9 Haziran 2007 – 09:02 – Ho Çi Min Kenti, Havaalanı
Havaalanındayım. Ho Çi Min Kenti gibi dev bir yerleşim merkezi için küçük sayılacak bir havaalanı burası. Bulabildiğim tek kafeye daldım. Kablosuz internet yok. Ya da var ama yeterli değil. Yan taraftaki duvarda ‘Internet ve Game Centre’ yazıyor. Kafenin yanına internet erişimi için bilgisayarlar koyan işinsanı zihniyeti doğal olarak kablosuz internete izin vermemiştir. Uçağım 10:30’da. Saat 10’a kadar burada oyalanmak istiyorum. Dün çok yoğun geçti. Birbirinden farklı ve alışık olmadığım işleri tek bir güne sığdırmak beni hep yormuştur. Okulda işler sandığımdan çok daha uzun sürdü. Hanoi’daki iki öğretmenle aramızdaki iletişimi hızlandırmak için doğrudan telefonlarına SMS gönderiyorum. Yine de işler umduğum gibi hızlı ilerlemiyor. Sanırım en büyük sorun, hiçbir şeyi kaçırmış olmamak için yazdığım uzun iletileri sonuna kadar okumuyor olmaları. Aynı şeyleri sürekli soruyorlar. Bu yüzden yanlış sınavı verdiler öğrencilerine. Hem bir de gülüyor telefonda. Kitaptaki t-tablosundaki yanlış için bile beni arayıp, ne yapacaklarını soruyorlar. Oysa ben bu okula ilk geldiğimde hemen her işimi kendim halletmiştim. Bir patrona ihtiyaç hissetmeden çalışabilmek güzel bir meziyet...
Okuldayken üzücü bir haberle sarsıldık. Koreli bir öğrenci motorsiklet kazasında ölmüş. Hemen Öğrenci Kayıt Sistemine girip öğrencinin resmine baktım. Hemen her gün öğrenci kafeteryasında gördüğüm bir yüzdü. Gencecik, gözleri pırıl pırıl... Bakışlarında bir derinlik yok çünkü bakışlarını derinleştirecek kadar uzun yaşamamış. Sadece bakıyor! Belki resmi çektikten sonra ne yapacağını düşünüyordu: Hangi sinemaya gidecekti, hangi arkadaşıyla buluşacaktı, hangi derse çalışacaktı... Acaba nasıl bir dikkatsizlikle kaybetti yaşamını? Motor bu! Kaza yaptığın anda affetmiyor. Başını bir yere çarpsan, karşıdan gelen arabanın önüne yuvarlansan, sinyal vermeden dönmeye çalışan bir arabaya çarpsan! Hepsi aynı! Kaskın yoksa ve kaza anında yavaş gitmiyorsan kurtulma olasılığın oldukça düşük. İlginçtir! Şimdiye kadar bu bölgede beş farklı okulda çalıştım. Bu okulların dördünde dört öğrenci motor kazasında öldü. Çany May’daki Vatcharapong adındaki öğrencim sarhoş sürdüğü motorda virajı alamayınca düşmüş, kafasını köprünün demirlerine çarpmıştı. Oysa üniversiteye yeni başlamıştı... Rayong’da bir kız öğrenci bir yandan telefonda konuşurken bir yandan da motor kullandığı için nereden geldiği bilinmeyen bir kamyonete çarpmıştı. O da anında ölmüştü... Sarasas’ta çalışırken ölen öğrenciyi tanımıyordum. Sadece öldü haberini duymuştum. Tek bir kelimeyle ifade ediliyordu artık. Geri dönüşü olmayan bir yolda başka bir kelimeye ihtiyacı olmayacaktı. Dün ölen öğrenciyi de ara sıra koridorlarda, kafetaryada görürdüm. Sürekli diğer Koreli öğrencilerle bir masada oturan, popüler denilebilecek bir gençti. Okulda beşinci dönemindeymiş. İstatistik dersini ben bu okulda çalışmaya başlamadan önceki dönem almış. Yani beni bir dönemliğine ıskalamış, ya da ben onu... Böyle olaylarda insan düşünmeden edemiyor... Hani şu ‘kelebek etkisi’ dedikleri olay. Acaba diyorum! Bir dönem önce gelseydim, bu öğrenciye İstatistiği ben öğretmiş olsaydım, değişen bir şey olur muydu? Kesişen hayatların birbirlerine olan etkilerini ölçmeye yarayan bir denklem var mı? Varsa bile milyonlarca değişkeni olacağı kesin... Benim o denklemde ne kadarlık bir katsayım olabilir. Ve bu katsayı ile sonucu ne kadar etkileyebilirim?
Okuldan çıkınca alışveriş yapmaya gittim. J’nin istediği oyuncak bebeği aldım. Sarı Ao Yay giymiş oyuncak bebek. O kadar şirin ki yaşımdan utanmasam bir tane de kendime alacaktım. Başında Vietnam’lıların giydikleri türden konik şapka, bir elinde çiçek sepeti... Simsiyah, omuzlarından azıcık aşağıya kadar inen saçlarına ufak bir de pembe gül takmış. İnce ve uzun! Kısacası ideal bir Asyalı kız! Hanım hanımcık, geleneklerine bağlı, duruşunda ve başını dik tutuşunda bir gurur var. Oyuncağı yapan ustanın gönlünde yatan kız olsa gerek bu bebek! Ya da yaşlı birisi ise gönlünde yatan gelini olmalı. J neden böyle bir oyuncak istedi tam olarak bilmiyorum. Sanırım yeğenine verecek. Ya da bu tio işlerle uğraşan halasına. Oyuncağı aldıktan sonra J’ye ufak bir hediye aldım. Bunca zaman ayrılıktan sonra ufak bir hediye buzları çözmeye yetecektir. Sonra da bir lokantaya gidip erken akşam yemeği yedim. Yemekten sonra vakit olduğu için kitap okumaya devam ettim. Romanın sonlarına yaklaşırken Dick North’un öldüğünü öğrendim. Vietnam’ın tek kollu gazisi, ekmeği çift ellilerden daha iyi dilimleyebilen, düzen ve tertibin temsilcisi, iyi aşçı Dick bir trafik kazasına kurban gitmişti. Aklıma ister istemez sabah ölüm haberini aldığım Koreli öğrenci geldi. Roman boyunca tüm olayların bir şekilde birbirine bağlanması ve tüm ölümlerin neden-sonuç bağlamında bulmacanın parçaları gibi birbirine uyum sağlaması beni romandaki kahramanın ölümü ile Koreli öğrencinin ölümü hakkında düşünmeye zorladı. Ben Dick North’u da sevmiştim. Ondaki ağırbaşlılığı, bir kadına olan bağlılığını, masasında uçları özenle sivriltilmiş beş kurşun kalemi bulundurmasını, roman anlatıcısının hayatında yediği en güzel sandviçleri hazırlayabiliyor olmasını sevmiştim. Hemen hemen bende pek az bulunan meziyetler...
Ardından da Inspector’s Call adlı oyuna gittim. Oyuna giderken amaçlarımdan birisi de Vietnam’da yaşayan, sanat ve edebiyatla ilgilenen İngilizce konuşabilen yabancılarla tanışabilmekti. Oysa her ne kadar bu amaçla gidiyor olsam da gittiğim zaman insanlarla tanışamıyorum. Yine kitabım ve ben! Tiyatro salonunun bir köşesinde oturdum ve oyun başlayana kadar okudum. Oysa salonun dışında insanlar fıkır fıkır konuşuyorlardı. Bir ara dışarı çıktım. Panolardaki ilanlara baktım. Bir tanesi Vietnam’da yaşayan İngiliz bir yazarın kitabıydı. Daha önce bir romanı yayınlanmış, şimdi de öykü kitabı çıkarmış. Uzun sarı saçlarıyla karizmatik bir görüntüsü var yazarın. Kitapları üzerine Guardian’da ve Observer’da yayınlanan eleştirileri okudum. Anlaşılan derin bir yazar. Panonun yanındaki bayana kitabı nasıl elde edebileceğimi sordum. Gruba elmek atmamı söyledi. Tamam anlamında başımı sallayıp tekrar salon girdim. Girişteki bayana laf olsun diye ‘Siz Taylandlıya benziyorsunuz, Taylandlı mısınız?’ diye sordum. Kız soruya hiç şaşırmamış gibi görünerek, ‘Hayır ama beni Taylandlıya benzeten ilk kişi siz değilsiniz’ dedi. Bunu söylerken bile bir Taylandlı gibi gülümsüyordu. Nereli olduğunu sormadım. Yüzündeki makyajın onu Taylandlı kadınlara benzettiğini de söylemedim? Hiç tanımadığım bir kadına durduk yere makyajından söz etmek herhalde pek de hoş bir davranış olmazdı.
Oyun güzeldi. Sonundaki hafif ‘twist’ izleyiciyi masumiyet konusunda ciddi bir sorgulamaya sürüklüyor. Bugüne kadar yaptığımız yanlışlardan dolayı kimse zarar görmemişse bu bizi masum yapar mı? İşin tuhaf yanı bu oyun da beni okuduğum kitabın konusuna götürdü. Hepimiz birbirimizle bağlıyız, birbirimizden sorumluyuz. Sheepman’in dediği gibi ‘Dance, Dance and Dance’. Yaptığımız her hareket, verdiğimiz her karar, ister istemez dünyanın bir yerinde, hiç tanımadığımız insanların hayatlarını etkileyebilir. Tıpkı Brad Pitt’in oynadığı ‘Babel’ filminde olduğu gibi. Japon bir turistin av sonrası tüfeğini bir Tunusluya vermesi Meksika’dan Amerika’ya göçmüş ve yıllardır kaçak olarak çocuk bakıcılığı yapan bir kadının Meksikaya geri gönderilmesine neden olabilir. Kullandığımız arabanın egzozundan çıkan gaz okyanusun ortasındaki bir adada kendi yetiştirdikleri ürünleri yiyerek yaşayan halkın topraklarını yükselen deniz suyunun altında bırakıyorsa hiçbirimiz ya da yaptığımız hiçbir hareket masum değildir.
Eve döndüğümde saat 10’a geliyordu. Sabah saat 6’da başlayan gün henüz bitmemişti. Bavulları hazırlamam gerekiyordu. Günlerdir ertelediğim işi sonunda yapmak zorundaydım. Televizyonu açtım. Bir yandan Nadal’ın maçını izlerken bir yandan elbiseleri bavula doldurdum. Yola çıkmadan önce son bir defa daha elmekleri okumak için internete bağlandım. M.’in sabah gönderdiği elmeğe yanıt yazmak istedim ama Derya google talk’da çevirimiçiydi. Kitabımın matbaadan çıktığını, Pazartesi günü eline ulaşacağını söyledi. Bu durumda Ulaş Bangkok’a gelirken benim kitabımı getiremeyecekti. Dolayısıyla eğer abim kitapları gelecek hafta postaya verirse ben kitabımı en geç bir ay içinde görebilecektim. Kendimi kışladayken çocuğu olduğunu öğrenen asker gibi hissettim o anda. Çok fazla düşünmeden bilgisayarı kapattım ve kendimi yatağa attım. Ertesi gün de uzun ve yorucu olacaktı. Saat 12’ye doğru, kitabıma kavuşup, sayfalarını karıştıracağım günü hayal ederek uykuya daldım.
Havaalanındayım. Ho Çi Min Kenti gibi dev bir yerleşim merkezi için küçük sayılacak bir havaalanı burası. Bulabildiğim tek kafeye daldım. Kablosuz internet yok. Ya da var ama yeterli değil. Yan taraftaki duvarda ‘Internet ve Game Centre’ yazıyor. Kafenin yanına internet erişimi için bilgisayarlar koyan işinsanı zihniyeti doğal olarak kablosuz internete izin vermemiştir. Uçağım 10:30’da. Saat 10’a kadar burada oyalanmak istiyorum. Dün çok yoğun geçti. Birbirinden farklı ve alışık olmadığım işleri tek bir güne sığdırmak beni hep yormuştur. Okulda işler sandığımdan çok daha uzun sürdü. Hanoi’daki iki öğretmenle aramızdaki iletişimi hızlandırmak için doğrudan telefonlarına SMS gönderiyorum. Yine de işler umduğum gibi hızlı ilerlemiyor. Sanırım en büyük sorun, hiçbir şeyi kaçırmış olmamak için yazdığım uzun iletileri sonuna kadar okumuyor olmaları. Aynı şeyleri sürekli soruyorlar. Bu yüzden yanlış sınavı verdiler öğrencilerine. Hem bir de gülüyor telefonda. Kitaptaki t-tablosundaki yanlış için bile beni arayıp, ne yapacaklarını soruyorlar. Oysa ben bu okula ilk geldiğimde hemen her işimi kendim halletmiştim. Bir patrona ihtiyaç hissetmeden çalışabilmek güzel bir meziyet...
Okuldayken üzücü bir haberle sarsıldık. Koreli bir öğrenci motorsiklet kazasında ölmüş. Hemen Öğrenci Kayıt Sistemine girip öğrencinin resmine baktım. Hemen her gün öğrenci kafeteryasında gördüğüm bir yüzdü. Gencecik, gözleri pırıl pırıl... Bakışlarında bir derinlik yok çünkü bakışlarını derinleştirecek kadar uzun yaşamamış. Sadece bakıyor! Belki resmi çektikten sonra ne yapacağını düşünüyordu: Hangi sinemaya gidecekti, hangi arkadaşıyla buluşacaktı, hangi derse çalışacaktı... Acaba nasıl bir dikkatsizlikle kaybetti yaşamını? Motor bu! Kaza yaptığın anda affetmiyor. Başını bir yere çarpsan, karşıdan gelen arabanın önüne yuvarlansan, sinyal vermeden dönmeye çalışan bir arabaya çarpsan! Hepsi aynı! Kaskın yoksa ve kaza anında yavaş gitmiyorsan kurtulma olasılığın oldukça düşük. İlginçtir! Şimdiye kadar bu bölgede beş farklı okulda çalıştım. Bu okulların dördünde dört öğrenci motor kazasında öldü. Çany May’daki Vatcharapong adındaki öğrencim sarhoş sürdüğü motorda virajı alamayınca düşmüş, kafasını köprünün demirlerine çarpmıştı. Oysa üniversiteye yeni başlamıştı... Rayong’da bir kız öğrenci bir yandan telefonda konuşurken bir yandan da motor kullandığı için nereden geldiği bilinmeyen bir kamyonete çarpmıştı. O da anında ölmüştü... Sarasas’ta çalışırken ölen öğrenciyi tanımıyordum. Sadece öldü haberini duymuştum. Tek bir kelimeyle ifade ediliyordu artık. Geri dönüşü olmayan bir yolda başka bir kelimeye ihtiyacı olmayacaktı. Dün ölen öğrenciyi de ara sıra koridorlarda, kafetaryada görürdüm. Sürekli diğer Koreli öğrencilerle bir masada oturan, popüler denilebilecek bir gençti. Okulda beşinci dönemindeymiş. İstatistik dersini ben bu okulda çalışmaya başlamadan önceki dönem almış. Yani beni bir dönemliğine ıskalamış, ya da ben onu... Böyle olaylarda insan düşünmeden edemiyor... Hani şu ‘kelebek etkisi’ dedikleri olay. Acaba diyorum! Bir dönem önce gelseydim, bu öğrenciye İstatistiği ben öğretmiş olsaydım, değişen bir şey olur muydu? Kesişen hayatların birbirlerine olan etkilerini ölçmeye yarayan bir denklem var mı? Varsa bile milyonlarca değişkeni olacağı kesin... Benim o denklemde ne kadarlık bir katsayım olabilir. Ve bu katsayı ile sonucu ne kadar etkileyebilirim?
Okuldan çıkınca alışveriş yapmaya gittim. J’nin istediği oyuncak bebeği aldım. Sarı Ao Yay giymiş oyuncak bebek. O kadar şirin ki yaşımdan utanmasam bir tane de kendime alacaktım. Başında Vietnam’lıların giydikleri türden konik şapka, bir elinde çiçek sepeti... Simsiyah, omuzlarından azıcık aşağıya kadar inen saçlarına ufak bir de pembe gül takmış. İnce ve uzun! Kısacası ideal bir Asyalı kız! Hanım hanımcık, geleneklerine bağlı, duruşunda ve başını dik tutuşunda bir gurur var. Oyuncağı yapan ustanın gönlünde yatan kız olsa gerek bu bebek! Ya da yaşlı birisi ise gönlünde yatan gelini olmalı. J neden böyle bir oyuncak istedi tam olarak bilmiyorum. Sanırım yeğenine verecek. Ya da bu tio işlerle uğraşan halasına. Oyuncağı aldıktan sonra J’ye ufak bir hediye aldım. Bunca zaman ayrılıktan sonra ufak bir hediye buzları çözmeye yetecektir. Sonra da bir lokantaya gidip erken akşam yemeği yedim. Yemekten sonra vakit olduğu için kitap okumaya devam ettim. Romanın sonlarına yaklaşırken Dick North’un öldüğünü öğrendim. Vietnam’ın tek kollu gazisi, ekmeği çift ellilerden daha iyi dilimleyebilen, düzen ve tertibin temsilcisi, iyi aşçı Dick bir trafik kazasına kurban gitmişti. Aklıma ister istemez sabah ölüm haberini aldığım Koreli öğrenci geldi. Roman boyunca tüm olayların bir şekilde birbirine bağlanması ve tüm ölümlerin neden-sonuç bağlamında bulmacanın parçaları gibi birbirine uyum sağlaması beni romandaki kahramanın ölümü ile Koreli öğrencinin ölümü hakkında düşünmeye zorladı. Ben Dick North’u da sevmiştim. Ondaki ağırbaşlılığı, bir kadına olan bağlılığını, masasında uçları özenle sivriltilmiş beş kurşun kalemi bulundurmasını, roman anlatıcısının hayatında yediği en güzel sandviçleri hazırlayabiliyor olmasını sevmiştim. Hemen hemen bende pek az bulunan meziyetler...
Ardından da Inspector’s Call adlı oyuna gittim. Oyuna giderken amaçlarımdan birisi de Vietnam’da yaşayan, sanat ve edebiyatla ilgilenen İngilizce konuşabilen yabancılarla tanışabilmekti. Oysa her ne kadar bu amaçla gidiyor olsam da gittiğim zaman insanlarla tanışamıyorum. Yine kitabım ve ben! Tiyatro salonunun bir köşesinde oturdum ve oyun başlayana kadar okudum. Oysa salonun dışında insanlar fıkır fıkır konuşuyorlardı. Bir ara dışarı çıktım. Panolardaki ilanlara baktım. Bir tanesi Vietnam’da yaşayan İngiliz bir yazarın kitabıydı. Daha önce bir romanı yayınlanmış, şimdi de öykü kitabı çıkarmış. Uzun sarı saçlarıyla karizmatik bir görüntüsü var yazarın. Kitapları üzerine Guardian’da ve Observer’da yayınlanan eleştirileri okudum. Anlaşılan derin bir yazar. Panonun yanındaki bayana kitabı nasıl elde edebileceğimi sordum. Gruba elmek atmamı söyledi. Tamam anlamında başımı sallayıp tekrar salon girdim. Girişteki bayana laf olsun diye ‘Siz Taylandlıya benziyorsunuz, Taylandlı mısınız?’ diye sordum. Kız soruya hiç şaşırmamış gibi görünerek, ‘Hayır ama beni Taylandlıya benzeten ilk kişi siz değilsiniz’ dedi. Bunu söylerken bile bir Taylandlı gibi gülümsüyordu. Nereli olduğunu sormadım. Yüzündeki makyajın onu Taylandlı kadınlara benzettiğini de söylemedim? Hiç tanımadığım bir kadına durduk yere makyajından söz etmek herhalde pek de hoş bir davranış olmazdı.
Oyun güzeldi. Sonundaki hafif ‘twist’ izleyiciyi masumiyet konusunda ciddi bir sorgulamaya sürüklüyor. Bugüne kadar yaptığımız yanlışlardan dolayı kimse zarar görmemişse bu bizi masum yapar mı? İşin tuhaf yanı bu oyun da beni okuduğum kitabın konusuna götürdü. Hepimiz birbirimizle bağlıyız, birbirimizden sorumluyuz. Sheepman’in dediği gibi ‘Dance, Dance and Dance’. Yaptığımız her hareket, verdiğimiz her karar, ister istemez dünyanın bir yerinde, hiç tanımadığımız insanların hayatlarını etkileyebilir. Tıpkı Brad Pitt’in oynadığı ‘Babel’ filminde olduğu gibi. Japon bir turistin av sonrası tüfeğini bir Tunusluya vermesi Meksika’dan Amerika’ya göçmüş ve yıllardır kaçak olarak çocuk bakıcılığı yapan bir kadının Meksikaya geri gönderilmesine neden olabilir. Kullandığımız arabanın egzozundan çıkan gaz okyanusun ortasındaki bir adada kendi yetiştirdikleri ürünleri yiyerek yaşayan halkın topraklarını yükselen deniz suyunun altında bırakıyorsa hiçbirimiz ya da yaptığımız hiçbir hareket masum değildir.
Eve döndüğümde saat 10’a geliyordu. Sabah saat 6’da başlayan gün henüz bitmemişti. Bavulları hazırlamam gerekiyordu. Günlerdir ertelediğim işi sonunda yapmak zorundaydım. Televizyonu açtım. Bir yandan Nadal’ın maçını izlerken bir yandan elbiseleri bavula doldurdum. Yola çıkmadan önce son bir defa daha elmekleri okumak için internete bağlandım. M.’in sabah gönderdiği elmeğe yanıt yazmak istedim ama Derya google talk’da çevirimiçiydi. Kitabımın matbaadan çıktığını, Pazartesi günü eline ulaşacağını söyledi. Bu durumda Ulaş Bangkok’a gelirken benim kitabımı getiremeyecekti. Dolayısıyla eğer abim kitapları gelecek hafta postaya verirse ben kitabımı en geç bir ay içinde görebilecektim. Kendimi kışladayken çocuğu olduğunu öğrenen asker gibi hissettim o anda. Çok fazla düşünmeden bilgisayarı kapattım ve kendimi yatağa attım. Ertesi gün de uzun ve yorucu olacaktı. Saat 12’ye doğru, kitabıma kavuşup, sayfalarını karıştıracağım günü hayal ederek uykuya daldım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder