10 Haziran 2007 – 20:35 – Tayland’da Tatil
Uçaktaki koltuğum pencere kenarındaki üçlünün koridora bakan kısmına denk gelmişti. Ben oturduktan sonra iki Japon kız pencere kenarındaki ve ortadaki koltuğa oturmak için yanımda dikilince ümitlendim. Belki Murakami’yi tanıyorlardır ve hakkında konuşabiliriz diye düşündüm ilk olarak. Gerçekten de pencere kenarına oturan, nispeten daha genç ve güzel olan kız Murakami’nin adını görünce yazarı tanıdığını başını hafifçe aşağı yukarı sallayarak ve gülümeseyerek belirtti. Ancak konuşmamız bu noktadan ileriye gidemedi. Çünkü her iki kız da çok az İngilizce biliyorlardı. Hostesler gelip ne içmek istediklerini sorduklarında Japon koltuktaşlarım dertlerini anlatmakta bir hayli zorlandılar. Sonunda istedikleri portakal suyuna ve suya kavuştuklarında yüzlerindeki memnuniyet görmeye değerdi. Ben yemeğimi yerken de, kitaba gömülüp okurken de ara sıra bana bakıp gülümsediler. Her bakışlarından sonra aralarında fısıltı ile Japonca konuşmaya devam ettiler. Ne konuştuklarını merak etmedim diyemem! O anda aklım okuduğum romandaki Japon kahramanlara değil de yanımda fingirdeyerek konuşan iki genç Japon kızına takılmıştı. Büyük bir olasılıkla parmağımdaki evlilik yüzüğünü konuşuyorlardı! Ya da burnumun ne kadar büyük olduğunu! Ya da neden Murakami okuduğumu... Belki de benden söz etmiyorlardı... Tüm bu aklımdan geçen düşünceler masanın üzerine konmuş yemi görüpte kafeste olduğu için ona ulaşamayan kuşun kurduğu hayâller olarak da düşünülebilir.
Uçaktaki en büyük sorun tuvaletlerdi. Uçak havalanmadan işimi göreyim de kolay olsun dedim ama hostes uçak yerde iken tuvaletlerin kullanılamaycağını gerekçe göstererek isteğimi reddetti. Az çok Fizik bilen birisi olarak tuvaletlerin çalışma prensipinin neden uçağın yerden yüksekliği ilişkili olduğunu bulmaya çalıştım ama ne çare! Otobüslerdeki ya da trenlerdeki tuvaletler nasıl çalışıyorsa uçaklara da aynı prensiple çalışan tuvaletler yapılamaz mıydı? İtiraz etmeden oturdum. Uçak havalandıktan ve emniyet kemeri ışığı söndükten sonra tuvalete bir daha gittim. Bu sefer tuvaletin önünde birikmiş üç yolcu vardı. Bir bayan yolcu da yeni çıktığı tuvaletin kapısında dikilmiş kimseyi içeri almamaya çalışıyordu. Bir şeyler söylemek istiyordu ama ya İngilizcesi ya da terbiyesi izin vermiyordu söylemek istediği şeyin ağzından çıkmasına. Durumu anlamak zor değildi! Sifon çalışmamıştı ve bu kadın istemeden de olsa geride bıraktıklarının başkaları tarafından görülmesini istemiyordu. Kadın ‘flush did not work’ demek yerine dudağını ısırıyor, zoraki gülümsüyor, yüzüne yayılan utangaçlığı saklamaya çalışıyor ve dolayısıyla işi daha da zorlaştırıyordu. Hosteslerden biri tuvalete girdiğinde ben koltuğuma geri döndüm. Bunca zaman tuttum, yarım saat daha beklerim dedim kendi kendime. Yerime tekrar geçince aklıma takıldı: İyi ki 1.5 saatlik bir yolculuktu çıktığımız. Hani çok sıkışsa bile tutar insan kendisini. Peki ya İstanbul’a gidiyor olsaydım! O zaman yolculuk 10 saate çıkıyor. Otobüs değil ki bu acil durumlarda aracı yolun kenarına çekip yolcuyu karanlıktaki çalıların arkasına gönderesin...
Bangkok havaalanına vardığımda Ulaş ile buluşmam zor olmadı. Daha doğrusu o doğru yerde beklediği için benim yanlış yere gitmek gibi bir şansım olmadı. Çenesinde bıraktığı top sakalı ve bana eskisine göre daha tombul görünen gövdesiyle, yolcuların çıktıkları yerde el sallıyordu. Önce el sıkıştık, ardından da kalabalıktan sıyrılıp nefes alabildiğimiz bir yerde Türk usulü yanak yanağa öpüştük. Oldum olası haz almadığım bir harekettir bu öpüşme meselesi! Sarılmayı severim ama öpüşmek bana yapmacık gelir! Zaten yapmacıktır da! Kimse kimseyi öpmez. Yanaklar birbirine değdirilir ve öpücüğün sesi çıkarılır. Neyse! Bir yere geçip oturduk. Ben Ulaş’ın iki hafta sonra öğretmeye başlayacağı derslerden, okuldan ve Vietnam’dan söz ettim. O da bana geride bıraktığı Türkiye’yi anlattı. Şu bir gerçek ki ikimiz de yaşadığımız yeri içinde yaşadığımzı süre içerisinde beğenmeyen, şikayetçi olan insanlarız. Rahatsızız! Kafadan ya da kalpten! Belki de bu rahatsızlık bizi yazmaya sürüklüyor. Yaşadığı kente aşık olup da yazanlar mutlaka vardır. Ben İstanbul’dan ayrıldıktan sonra yaşadığım kentlerin hiçbirisine aşık olmadım. Çang May’ı sevdim diyebilirim ama aşk derecesinde değil! İstanbul’a geri dönersem onu da eskisi gibi sevebilir miyim bilemiyorum. Hayâllerin peşinde koşacak yaşı çoktan geçtim. Orhan’ın tabiriyle hayat duygusallık kaldırmıyor. İşlere bakmak lâzım...
Ulaş bana yeni çıkan kitabını, Bora Bey’in kitabını ve Radikal’ın Kitap eklerini getirmiş. Benim kitabımı o yola çıkmadan İstanbul’a varmadığı için getirememişti. Gerçi bunu biliyordum ama çaresizce bir sürpriz, bir mucize bekliyordum... İnsan engel olamıyor irrasyonelliğe... Ne yapalım, biraz daha bekleyeceğiz... Havaalanından ayrılıp, otobüs terminaline giderken yol boyunca hem bu kitaplara baktım hem de taksi şoförü ile Tayca muhabbet ettim. İnsanın dilini bildiği bir ülkede olması ne kadar güzel bir şey. Vietnam’da ben de J de dili doğru dürüst konuşamadığımız için çektiğimiz sıkıntının haddi hesabı yok. Bir keresinde motora gaz almak için bir motor taksiden beni gaz istasyonuna götürmesini istedim. Nasıl anlattıysam adam beni önce semt pazarındaki tavuk satan kadına ardından da balıkçıya götürdü. Sonunda geçtiğimiz yolun kenarında bir benzin istasyonu gördüm de muradıma erdim. Yoksa tüm kenti dolaşacaktık! Şimdi Tayland’dayım ve derdimi anlatacak kadar dile hakimim. Gerçi sağolsun, şoför lafı evirip çevirip Vietnamlı kadınların fiyatına getirmeyi becerdi ama ben anlamamazlıkta gelip geçiştirdim. İşin bu yanı da güzel! Ne de olsa yabancıyım! İstediğim zaman aptal numarası yapabilirim. Dili biliyor olmanın bir güzel yanı ise kazıklanma olasılığının düşük olması. Satıcı kişi eğer ben Tayca konuşursam biliyor ki bu ülkede yaşamışlığım var. Bu durumda fiyatlardan da az çok haberdârımdır. Vietnam’dayken bir kere parkın kenarındaki tuvalete gitmiştim. Tuvalleten çıkınca elimi cebime attım. Bir beşbinlik bir de ikibinlik bozuk para çıktı. Kapıda bekleyen adama hangisi anlamında parayı uzattım. Adam önce ikibini aldı. Ardından benim yüzüme baktı. Kararını değiştirip ikibini avucuma geri koydu ve beşbini aldı. Kazıklandığımın farkına varmış olsam da birşey demedim. Hem ne diyebilirdim ki? Aynı dili konuşmuyorduk...
Otobüse istasyonunda hiç zorluk çekmeden biletimi aldım ve yola koyuldum. Yol boyunca önce Murakami’nin romanını bitirdim. Ardından Ulaş’ın kitabından birkaç deneme okudum. Havanın kararmasından az önce de Radikal’in Kitap eklerinden çeşitli yazılara baktım. Çok uykum olmasına rağmen bir türlü uyuyamadım. Hava karardıktan sonra okuyamadığım için bilgisayarı açtım ve Sebahattin Ali’den bir öykü okudum. Ardından da birkaç not yazdım. Phu Kiyo’ya vardığımda saat dokuza geliyordu. Otobüsten indiğim yerde bekledim. J, annesi ve babası arabayla geldiler. Gidilecek ilk yer belliydi: Lokanta
Öğlen yemeğini yedikleri lokantaya gittik. Dom Yam Bla, Yam Tale bir de adını bilmediğim üçüncü bir yemek geldi. Güle oynaya yedik. Bir aydan uzun bir süredir akşam yemeklerini yalnız yediğim için bu yemek bana ilaç gibi geldi. İtiraf sayfasında okumuştum. Birisi Tayland’ın yemekleri için ya çok seversin ya da nefret edersin diye yazmıştı. Sanırım ben deli gibi sevenler kategorisine dahil oluyorum. Acılı yam taleyi yerken soğuk biralarımızı yudumladuk. J’ye hediyesini verdim. Yemekten sonra da eve döndük. Tok Cay’ın on dakika süren karşılama töreni, elimi ve ayaklarımı yalaması ve yanıma yaklaşanlara havlamasını atlatıp, yatak odasına geçebildim. Vietnam’da aldığım, Van Gogh’un ‘Yıldızlı Gece’ tablosunu oturma odasında tüm ev ahalisine gösterdiğimde kayınpeder bu tabloyu niye aldığımı sordu. Tabii! Evin her yerini kralın ve kraliçenin resimleriyle doldurmak varken ne gerek var insana ysşamın yüceliğini, yıldızların sonsuzluğa yönelen hareketlerini, insanın hayranlığını anlatan bir Van Gogh tablosuna?
Biraz daha etrafta oyalandıktan sonra duş almak için banyoya girdim. Süpriz oradaydı... Su ısıtıcısı olmadığı için soğuk suyla duş alacaktım. Vietnam’da sıcak suya alıştığım için ilk birkaç saniye zorlandım ama bedenim hemen alışıverdi suyun sıcaklığına...
Uçaktaki koltuğum pencere kenarındaki üçlünün koridora bakan kısmına denk gelmişti. Ben oturduktan sonra iki Japon kız pencere kenarındaki ve ortadaki koltuğa oturmak için yanımda dikilince ümitlendim. Belki Murakami’yi tanıyorlardır ve hakkında konuşabiliriz diye düşündüm ilk olarak. Gerçekten de pencere kenarına oturan, nispeten daha genç ve güzel olan kız Murakami’nin adını görünce yazarı tanıdığını başını hafifçe aşağı yukarı sallayarak ve gülümeseyerek belirtti. Ancak konuşmamız bu noktadan ileriye gidemedi. Çünkü her iki kız da çok az İngilizce biliyorlardı. Hostesler gelip ne içmek istediklerini sorduklarında Japon koltuktaşlarım dertlerini anlatmakta bir hayli zorlandılar. Sonunda istedikleri portakal suyuna ve suya kavuştuklarında yüzlerindeki memnuniyet görmeye değerdi. Ben yemeğimi yerken de, kitaba gömülüp okurken de ara sıra bana bakıp gülümsediler. Her bakışlarından sonra aralarında fısıltı ile Japonca konuşmaya devam ettiler. Ne konuştuklarını merak etmedim diyemem! O anda aklım okuduğum romandaki Japon kahramanlara değil de yanımda fingirdeyerek konuşan iki genç Japon kızına takılmıştı. Büyük bir olasılıkla parmağımdaki evlilik yüzüğünü konuşuyorlardı! Ya da burnumun ne kadar büyük olduğunu! Ya da neden Murakami okuduğumu... Belki de benden söz etmiyorlardı... Tüm bu aklımdan geçen düşünceler masanın üzerine konmuş yemi görüpte kafeste olduğu için ona ulaşamayan kuşun kurduğu hayâller olarak da düşünülebilir.
Uçaktaki en büyük sorun tuvaletlerdi. Uçak havalanmadan işimi göreyim de kolay olsun dedim ama hostes uçak yerde iken tuvaletlerin kullanılamaycağını gerekçe göstererek isteğimi reddetti. Az çok Fizik bilen birisi olarak tuvaletlerin çalışma prensipinin neden uçağın yerden yüksekliği ilişkili olduğunu bulmaya çalıştım ama ne çare! Otobüslerdeki ya da trenlerdeki tuvaletler nasıl çalışıyorsa uçaklara da aynı prensiple çalışan tuvaletler yapılamaz mıydı? İtiraz etmeden oturdum. Uçak havalandıktan ve emniyet kemeri ışığı söndükten sonra tuvalete bir daha gittim. Bu sefer tuvaletin önünde birikmiş üç yolcu vardı. Bir bayan yolcu da yeni çıktığı tuvaletin kapısında dikilmiş kimseyi içeri almamaya çalışıyordu. Bir şeyler söylemek istiyordu ama ya İngilizcesi ya da terbiyesi izin vermiyordu söylemek istediği şeyin ağzından çıkmasına. Durumu anlamak zor değildi! Sifon çalışmamıştı ve bu kadın istemeden de olsa geride bıraktıklarının başkaları tarafından görülmesini istemiyordu. Kadın ‘flush did not work’ demek yerine dudağını ısırıyor, zoraki gülümsüyor, yüzüne yayılan utangaçlığı saklamaya çalışıyor ve dolayısıyla işi daha da zorlaştırıyordu. Hosteslerden biri tuvalete girdiğinde ben koltuğuma geri döndüm. Bunca zaman tuttum, yarım saat daha beklerim dedim kendi kendime. Yerime tekrar geçince aklıma takıldı: İyi ki 1.5 saatlik bir yolculuktu çıktığımız. Hani çok sıkışsa bile tutar insan kendisini. Peki ya İstanbul’a gidiyor olsaydım! O zaman yolculuk 10 saate çıkıyor. Otobüs değil ki bu acil durumlarda aracı yolun kenarına çekip yolcuyu karanlıktaki çalıların arkasına gönderesin...
Bangkok havaalanına vardığımda Ulaş ile buluşmam zor olmadı. Daha doğrusu o doğru yerde beklediği için benim yanlış yere gitmek gibi bir şansım olmadı. Çenesinde bıraktığı top sakalı ve bana eskisine göre daha tombul görünen gövdesiyle, yolcuların çıktıkları yerde el sallıyordu. Önce el sıkıştık, ardından da kalabalıktan sıyrılıp nefes alabildiğimiz bir yerde Türk usulü yanak yanağa öpüştük. Oldum olası haz almadığım bir harekettir bu öpüşme meselesi! Sarılmayı severim ama öpüşmek bana yapmacık gelir! Zaten yapmacıktır da! Kimse kimseyi öpmez. Yanaklar birbirine değdirilir ve öpücüğün sesi çıkarılır. Neyse! Bir yere geçip oturduk. Ben Ulaş’ın iki hafta sonra öğretmeye başlayacağı derslerden, okuldan ve Vietnam’dan söz ettim. O da bana geride bıraktığı Türkiye’yi anlattı. Şu bir gerçek ki ikimiz de yaşadığımız yeri içinde yaşadığımzı süre içerisinde beğenmeyen, şikayetçi olan insanlarız. Rahatsızız! Kafadan ya da kalpten! Belki de bu rahatsızlık bizi yazmaya sürüklüyor. Yaşadığı kente aşık olup da yazanlar mutlaka vardır. Ben İstanbul’dan ayrıldıktan sonra yaşadığım kentlerin hiçbirisine aşık olmadım. Çang May’ı sevdim diyebilirim ama aşk derecesinde değil! İstanbul’a geri dönersem onu da eskisi gibi sevebilir miyim bilemiyorum. Hayâllerin peşinde koşacak yaşı çoktan geçtim. Orhan’ın tabiriyle hayat duygusallık kaldırmıyor. İşlere bakmak lâzım...
Ulaş bana yeni çıkan kitabını, Bora Bey’in kitabını ve Radikal’ın Kitap eklerini getirmiş. Benim kitabımı o yola çıkmadan İstanbul’a varmadığı için getirememişti. Gerçi bunu biliyordum ama çaresizce bir sürpriz, bir mucize bekliyordum... İnsan engel olamıyor irrasyonelliğe... Ne yapalım, biraz daha bekleyeceğiz... Havaalanından ayrılıp, otobüs terminaline giderken yol boyunca hem bu kitaplara baktım hem de taksi şoförü ile Tayca muhabbet ettim. İnsanın dilini bildiği bir ülkede olması ne kadar güzel bir şey. Vietnam’da ben de J de dili doğru dürüst konuşamadığımız için çektiğimiz sıkıntının haddi hesabı yok. Bir keresinde motora gaz almak için bir motor taksiden beni gaz istasyonuna götürmesini istedim. Nasıl anlattıysam adam beni önce semt pazarındaki tavuk satan kadına ardından da balıkçıya götürdü. Sonunda geçtiğimiz yolun kenarında bir benzin istasyonu gördüm de muradıma erdim. Yoksa tüm kenti dolaşacaktık! Şimdi Tayland’dayım ve derdimi anlatacak kadar dile hakimim. Gerçi sağolsun, şoför lafı evirip çevirip Vietnamlı kadınların fiyatına getirmeyi becerdi ama ben anlamamazlıkta gelip geçiştirdim. İşin bu yanı da güzel! Ne de olsa yabancıyım! İstediğim zaman aptal numarası yapabilirim. Dili biliyor olmanın bir güzel yanı ise kazıklanma olasılığının düşük olması. Satıcı kişi eğer ben Tayca konuşursam biliyor ki bu ülkede yaşamışlığım var. Bu durumda fiyatlardan da az çok haberdârımdır. Vietnam’dayken bir kere parkın kenarındaki tuvalete gitmiştim. Tuvalleten çıkınca elimi cebime attım. Bir beşbinlik bir de ikibinlik bozuk para çıktı. Kapıda bekleyen adama hangisi anlamında parayı uzattım. Adam önce ikibini aldı. Ardından benim yüzüme baktı. Kararını değiştirip ikibini avucuma geri koydu ve beşbini aldı. Kazıklandığımın farkına varmış olsam da birşey demedim. Hem ne diyebilirdim ki? Aynı dili konuşmuyorduk...
Otobüse istasyonunda hiç zorluk çekmeden biletimi aldım ve yola koyuldum. Yol boyunca önce Murakami’nin romanını bitirdim. Ardından Ulaş’ın kitabından birkaç deneme okudum. Havanın kararmasından az önce de Radikal’in Kitap eklerinden çeşitli yazılara baktım. Çok uykum olmasına rağmen bir türlü uyuyamadım. Hava karardıktan sonra okuyamadığım için bilgisayarı açtım ve Sebahattin Ali’den bir öykü okudum. Ardından da birkaç not yazdım. Phu Kiyo’ya vardığımda saat dokuza geliyordu. Otobüsten indiğim yerde bekledim. J, annesi ve babası arabayla geldiler. Gidilecek ilk yer belliydi: Lokanta
Öğlen yemeğini yedikleri lokantaya gittik. Dom Yam Bla, Yam Tale bir de adını bilmediğim üçüncü bir yemek geldi. Güle oynaya yedik. Bir aydan uzun bir süredir akşam yemeklerini yalnız yediğim için bu yemek bana ilaç gibi geldi. İtiraf sayfasında okumuştum. Birisi Tayland’ın yemekleri için ya çok seversin ya da nefret edersin diye yazmıştı. Sanırım ben deli gibi sevenler kategorisine dahil oluyorum. Acılı yam taleyi yerken soğuk biralarımızı yudumladuk. J’ye hediyesini verdim. Yemekten sonra da eve döndük. Tok Cay’ın on dakika süren karşılama töreni, elimi ve ayaklarımı yalaması ve yanıma yaklaşanlara havlamasını atlatıp, yatak odasına geçebildim. Vietnam’da aldığım, Van Gogh’un ‘Yıldızlı Gece’ tablosunu oturma odasında tüm ev ahalisine gösterdiğimde kayınpeder bu tabloyu niye aldığımı sordu. Tabii! Evin her yerini kralın ve kraliçenin resimleriyle doldurmak varken ne gerek var insana ysşamın yüceliğini, yıldızların sonsuzluğa yönelen hareketlerini, insanın hayranlığını anlatan bir Van Gogh tablosuna?
Biraz daha etrafta oyalandıktan sonra duş almak için banyoya girdim. Süpriz oradaydı... Su ısıtıcısı olmadığı için soğuk suyla duş alacaktım. Vietnam’da sıcak suya alıştığım için ilk birkaç saniye zorlandım ama bedenim hemen alışıverdi suyun sıcaklığına...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder