine gidip hem bilgisayar için bir priz bakacağız hem de 1961’de çatışmalarda öldürülen devrimci gençler için dikilen anıtı ziyaret edeceğiz. Ana yola çıktıktan az sonra sola dönüyoruz. Daha dar denilebilecek, Tayland’da görmeye pek alışık olmadığım türden inişli-çıkışlı bir yol bizi dağların arasına, önlerinde tavuklarla bebeklerin birbirini kovaladığı evlere, ağır ağır yokuş çıkan motorsikletlere götürüyor. Aradığımız prizi bulamıyoruz. Kao Ko’nun merkezine gitmekten de vazgeçip, yolun solunda gördüğümüz “Kao Ko International Library” tabelasını takibe başlıyoruz. Dağın başında, hiçbir yabancı turistin olmadığı bir yerde neden uluslararası bir kütüphanenin kurulduğunu anlamak zor tabii! Gerçi bunu halen bilmiyorum. Kütüphanenin önünde havlayan köpeği atlatıp içeriye giriyoruz. Serin ve geniş bir mekan. Pek kitap yok! Kütüphanenin uluslararası olarak adlandırılmasının tek nedeni rafların farklı ülkelere göre sınıflandırılmış olmaları. Bir rafta Kore hakkında kitapları bulabiliyorsunuz ve bir başkasında Mısır ve Yunanistan... Türkiye’nin de içinde olduğu dolapta Topkapı Sarayı ve İstanbul üzerine birer kitap görüyorum. Bu arada iki küçük köpek sahiplerini kaybettikleri için kapının ağzında havlayıp duruyorlar. Kütüphanede fazla zaman harcamadan şehitliğe gitmek için yola koyuluyoruz.

Arabayı sürekli yokuşa sürdüğümüz için bir aksilik çıkacak diye biraz korkuyorum. Otomatik vitesli arabaların yokuşlara pek dayanamadığını duymuştum. Ne kadar doğru bilemiyorum! Ağır ağır çıkıyoruz dağın zirvesine. Aşağılardan hiç de görülmeyen dev bir anıtı karşımızda buluyoruz. Orada anlıyorum ki bu anıt komünist gerillalarla çatışırken şehit edilen polisler ve askerler için dikilmiş. Yani benim düşündüğümün tam tersine. J anıtın içine girip, köşelerdeki Buda heykellerine “vay” yapıyor. Dağın zirvesinde olduğumuz için manzara alabildiğine güzeldi. Her tarafımız yemyeşil dağlar ve vadilerle çevriliydi. Güneşin batımına az kalmıştı. Aşağıya karanlıkta inmek zorunda kalmak beni korkutmasaydı güneşin batışını beklerdim ama risk alacak durumda değildim. Bir iki fotoğraf çektirip inişe geçtik. Geldiğimiz yollardan geriye dönüp, yarım saat içinde konukevine vardık. Ben bir süre kitap okudum. J televizyon izlemeye başladı. Sanki tüm o yokuşları arabayla değil de yürüyerek çıkmışım gibi üzerimde ağır bir yorgunluk belirdi. J’nin “kalk, banyo yap da öyle yat” demelerini kulak ardı ettiğimi, gözlerimi kapatıp, a her zamanki davetkâr lacivertliğe bedenimi salıverdiğimi azçok hatırlıyorum. Bir de gürültü ile çalışmaya başlayan buzdolabını ve J’nin kıllık olsun diye kapatmadığı ışığı... Bunlar bile beni durdurmadı! Sonrasında sabah oldu!!!

1 yorum:

  1. Adsız9:59 ÖÖ

    Sawatdee kha, Ali :)
    If you still remember your old friend from Chiang Mai University, at Rotaract Club, it's me. :D Glad you are very happy with life there in Vietnam. I like your blog and thanks for this nice blog. Chok-dee lae mee khawm-suk maak maak kha :)

    YanıtlaSil