5 Haziran 2006 – 19:14 – Ev
Kafka’yı Kafka yapan en önemli özelliklerinden birisi hiç kuşkusuz alabildiğine gülünç olmasıdır. Bir düşünelim! Gregory Samsa bir sabah uyanır ve kendisini dev bir hamam böceğine dönüşmüş olarak bulur. Daha ilk cümlede Kafka ciddi olmadığını, şaka yaptığını söylemektedir. Hatta ciddi olsa bile, o ciddiyetin etrafında dönebileceği bir gülünçlük payı vardır hikayenin özünde. K. hiçbir zaman varamayacağı bir şatoya ulaşmak için deli dana gibi dolaşır ortalıkta. Öyle ki bir akşam üzeri K. bulunduğu yerden artık bir işkence makinesine dönüşen şatoya bakarken, şatonun varlığından kuşku duymaya başlar. Yine aynı şekilde ‘Dava’da kahramanımız suçunu bilmeden yargılanır. Hep o aynı ironik gülünçlüğün arkasına sığınır Kafka. Ve bu sığınma ile içinde yaşadığı toplumdan, yalnızlığından, çocukluğunun her dakikasını cehenneme çeviren babasından ve hatta ele avuca sığacak şeyler yazamamış olmaktan intikamını alır. Kafka’nın bu gülünçük abidelerini günümüzde en iyi takip –taklit olmadığı kesin- eden modern bir yazardan söz etmek istiyorum. Bana kalırsa Kafka’yı anlamak için onu da bir nebze anlamak gerekiyor. Her ne kadar yaşadıkları toplumlar birbirlerine pek benzemese de sanırım Kafka’nın bir türlü varamadığı şatoya varmış bir yazar o.
“Wind-up Bird Chronicle”, “Sputnik Sweetheart” ve “Dance, Dance, Dance” gibi kitapların Japonyalı yazarı Haruki Murakami’den söz ediyorum. Dün akşam evde oturmuş, ‘Dance, Dance, Dance’den bir bölüm okuyordum. Romanın kahramanı –aynı zamanda anlatıcısı- olan kişi ise ben ilgili satırları okuyorken evinde oturmuş Kafka’nın “Dava”sını okumaktadır. Aramızdaki benzerlik yok denecek kadar az. O bir yazar. Kendisini kapitalist toplumun çarklarına ayak uydurmak zorunda kalmış, makineden farklı olmadığını düşünen bir “kar temizleyicisi” olarak görür. Çünkü yollara düşen karların birileri tarafından temizlenmesi gerekmektedir. Birilerinin lokantaları gezip, fotoğraf çekip, tatlarına bakılan yemekler hakkında yazılar yazması gerekmektedir. O da sevmese de bu işi yapar. Ben ise mesleğini severek yapan bir öğretmenim. O kitap okurken bira içmektedir. Ben demlediğim çayı şeker kalmadığı için acı acı içmekteyim. Böylece çayın da bira gibi bir tadı oluyor denilebilir. Ama ikimiz de kitabı bir yana sallayıp rahatlıkla uykuya dalacak kadar yorgunuz. Ertesi günün sabahı kapı çalınır ve kahramanımız kapıyı açar. Kapıda iki polis durmaktadır. Eve gelen polisler kahramanımızı karakola götürmek isterler. Bu sırada benim kapımı da birileri çalmıştır. Ütü yapmak için gelen orta yaşlı kadın kapıda dikilmekte, çeyrek İngilizcesi ile dün geldiğini ve beni evde bulamadığını söylemektedir. O karakola giderken ben evimde, pek de rahat olmayan koltuğumda bir sağa bir sola dönerek okumaya devam ettim. Bu sırada eve gelen kadın ütü yapmaya başladı. Karakola vardıklarında kahramanımız neden zorla karakola getirildiğini öğrenmek ister. Fakat polisler soruları önce kendilerinin soracaklarını söylerler. İlk soru kahramanımızın dün geceyi nasıl geçirdiğidir. Bir yandan sorgulama odasındaki masanın üzerindeki kül tablasının kaç yüzyıldır orada olduğunu düşünerek kahramanımız soruya net bir biçimde yanıt verir. “Evdeydim ve inanmayacaksınız ama Kafka’nın ‘Dava’sını okuyordum” der. Polislerin Kafka’dan haberleri yoktur. Soruşturma devam eder. Sonunda kahramanımız soruşturmanın amacını öğrenir ve başının ciddi anlamda belaya gireceğinden korktuğu için yalan söyleyerek sorgulamayı atlatır.
Murakami’nin romanlarının en büyük özelliklerinden birisi modern Japonya’yı derinlemesine anlatıyor olması. Genelde uçuk kaçık karakterlerle başlıyor hikayelerine. Her romanında mutlaka okumayı seven birileri var. Bunun yanında bu entellektüel karakterin karşısına çıkan, züppeliğiyle entellektüel karakteri şaşırtan, değiştiren, kendisine bağlayan bir genç kız da var. Romanın genel gidişinde kaybolmalar, sırra kadem basmalar, ortada hiçbir neden yokken öldürülmeler sıklıkla karşımıza çıkar. Bu yolla yazar irrasyonel bir yöntemi romanına sokmaya hep hazır görünür. Çünkü hemen her kahraman sorunludur ve sorunlarını çözmek için yalnızlığa, karanlığa ihtiyaçları vardır. Karakterlerden başka bir de olayların oluşum süreci, neden-sonuç bağlamını inkâra varan şok edici gelişmeler Murakami’nin önemli özelliklerinden birisi. Örneğin yazarın karanlık mekanlara, derin kuyulara, yüksek yerlere, ıssız adalara karşı ciddi bir hayranlığı var. Hemen her romanında bu yerlere bıraktığı kahramanlarını yalnızlık, özgürlük, modern yaşamın açmazları gibi konularda düşündürür, okuyucuyu yorucu ama bir o kadar da heyecan verici bir seyahate çıkarır.
Örneğin ‘Wind-up Bird Chronicle’da kuyunun dibine kendi rızasıyla inen kahramanımız orada günlerce oturur, benliğini, geçmişini düşünür, derinlemesine çözümlemeler yaparak okuyucuyu Calvino’nun hikayelerinin ardından kalan düşünsel boşluğa benzer nitelikte karmaşık bir duygu yoğunluğuna sürükler. Aynı tarz felsefi çözümlemeler ‘Dance, Dance, Dance’de otelin karanlık bir katında mahzur kalan kahramanı ile karşımıza çıkar. ‘Sputnik Sweetheart’da ise dev dönme dolabın en tepesinde unutulan kadın, kaldığı otel odasının penceresine gözünü diktiğinde, günlerdir kendisini takip eden adamın yine kendisiyle yatak odasında seviştiğini şaşkınlıkla izler. Tüm bu yalnız kalmalarda okuyucuyu beklenen sona hazırlamak gibi bir amaç yoktur. Çözümleme orada başlar ve biter. O anlık gelişmelerin izlerini ilerki bölümlerde görmemize rağmen ciddi etkilerini hissetmeyiz. Murakami an ile uğraşır ve asıl derdi trajik bir olayı gülünç hâle dönüştürüp, okuyucuyu duygusal dalgalanma ile yormaktır.
Başlangıçta sözünü ettiğim Kafka ile Murakami arasındaki benzerlikler saymakla bitmez. Ama sanırım ne Kafka’yı ne de Murakami’yi derinlemesine tanıyorum. Eğer bir aksilik çıkmazsa Murakami’nin bu romanından sonra, başka bir romanını (Kafka on the Shore) okuyacağım. Sonra da belki Ronald Hayman’ın “K: A Biography of Kafka” adlı kitabını bir daha okurum.
Kafka’yı Kafka yapan en önemli özelliklerinden birisi hiç kuşkusuz alabildiğine gülünç olmasıdır. Bir düşünelim! Gregory Samsa bir sabah uyanır ve kendisini dev bir hamam böceğine dönüşmüş olarak bulur. Daha ilk cümlede Kafka ciddi olmadığını, şaka yaptığını söylemektedir. Hatta ciddi olsa bile, o ciddiyetin etrafında dönebileceği bir gülünçlük payı vardır hikayenin özünde. K. hiçbir zaman varamayacağı bir şatoya ulaşmak için deli dana gibi dolaşır ortalıkta. Öyle ki bir akşam üzeri K. bulunduğu yerden artık bir işkence makinesine dönüşen şatoya bakarken, şatonun varlığından kuşku duymaya başlar. Yine aynı şekilde ‘Dava’da kahramanımız suçunu bilmeden yargılanır. Hep o aynı ironik gülünçlüğün arkasına sığınır Kafka. Ve bu sığınma ile içinde yaşadığı toplumdan, yalnızlığından, çocukluğunun her dakikasını cehenneme çeviren babasından ve hatta ele avuca sığacak şeyler yazamamış olmaktan intikamını alır. Kafka’nın bu gülünçük abidelerini günümüzde en iyi takip –taklit olmadığı kesin- eden modern bir yazardan söz etmek istiyorum. Bana kalırsa Kafka’yı anlamak için onu da bir nebze anlamak gerekiyor. Her ne kadar yaşadıkları toplumlar birbirlerine pek benzemese de sanırım Kafka’nın bir türlü varamadığı şatoya varmış bir yazar o.
“Wind-up Bird Chronicle”, “Sputnik Sweetheart” ve “Dance, Dance, Dance” gibi kitapların Japonyalı yazarı Haruki Murakami’den söz ediyorum. Dün akşam evde oturmuş, ‘Dance, Dance, Dance’den bir bölüm okuyordum. Romanın kahramanı –aynı zamanda anlatıcısı- olan kişi ise ben ilgili satırları okuyorken evinde oturmuş Kafka’nın “Dava”sını okumaktadır. Aramızdaki benzerlik yok denecek kadar az. O bir yazar. Kendisini kapitalist toplumun çarklarına ayak uydurmak zorunda kalmış, makineden farklı olmadığını düşünen bir “kar temizleyicisi” olarak görür. Çünkü yollara düşen karların birileri tarafından temizlenmesi gerekmektedir. Birilerinin lokantaları gezip, fotoğraf çekip, tatlarına bakılan yemekler hakkında yazılar yazması gerekmektedir. O da sevmese de bu işi yapar. Ben ise mesleğini severek yapan bir öğretmenim. O kitap okurken bira içmektedir. Ben demlediğim çayı şeker kalmadığı için acı acı içmekteyim. Böylece çayın da bira gibi bir tadı oluyor denilebilir. Ama ikimiz de kitabı bir yana sallayıp rahatlıkla uykuya dalacak kadar yorgunuz. Ertesi günün sabahı kapı çalınır ve kahramanımız kapıyı açar. Kapıda iki polis durmaktadır. Eve gelen polisler kahramanımızı karakola götürmek isterler. Bu sırada benim kapımı da birileri çalmıştır. Ütü yapmak için gelen orta yaşlı kadın kapıda dikilmekte, çeyrek İngilizcesi ile dün geldiğini ve beni evde bulamadığını söylemektedir. O karakola giderken ben evimde, pek de rahat olmayan koltuğumda bir sağa bir sola dönerek okumaya devam ettim. Bu sırada eve gelen kadın ütü yapmaya başladı. Karakola vardıklarında kahramanımız neden zorla karakola getirildiğini öğrenmek ister. Fakat polisler soruları önce kendilerinin soracaklarını söylerler. İlk soru kahramanımızın dün geceyi nasıl geçirdiğidir. Bir yandan sorgulama odasındaki masanın üzerindeki kül tablasının kaç yüzyıldır orada olduğunu düşünerek kahramanımız soruya net bir biçimde yanıt verir. “Evdeydim ve inanmayacaksınız ama Kafka’nın ‘Dava’sını okuyordum” der. Polislerin Kafka’dan haberleri yoktur. Soruşturma devam eder. Sonunda kahramanımız soruşturmanın amacını öğrenir ve başının ciddi anlamda belaya gireceğinden korktuğu için yalan söyleyerek sorgulamayı atlatır.
Murakami’nin romanlarının en büyük özelliklerinden birisi modern Japonya’yı derinlemesine anlatıyor olması. Genelde uçuk kaçık karakterlerle başlıyor hikayelerine. Her romanında mutlaka okumayı seven birileri var. Bunun yanında bu entellektüel karakterin karşısına çıkan, züppeliğiyle entellektüel karakteri şaşırtan, değiştiren, kendisine bağlayan bir genç kız da var. Romanın genel gidişinde kaybolmalar, sırra kadem basmalar, ortada hiçbir neden yokken öldürülmeler sıklıkla karşımıza çıkar. Bu yolla yazar irrasyonel bir yöntemi romanına sokmaya hep hazır görünür. Çünkü hemen her kahraman sorunludur ve sorunlarını çözmek için yalnızlığa, karanlığa ihtiyaçları vardır. Karakterlerden başka bir de olayların oluşum süreci, neden-sonuç bağlamını inkâra varan şok edici gelişmeler Murakami’nin önemli özelliklerinden birisi. Örneğin yazarın karanlık mekanlara, derin kuyulara, yüksek yerlere, ıssız adalara karşı ciddi bir hayranlığı var. Hemen her romanında bu yerlere bıraktığı kahramanlarını yalnızlık, özgürlük, modern yaşamın açmazları gibi konularda düşündürür, okuyucuyu yorucu ama bir o kadar da heyecan verici bir seyahate çıkarır.
Örneğin ‘Wind-up Bird Chronicle’da kuyunun dibine kendi rızasıyla inen kahramanımız orada günlerce oturur, benliğini, geçmişini düşünür, derinlemesine çözümlemeler yaparak okuyucuyu Calvino’nun hikayelerinin ardından kalan düşünsel boşluğa benzer nitelikte karmaşık bir duygu yoğunluğuna sürükler. Aynı tarz felsefi çözümlemeler ‘Dance, Dance, Dance’de otelin karanlık bir katında mahzur kalan kahramanı ile karşımıza çıkar. ‘Sputnik Sweetheart’da ise dev dönme dolabın en tepesinde unutulan kadın, kaldığı otel odasının penceresine gözünü diktiğinde, günlerdir kendisini takip eden adamın yine kendisiyle yatak odasında seviştiğini şaşkınlıkla izler. Tüm bu yalnız kalmalarda okuyucuyu beklenen sona hazırlamak gibi bir amaç yoktur. Çözümleme orada başlar ve biter. O anlık gelişmelerin izlerini ilerki bölümlerde görmemize rağmen ciddi etkilerini hissetmeyiz. Murakami an ile uğraşır ve asıl derdi trajik bir olayı gülünç hâle dönüştürüp, okuyucuyu duygusal dalgalanma ile yormaktır.
Başlangıçta sözünü ettiğim Kafka ile Murakami arasındaki benzerlikler saymakla bitmez. Ama sanırım ne Kafka’yı ne de Murakami’yi derinlemesine tanıyorum. Eğer bir aksilik çıkmazsa Murakami’nin bu romanından sonra, başka bir romanını (Kafka on the Shore) okuyacağım. Sonra da belki Ronald Hayman’ın “K: A Biography of Kafka” adlı kitabını bir daha okurum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder