Türkiye dışında Türkçe yazanlar ile Türkiye’de yaşayıp Türkçe yazanlar bence aynı sınıfa dahil edilemezler: Şöyle ki Türkiye ve Türkçe ile bağlarını koruyan Almanya ya da Batı Avrupa’da yaşayan yazarlarla senin gibi Vietnam’da yaşayan yazarların yazdıkları birbirlerinden dolayısıyla farklı olacak, yanılıyor muyum?
Bu kaçınılmaz bir farktır. Çünkü sonuçta her yazar farkında olsun ya da olmasın yaşadıklarını, etrafındakileri, kendi iç dünyasındaki çatışmaları yazar. Yurt dışında yaşayan her birey için dil tutunacak bir dal gibidir. Hele bir de etrafta Türkçe iletişime geçecek kişilerin olmaması kişiyi yazı ile özel bir ilişki kurmaya yönlendirir. Bir çeşit çaresizliktir yaşanan. Sonuçta insan kendi anadilinde konuşup yazarken daha çok mutlu olur, kendisini evindeymiş gibi hisseder. Ben aslında yazmaya Tayland’da başlamadım. İlk öykümü 1999 depreminden birkaç ay sonra yazmıştım. O zamanlar nasıl olduysa bir dergi öyküyü ele geçirmişti ve yayınlamıştı. Ben öykünün yayınlandığını dergi elime geçince öğrenmiştim. Öykü yazmaya pek hevesim yoktu! Bol bol okurdum! Bulduğum her şeyi, özellikle felsefe, sosyoloji kitaplarını okumayı severdim. Üniversitede Matematik öğreniyor olmam da buna katkıda bulundu diyebilirim. Sonuçta Matematik güzel olanla güzel olmayan arasında ayırım yapmanıza ciddi yardım edebiliyor. Konulara eleştirel bakmayı, hiçbir şeyi yeterli kanıt olmadan kabul etmemeyi öğretiyor. Bir de o yıllar üniversite yılları olduğu için umut doluydum. Şiir yazardım, edebiyat toplantılarına giderdim, arkadaşlarla bir araya gelip kitap okurdum. Okul bittikten sonra Tayland’a çalışmaya gidince birden kendimi bir dil çölünde buldum. Düşünün! İstanbul gibi bir kültür kentinden, okuyacak kitap bulmak için ikinci el kitapçılardan başka kaynağı olmayan bir Çang May’a gidiş! Okunacak kitapların sayısı sınırlıydı. İngilizce okumayı pek sevmiyordum. Bir yıl kadar sadece şiirle yetindim. Bir gün Türkçe konuşabilme yönüyle yalnız yaşadığım bir köyde –Samyan- Saat’i yazdım. Kimse bilmiyordu ama ben kendimi yazmıştım. Öyküyü İngilizce olarak kendisine özetlediğim İngiliz müdürüm bana Beckett’in de benzer bir öyküsünün olduğunu söylemişti. Ben Beckett’in adını ilk kez o gün duymuştum. Ardından öyküyü okuyan Ulaş bana bunun gibi iki öykü daha yazmamı, yazdıktan sonra da Gençlik Kitapevi’nin öykü yarışmasına göndermemi önermişti. Dediği gibi yaptım. Nasıl olduysa, sanki önceden tasarlamışım gibi İlahi Şaka’yı ve Palyaço’yu yazdım. Aylar sonra ikincilik ödülü kazandığımı duyduğumda artık ne yapacağımı biliyordum. Yazacaktım! Yalnızlığa, dil çölünde yaşıyor olmaya ve hatta çaresizliğe karşı silahımdı yazmak.
Öz olarak bu topraklarda yazmayı diğer topraklardakinden farklı kılan pek bir şey yok. Olabileceğine de inanmıyorum! Yazmak isteyen her insan hemen hemen aynı deneyimleri yaşar. Ve bir gün gelir yazmak ister. Yazmak, geride bir şeyler bırakma arzusu, insanlara bir ders verebilme, bir duygu selini tattırabilme isteğidir. Batı Avrupa’da ya da herhangi başka bir gelişmiş toplumda yaşıyor olsaydım benim öykülerim çok farklı olur muydu? Bu soruyu yanıtlamak kolay değildir çünkü insan bilemez yazmayı tetikleyen tüm etkenlerin neler olduğunu. Genel itibarıyla “evrensel” denilen türden insan üzerine yazdığım için büyük bir olasılıkla öykülerin genel kurgusu pek değişmeyecekti. Ama bunun yanında betimlemeler, karakterler, olaylar değişecektir. Sonuçta öyküyü okuyup bitiren okuyucunun zihninde kalan ne yer adlarıdır ne de betimlemeler. Geride kalan neden-sonuç bağlamında ilerleyen öykünün kurgusudur. Bana kalırsa dünyanın neresinde olursam olayım öykülerimin genel kurgusu hemen hemen aynı kalacaktır. Karakterlerin adları değişir, sıcak bir Mart gününü betimleyeceğime, soğuk bir Ocak akşamını anlatırdım. Ama vermek istediğim mesaj aynı kalır. Çünkü o mesaj içimde büyüyen, dışarı çıkmak isteyen, bir yerlerde benden özgür bir biçimde varolmak isteyen bir canavardır. İçimde bir kin varsa, o kin nerede olursam olayım etrafı yakacak derecede öyküden fırlayıp kendisini bulacak, kendisine yeni bir kimlik edinmeyi başaracaktır. Sonuçta Japon öfkesini Alman öfkesinden ayıran şey sadece ettikleri küfürlerdir. Aynı şey aşk için de geçerlidir. Kültürlerin ya da tarihin farklılaştırdığı aşklardan söz edebiliriz ama sonuçta her aşk öyküsü umuda, yaşama bağlılığa, sevgiye gönderilen bir mektup gibidir. Bakın tarih boyunca yazılmış aşk öykülerine! Hemen hepsi birbirinin aynısıdır. Sonları aynı olmasa bile, karakterlerin geldiği kültürel birikimler farklı olsa bile aşk öyküleri okuyucuda hep hüzünlü, hafif melankolik bir duygu dalgası oluşturur. Çünkü insan aynıdır! Sevgiye, sevmeye, aşka, dostluğa muhtaçtır! Bir Fransızın bir Vietnamlıdan aşk konusunda farklı olduğunu düşünmek saflık olur. Deneyimler farklı olabilir ama ihtiyaçlar az çok aynıdır.
Bir de orda aslında bir Avustralya Üniversitesinde çalışarak sadece Vietnam’ı değil daha pekçok farklı kültürü de yakından tanıma fırsatı buluyorsun, bunun sendeki etkileri neler?
Aslına bakılırsa şimdiye kadar bulunduğum tüm okullarda farklı uluslardan insanlarla çalıştım. Şu anda çalıştığım üniversitede de sanırım en az on beş farklı ulustan insan vardır. İrlandalı’sından, Malezya’lısına kadar hepimiz aynı amaç için bir aradayız. Kitaptaki Göz adlı öyküde böylesine çok uluslu bir yazıhanede çalışan paranoyak bir mühendisin hikayesi anlatılır. Çünkü zordur paranoyak olmamak! Kime, neden güvenebilirsin? Oysa ortada bağlanılacak tek bir ortak nokta vardır. Hayatımızı kazanmak, öğrencilere bir şeyler verebilmek ve bunu yaparken başka kültürleri tanıyabilmektir amaç.. İnsan böylesine çok kültürlü bir ortamda çalışınca doğal olarak kendi kimliğini unutup, var olduğunu sandığı bir üst kimliğe tutunuyor ister istemez. Sonuçta okulda herkes öğretmen. İster Taylandlı olun ister Amerikalı. Bizleri birbirimize bağlayan tek şey mesleğimiz. Dolayısıyla da genel itibarıyla konuşmalar eğitim, dersler, öğrenciler ekseninde geçiyor. Kimi zaman birileri size ‘Yahu, sen Türkiyelisin! Bize biraz ülkeni anlat’ deyince fark ediyorsun ki yabancıların arasında yaşadığın halde o yabancılığı üst kimliğe tutunarak yenmişsin. Anlatıyorsun ülkeni doğal olarak! Tarihten, siyasetten soruyorlar. Ben genelde konuyu dönüp dolaştırıp edebiyata getirdiğim için benden bıkmış da olabilirler. Okulda yazan arkadaşlar da var. Mesela sürekli erotik öyküler yazan ve yazdığı öykülerin altlarına müstear adla imza atan bayan bir İngiliz var. Güzel de yazıyor! Şiirsel bir tonu var. Ara sıra oturup, edebiyattan, yazmaktan konuşuyoruz.
Böyle bir ortamın en güzel yanı insanları oldukları gibi kabul etmeyi çabucak öğreniyor olmanız. Hoşgörülü olmayı, dünyaya farklı pencerelerden zorlanmadan bakabilmeyi, başkalarının gözüyle hayatı algılamayı öğreniyorsunuz. Size tuhaf gelecek ama uzun süre böyle bir ortamda yaşadıktan sonra tek kültürlü bir ortama girmekte zorlanıyorum ben. İnsanların o küçük topluluklarında başkaları hakkında ileri sürdükleri önyargılı düşünceleri beni hemen rahatsız ediyor. Bu biraz renkli televizyonu elinden alınıp, tekrar siyah beyaz televizyonu izlemeye zorlanan insanın durumuna benziyor. Bir kere alıştınız mı renklerin büyülü güzelliğine, siyahın ve beyazın her şeyi ikiye bölen ayrımcılığına alışmak zor olur.
Yeni kitabın çıktı Türkiye’de, belki seni eline daha ulaşmadı. Bu ilk kitabının heyecanıyla kitabın oluşma sürecini anlatabilir misin?
Kitap öykü kitabı olduğu için ciddi bir oluşum sürecinden söz etmek doğru olmaz. Son beş yıldır yazmış olduğum öykülerden seçilmiş on iki öyküden oluşuyor kitap. Öykülerin on tanesi Tayland’da, iki tanesi de Vietnam’da yazıldı. Nasip olursa kalanlardan da ikinci ve hatta üçüncü bir kitap çıkarabiliriz. Kitabın hazırlanma süreci başladıktan sonra üç öykü daha yazdım Vietnam’da. Onları sanırım ikinci kitapta görmek nasip olacak... Belki seneye bu zamanlar! 2008 Haziran gibi...
Heyecanlı mıyım? Tabii ki! Bundan kimsenin kuşkusu olmasın! Her yazar aynı değil midir ilk kitabının yayınlanması konusunda? Ben bu kitabı bir başlangıç olarak görüyorum. Bebeğin attığı ilk adımlar... İleride çok daha güzel işler başarabileceğime inancım var. Yeter ki azmimden ve kendime olan inancımdan ödün vermeyeyim. Yazarlık Orhan Pamuk’un tabiriyle ‘inat’ isteyen bir şey. İnatçı olmalısınız! Ancak bu şekilde yazmaya devam edebilirsiniz. Her gün bir sayfa yazmak, her gün deftere yarım sayfa ekleyebilmek, yazamadığın zaman acı çekmek, ıstırap duymak... Yazarlık bir çeşit işkencedir... Ben yeni yazmaya başlayan arkadaşlara Pamuk’un Nobel Ödülü aldığı akşam yaptığı konuşmanın metnini birkaç defa okumalarını tavsiye ediyorum. Orada Pamuk çok güzel anlatıyor insanın neden yazmak isteyebileceğini ve neyin bir insanı yazar yapabileceğini. Daha dün Jakkrit adında eski bir Taylandlı öğrencimle internet üzerinde muhabbet ediyorken, yazmaya özendiğini öğrendim. Ona hemen öncelikle okuması için birkaç yazar adı önerdim. Ardından da Pamuk’un konuşmasının İngilizce çevirisini gönderdim. Yazmaya yeni başlayan gençlere gıpta ile bakıyorum. Benim yaptığım hataları yapmamaları için de elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyorum.
Ve gelecekteki projeler: Neler yapmayı, yazmayı, yayınlamayı tasarlıyorsun?
Dediğim gibi! İkinci bir öykü kitabı zor görünmüyor. Sonuçta öyküler hazır. Sadece derleyip, toparlamak gerekiyor. Bir de tabii zaman gerek birinci kitabın sindirilmesi için. Bu yüzden aceleye gerek yok. En az bir yıl beklemeliyiz. İlk kitaba gelen tepkiler ikinci kitabı da haklı olarak etkileyecektir.
Gelecek adına tasarılarım var. Başladığım ve ilk beş bölümünü yazdığım bir roman var. Bu yılın kalan kısmında ve gelecek yılın ilk yarısında bu roman üzerine yoğunlaşacağım. Roman bitince de mutlaka yeni fikirler, yeni oluşumlar kafamda şekillenmiş olacak. Eğer yazarsanız bilirsiniz! Hiçbir yazar, ‘Tamam artık, tüm yazabileceklerimi yazdım, bundan sonra rahat ölebilirim.’ deyip emekliye ayrılmaz. Bakın Dağlarca’ya... İlerlemiş yaşına rağmen içindeki şiir hayvanını beslemekle meşgul. Zaten bir yazın insanı yazmayı bıraktığı anda ölmüş demektir...
Bu kaçınılmaz bir farktır. Çünkü sonuçta her yazar farkında olsun ya da olmasın yaşadıklarını, etrafındakileri, kendi iç dünyasındaki çatışmaları yazar. Yurt dışında yaşayan her birey için dil tutunacak bir dal gibidir. Hele bir de etrafta Türkçe iletişime geçecek kişilerin olmaması kişiyi yazı ile özel bir ilişki kurmaya yönlendirir. Bir çeşit çaresizliktir yaşanan. Sonuçta insan kendi anadilinde konuşup yazarken daha çok mutlu olur, kendisini evindeymiş gibi hisseder. Ben aslında yazmaya Tayland’da başlamadım. İlk öykümü 1999 depreminden birkaç ay sonra yazmıştım. O zamanlar nasıl olduysa bir dergi öyküyü ele geçirmişti ve yayınlamıştı. Ben öykünün yayınlandığını dergi elime geçince öğrenmiştim. Öykü yazmaya pek hevesim yoktu! Bol bol okurdum! Bulduğum her şeyi, özellikle felsefe, sosyoloji kitaplarını okumayı severdim. Üniversitede Matematik öğreniyor olmam da buna katkıda bulundu diyebilirim. Sonuçta Matematik güzel olanla güzel olmayan arasında ayırım yapmanıza ciddi yardım edebiliyor. Konulara eleştirel bakmayı, hiçbir şeyi yeterli kanıt olmadan kabul etmemeyi öğretiyor. Bir de o yıllar üniversite yılları olduğu için umut doluydum. Şiir yazardım, edebiyat toplantılarına giderdim, arkadaşlarla bir araya gelip kitap okurdum. Okul bittikten sonra Tayland’a çalışmaya gidince birden kendimi bir dil çölünde buldum. Düşünün! İstanbul gibi bir kültür kentinden, okuyacak kitap bulmak için ikinci el kitapçılardan başka kaynağı olmayan bir Çang May’a gidiş! Okunacak kitapların sayısı sınırlıydı. İngilizce okumayı pek sevmiyordum. Bir yıl kadar sadece şiirle yetindim. Bir gün Türkçe konuşabilme yönüyle yalnız yaşadığım bir köyde –Samyan- Saat’i yazdım. Kimse bilmiyordu ama ben kendimi yazmıştım. Öyküyü İngilizce olarak kendisine özetlediğim İngiliz müdürüm bana Beckett’in de benzer bir öyküsünün olduğunu söylemişti. Ben Beckett’in adını ilk kez o gün duymuştum. Ardından öyküyü okuyan Ulaş bana bunun gibi iki öykü daha yazmamı, yazdıktan sonra da Gençlik Kitapevi’nin öykü yarışmasına göndermemi önermişti. Dediği gibi yaptım. Nasıl olduysa, sanki önceden tasarlamışım gibi İlahi Şaka’yı ve Palyaço’yu yazdım. Aylar sonra ikincilik ödülü kazandığımı duyduğumda artık ne yapacağımı biliyordum. Yazacaktım! Yalnızlığa, dil çölünde yaşıyor olmaya ve hatta çaresizliğe karşı silahımdı yazmak.
Öz olarak bu topraklarda yazmayı diğer topraklardakinden farklı kılan pek bir şey yok. Olabileceğine de inanmıyorum! Yazmak isteyen her insan hemen hemen aynı deneyimleri yaşar. Ve bir gün gelir yazmak ister. Yazmak, geride bir şeyler bırakma arzusu, insanlara bir ders verebilme, bir duygu selini tattırabilme isteğidir. Batı Avrupa’da ya da herhangi başka bir gelişmiş toplumda yaşıyor olsaydım benim öykülerim çok farklı olur muydu? Bu soruyu yanıtlamak kolay değildir çünkü insan bilemez yazmayı tetikleyen tüm etkenlerin neler olduğunu. Genel itibarıyla “evrensel” denilen türden insan üzerine yazdığım için büyük bir olasılıkla öykülerin genel kurgusu pek değişmeyecekti. Ama bunun yanında betimlemeler, karakterler, olaylar değişecektir. Sonuçta öyküyü okuyup bitiren okuyucunun zihninde kalan ne yer adlarıdır ne de betimlemeler. Geride kalan neden-sonuç bağlamında ilerleyen öykünün kurgusudur. Bana kalırsa dünyanın neresinde olursam olayım öykülerimin genel kurgusu hemen hemen aynı kalacaktır. Karakterlerin adları değişir, sıcak bir Mart gününü betimleyeceğime, soğuk bir Ocak akşamını anlatırdım. Ama vermek istediğim mesaj aynı kalır. Çünkü o mesaj içimde büyüyen, dışarı çıkmak isteyen, bir yerlerde benden özgür bir biçimde varolmak isteyen bir canavardır. İçimde bir kin varsa, o kin nerede olursam olayım etrafı yakacak derecede öyküden fırlayıp kendisini bulacak, kendisine yeni bir kimlik edinmeyi başaracaktır. Sonuçta Japon öfkesini Alman öfkesinden ayıran şey sadece ettikleri küfürlerdir. Aynı şey aşk için de geçerlidir. Kültürlerin ya da tarihin farklılaştırdığı aşklardan söz edebiliriz ama sonuçta her aşk öyküsü umuda, yaşama bağlılığa, sevgiye gönderilen bir mektup gibidir. Bakın tarih boyunca yazılmış aşk öykülerine! Hemen hepsi birbirinin aynısıdır. Sonları aynı olmasa bile, karakterlerin geldiği kültürel birikimler farklı olsa bile aşk öyküleri okuyucuda hep hüzünlü, hafif melankolik bir duygu dalgası oluşturur. Çünkü insan aynıdır! Sevgiye, sevmeye, aşka, dostluğa muhtaçtır! Bir Fransızın bir Vietnamlıdan aşk konusunda farklı olduğunu düşünmek saflık olur. Deneyimler farklı olabilir ama ihtiyaçlar az çok aynıdır.
Bir de orda aslında bir Avustralya Üniversitesinde çalışarak sadece Vietnam’ı değil daha pekçok farklı kültürü de yakından tanıma fırsatı buluyorsun, bunun sendeki etkileri neler?
Aslına bakılırsa şimdiye kadar bulunduğum tüm okullarda farklı uluslardan insanlarla çalıştım. Şu anda çalıştığım üniversitede de sanırım en az on beş farklı ulustan insan vardır. İrlandalı’sından, Malezya’lısına kadar hepimiz aynı amaç için bir aradayız. Kitaptaki Göz adlı öyküde böylesine çok uluslu bir yazıhanede çalışan paranoyak bir mühendisin hikayesi anlatılır. Çünkü zordur paranoyak olmamak! Kime, neden güvenebilirsin? Oysa ortada bağlanılacak tek bir ortak nokta vardır. Hayatımızı kazanmak, öğrencilere bir şeyler verebilmek ve bunu yaparken başka kültürleri tanıyabilmektir amaç.. İnsan böylesine çok kültürlü bir ortamda çalışınca doğal olarak kendi kimliğini unutup, var olduğunu sandığı bir üst kimliğe tutunuyor ister istemez. Sonuçta okulda herkes öğretmen. İster Taylandlı olun ister Amerikalı. Bizleri birbirimize bağlayan tek şey mesleğimiz. Dolayısıyla da genel itibarıyla konuşmalar eğitim, dersler, öğrenciler ekseninde geçiyor. Kimi zaman birileri size ‘Yahu, sen Türkiyelisin! Bize biraz ülkeni anlat’ deyince fark ediyorsun ki yabancıların arasında yaşadığın halde o yabancılığı üst kimliğe tutunarak yenmişsin. Anlatıyorsun ülkeni doğal olarak! Tarihten, siyasetten soruyorlar. Ben genelde konuyu dönüp dolaştırıp edebiyata getirdiğim için benden bıkmış da olabilirler. Okulda yazan arkadaşlar da var. Mesela sürekli erotik öyküler yazan ve yazdığı öykülerin altlarına müstear adla imza atan bayan bir İngiliz var. Güzel de yazıyor! Şiirsel bir tonu var. Ara sıra oturup, edebiyattan, yazmaktan konuşuyoruz.
Böyle bir ortamın en güzel yanı insanları oldukları gibi kabul etmeyi çabucak öğreniyor olmanız. Hoşgörülü olmayı, dünyaya farklı pencerelerden zorlanmadan bakabilmeyi, başkalarının gözüyle hayatı algılamayı öğreniyorsunuz. Size tuhaf gelecek ama uzun süre böyle bir ortamda yaşadıktan sonra tek kültürlü bir ortama girmekte zorlanıyorum ben. İnsanların o küçük topluluklarında başkaları hakkında ileri sürdükleri önyargılı düşünceleri beni hemen rahatsız ediyor. Bu biraz renkli televizyonu elinden alınıp, tekrar siyah beyaz televizyonu izlemeye zorlanan insanın durumuna benziyor. Bir kere alıştınız mı renklerin büyülü güzelliğine, siyahın ve beyazın her şeyi ikiye bölen ayrımcılığına alışmak zor olur.
Yeni kitabın çıktı Türkiye’de, belki seni eline daha ulaşmadı. Bu ilk kitabının heyecanıyla kitabın oluşma sürecini anlatabilir misin?
Kitap öykü kitabı olduğu için ciddi bir oluşum sürecinden söz etmek doğru olmaz. Son beş yıldır yazmış olduğum öykülerden seçilmiş on iki öyküden oluşuyor kitap. Öykülerin on tanesi Tayland’da, iki tanesi de Vietnam’da yazıldı. Nasip olursa kalanlardan da ikinci ve hatta üçüncü bir kitap çıkarabiliriz. Kitabın hazırlanma süreci başladıktan sonra üç öykü daha yazdım Vietnam’da. Onları sanırım ikinci kitapta görmek nasip olacak... Belki seneye bu zamanlar! 2008 Haziran gibi...
Heyecanlı mıyım? Tabii ki! Bundan kimsenin kuşkusu olmasın! Her yazar aynı değil midir ilk kitabının yayınlanması konusunda? Ben bu kitabı bir başlangıç olarak görüyorum. Bebeğin attığı ilk adımlar... İleride çok daha güzel işler başarabileceğime inancım var. Yeter ki azmimden ve kendime olan inancımdan ödün vermeyeyim. Yazarlık Orhan Pamuk’un tabiriyle ‘inat’ isteyen bir şey. İnatçı olmalısınız! Ancak bu şekilde yazmaya devam edebilirsiniz. Her gün bir sayfa yazmak, her gün deftere yarım sayfa ekleyebilmek, yazamadığın zaman acı çekmek, ıstırap duymak... Yazarlık bir çeşit işkencedir... Ben yeni yazmaya başlayan arkadaşlara Pamuk’un Nobel Ödülü aldığı akşam yaptığı konuşmanın metnini birkaç defa okumalarını tavsiye ediyorum. Orada Pamuk çok güzel anlatıyor insanın neden yazmak isteyebileceğini ve neyin bir insanı yazar yapabileceğini. Daha dün Jakkrit adında eski bir Taylandlı öğrencimle internet üzerinde muhabbet ediyorken, yazmaya özendiğini öğrendim. Ona hemen öncelikle okuması için birkaç yazar adı önerdim. Ardından da Pamuk’un konuşmasının İngilizce çevirisini gönderdim. Yazmaya yeni başlayan gençlere gıpta ile bakıyorum. Benim yaptığım hataları yapmamaları için de elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyorum.
Ve gelecekteki projeler: Neler yapmayı, yazmayı, yayınlamayı tasarlıyorsun?
Dediğim gibi! İkinci bir öykü kitabı zor görünmüyor. Sonuçta öyküler hazır. Sadece derleyip, toparlamak gerekiyor. Bir de tabii zaman gerek birinci kitabın sindirilmesi için. Bu yüzden aceleye gerek yok. En az bir yıl beklemeliyiz. İlk kitaba gelen tepkiler ikinci kitabı da haklı olarak etkileyecektir.
Gelecek adına tasarılarım var. Başladığım ve ilk beş bölümünü yazdığım bir roman var. Bu yılın kalan kısmında ve gelecek yılın ilk yarısında bu roman üzerine yoğunlaşacağım. Roman bitince de mutlaka yeni fikirler, yeni oluşumlar kafamda şekillenmiş olacak. Eğer yazarsanız bilirsiniz! Hiçbir yazar, ‘Tamam artık, tüm yazabileceklerimi yazdım, bundan sonra rahat ölebilirim.’ deyip emekliye ayrılmaz. Bakın Dağlarca’ya... İlerlemiş yaşına rağmen içindeki şiir hayvanını beslemekle meşgul. Zaten bir yazın insanı yazmayı bıraktığı anda ölmüş demektir...
Sevgili Ali merhaba,
YanıtlaSilGünceler Türkçe olunca bana da şenlik oldu. Artık keyfine varabileceğim.
Yeni kitap için kutluyorum.
google'de araştırdım, bir habere rastlayamadım.
Nasıl edinebileceğiz? BD veya buraya bir not düşebilir misin?
Sevgiler, selamlar...