11 Haziran 2007 2. Gün – Pazar
Pazar sabahı horoz sesleri ve Tokcay’ın yoldan geçen motorlara havlaması ile erkenden uyandım. Bir de yandaki boş arazide otlayan ineklerin çıngırakları... Bundan sonraki sabahlarım hakkında bilgi veriyorlardı sanki. Köydeki yaşam güneş doğmadan başlar. Hava ısınmadan köylüler işlerinin çoğunu halletmeye bakarlar. Öğleden sonraya pek iş bırakmamak sıcaklığın kırk dereceye ulaştığı ve kolay kolay aşağıya inmediği bir yerde akıllıca bir seçim. Ama gel bir de bunu bana anlat! Ben tatildeyim! Ya da en azından öyle bir niyetim vardı Tayland’a gelirken. Oysa kayınpederin evinde böyle bir ayrıcalığım olmadığı aşikâr... Herkes gibi ben de erkenden kalkmalıyım. Zaten istesem de uyuyamamam bu gürültüde.
Kahvaltı sırasında Ulaş’ın getirdiği Radikal Kitap eklerine takıldım. Yaklaşık on haftanın ekleri var elimde. Bazıları kitap eki değil, bazıları da kitap eki ama Radikal’in değil. Oku, oku bitmez... Gerçi her kitap eleştirisini okumak değil amacım. Oradan, buradan! İlgimi çeken yazıları okuyorum. Hafif okuma türünden okumalar... Ağıra kaçan eleştirmenlerin yazdıklarını eliyorum. Anlamayacağımdan değil, tatilde olduğumdan... Bütün eklerin başında gün Cuma’yı gösteriyor. Burada her gün Cuma. Her sabah Cuma sabahı...
Kahvaltıdan sonra öğreniyorum ki öğlen yemeği için J’nin akrabalarıyla birlikte Gay Yang, Som Tam ve Kao Niyo yemeye gidecekmişiz. “Nereye gideceğiz?” diye sordum. “Dinazora gideceğiz.” dediler. Dinazor dedikleri, bulunduğumuz yere yaklaşık 20 km uzaklıkta, milyonlarca yıl öncesinden kalma dinazor fosillerinin bulunduğu bir müzenin yanındaki meşhur İsan lokantası. Adının bu tarih öncesi hayvanlarla anılmasının tek nedeni lokantanın yanında duran iki dev dinazor heykeli. Heykellere bakınca insanın gülesi geliyor. Dinazorları öyle resmetmişler ki tarih öncesinden kalma vahşi hayvanlara değil de Taş Devri çizgifilminden çıkma, inşatlarda vinç olarak kullanılan şirin çizgi kahramanlara benziyorlar. Yol üzerinde, lokantadan uzak bir yerde, bunların renklilerini de görmüştüm. Pembe ve yeşile boyanmış, gülümseyen dinazorlar benzin istasyonunun girişinde sürücülere ‘Hoşgeldiniz!’ diyorlardı... İsan insanının hemen her şeyi alaya alan, insanı bir anda ciddiyetten uzaklaştıran şakacılığına vermek lazım bu heykellerin gülünç görüntüsünü.
Yemeğe iki arabayla geldik. Birisi bizimkilerin yeni Toyotası, diğeri de J’nin dayısının büyük Mitsubishi kamyoneti. Toplam dokuz kişiydik. Yemekler söylendi. Her zamanki gibi som tam lao, kao niyo, gay yang, bıla pav ve lap nığa geldi masaya. Onlar som tamı Laos usulü seviyorlardı. Ben Tayland usulü olanından istedim kendim için. Nedense som tam laoyu pek sevmiyorum. Kokusu ağır geliyor sanırım... Yemekte tam karşımdayeni evli bir çift vardı. J’nin dayısının oğlu Dunu ve yeni eşi Sunny. Dunu okumak için Bangkok’taki Ramkamhaeng Üniversitesine gidince, kendi köyünden olan Sunny de Rangsit civarında bir fabrikada çalışmaya başlamış. Aslında birbirlerine olan tutkuları Bangkok’a gitmeden önce de varmış. Bangkok’ta ailelerinden de uzakta iyice alevlenmiş içlerindeki koz. Derken Sunny ve Dunu hafta sonlarını geceleri de dahil olmak üzere birlikte geçirmeye başlamışlar. Tabii köydeki ailelerin durumdan haberdâr olması uzun sürmemiş. Sunny’nin babası hemen Bangkok’a gitmiş. Her ikisiyle de konuşmuş. Köye geri geldiğinde de kıyameti koparmış. ‘Senin oğlun benim kızımın bekaretini bozdu, evlenmekten başka çareleri yok’ diye tutturmuş. Dunu’nun babası önce isteksiz görünmüş. Dunu okulu bitirene kadar beklemeleri için Sunny’nin ailesine biraz para teklif etmiş ama Sunny’nin babası ya daha çok para istemiş ya da parayı tümüyle reddetmiş. Sonra araya başka hesaplar girmiş. Kavga, döğüş derken sonunda iki genci evermişler. Düğünde J buradaydı. Ben Vietnam’daydım. Kız daha 19 yaşında. Dunu da sanırım ya 20 ya da 21. Okulu bıraktı. Şimdi tarlada çalışıyor. Kazandığı üçbeş kuruşla hem evliliğini yürütmeye çalışıyor hem de kardeşlerinin okumasına yardımcı olmaya çalışıyor. Hayat zor! Tarlada çalışmak, hayvanların bakımıyla ilgilenmek, pirinç çuvallarını sırtlayıp taşımak... Neyse ki babası gibi uzun boylu, babayiğit bir delikanlı. Bir o kadar da utangaç. Sunny de evin geçimine yardımcı olmak için bahçede yetiştirdikleri sebzeleri ilçe pazarında satıyor. Bazen de evde tatlı türü şeyler yapıp, pazarda müşterilerin beğenisine sunuyormuş. Girişimcilik ruhu var yani! Önlerinde uzun ve zorlu yıllar var. Ben yine de Dunu’nun okula geri dönüp, diplomasını alması taraftarıyım. Tabii işler o kadar kolay değil. Üniversitede okumak için para lazım. Ayrıca duyduğuma göre Dunu dersleri pek anlamıyormuş. Buradakilerin okumak istemeyen gençler için genelde söylediği bir laf vardır: Riyen may geng! Bu lafı yiyen birisi bir daha belini zor doğrultur. Çünkü tepenizdekiler sizin okuyamayacağınızı anlamış, bu konuda kesin kararı vermiştir. Böylece geriye tek bir yol kalır. Köyün tozlu yollarında malları gütmek, pirinç tarlalarında yevmiye ile çalışmak ya da ufak tefek ticarete atılmak... Üçüncüsü dışındakilerin pek bir gelecek vaad ettiği yok.
Sırası gelmişken Tayland insanının çocuklarına ad vermekteki yaratıcılıklarını anmakta fayda var. Dunu ve Sunny bunlardan ikisi. Mesela Dunu’nun bir kardeşinin adı ‘Up ap’ diğeri de ‘Du pu’. Bunların bir de üç kız kuzenleri var. Adları sırasıyla Pom pem, Pu Pak ve Pu Pik. Bu altı adın hiçbirisinin Taycada ya da Laoscada bir anlamı yok. Sırf kafiye olsun diye konmuş adlar. Ben Bangkok’ta çalışırken hatırladığım bazı öğrenci adlarını da yazayım: Ice, Honda, Toshiba, Lucky, Bonus, Bank, Mu (Domuz), Naam (Su), Luk bıla (Yavru Balık), Big, Lek (Küçük). Bir de burada, İsan bölgesinde duyduğum bir ad var ki sanırım içlerinde en çok bahsedilmeyi hak eden o. İsan’da bazı anneler oğullarına “Ham noy” adını koyarlarmış. “Ham noy” ufak çük anlamına geliyor.
Yemekten sonra J ve ben Kon Ken’e gitmek için Toyota’yı aldık. Önce biraz sorun oldu Vietnam’da sağdan akan trafiğe alışmışken burada soldan gitmek. Ama birkaç dakikada alışıverdim. Günün kalan kısmında pek bir şey olmadı. Alışveriş, yeme, içme ve eve geri dönüş... Kon Ken’den Rong Rığa’ya doğru arabayı sürerken güneş batıyordu. Portakal rengi bir balon gözlerimin önünde yavaş yavaş aşağıya doğru çekilirken ben tatilin bir gününü daha huzur içinde bitirmiş olmanın sevincini yaşıyordum.
Pazar sabahı horoz sesleri ve Tokcay’ın yoldan geçen motorlara havlaması ile erkenden uyandım. Bir de yandaki boş arazide otlayan ineklerin çıngırakları... Bundan sonraki sabahlarım hakkında bilgi veriyorlardı sanki. Köydeki yaşam güneş doğmadan başlar. Hava ısınmadan köylüler işlerinin çoğunu halletmeye bakarlar. Öğleden sonraya pek iş bırakmamak sıcaklığın kırk dereceye ulaştığı ve kolay kolay aşağıya inmediği bir yerde akıllıca bir seçim. Ama gel bir de bunu bana anlat! Ben tatildeyim! Ya da en azından öyle bir niyetim vardı Tayland’a gelirken. Oysa kayınpederin evinde böyle bir ayrıcalığım olmadığı aşikâr... Herkes gibi ben de erkenden kalkmalıyım. Zaten istesem de uyuyamamam bu gürültüde.
Kahvaltı sırasında Ulaş’ın getirdiği Radikal Kitap eklerine takıldım. Yaklaşık on haftanın ekleri var elimde. Bazıları kitap eki değil, bazıları da kitap eki ama Radikal’in değil. Oku, oku bitmez... Gerçi her kitap eleştirisini okumak değil amacım. Oradan, buradan! İlgimi çeken yazıları okuyorum. Hafif okuma türünden okumalar... Ağıra kaçan eleştirmenlerin yazdıklarını eliyorum. Anlamayacağımdan değil, tatilde olduğumdan... Bütün eklerin başında gün Cuma’yı gösteriyor. Burada her gün Cuma. Her sabah Cuma sabahı...
Kahvaltıdan sonra öğreniyorum ki öğlen yemeği için J’nin akrabalarıyla birlikte Gay Yang, Som Tam ve Kao Niyo yemeye gidecekmişiz. “Nereye gideceğiz?” diye sordum. “Dinazora gideceğiz.” dediler. Dinazor dedikleri, bulunduğumuz yere yaklaşık 20 km uzaklıkta, milyonlarca yıl öncesinden kalma dinazor fosillerinin bulunduğu bir müzenin yanındaki meşhur İsan lokantası. Adının bu tarih öncesi hayvanlarla anılmasının tek nedeni lokantanın yanında duran iki dev dinazor heykeli. Heykellere bakınca insanın gülesi geliyor. Dinazorları öyle resmetmişler ki tarih öncesinden kalma vahşi hayvanlara değil de Taş Devri çizgifilminden çıkma, inşatlarda vinç olarak kullanılan şirin çizgi kahramanlara benziyorlar. Yol üzerinde, lokantadan uzak bir yerde, bunların renklilerini de görmüştüm. Pembe ve yeşile boyanmış, gülümseyen dinazorlar benzin istasyonunun girişinde sürücülere ‘Hoşgeldiniz!’ diyorlardı... İsan insanının hemen her şeyi alaya alan, insanı bir anda ciddiyetten uzaklaştıran şakacılığına vermek lazım bu heykellerin gülünç görüntüsünü.
Yemeğe iki arabayla geldik. Birisi bizimkilerin yeni Toyotası, diğeri de J’nin dayısının büyük Mitsubishi kamyoneti. Toplam dokuz kişiydik. Yemekler söylendi. Her zamanki gibi som tam lao, kao niyo, gay yang, bıla pav ve lap nığa geldi masaya. Onlar som tamı Laos usulü seviyorlardı. Ben Tayland usulü olanından istedim kendim için. Nedense som tam laoyu pek sevmiyorum. Kokusu ağır geliyor sanırım... Yemekte tam karşımdayeni evli bir çift vardı. J’nin dayısının oğlu Dunu ve yeni eşi Sunny. Dunu okumak için Bangkok’taki Ramkamhaeng Üniversitesine gidince, kendi köyünden olan Sunny de Rangsit civarında bir fabrikada çalışmaya başlamış. Aslında birbirlerine olan tutkuları Bangkok’a gitmeden önce de varmış. Bangkok’ta ailelerinden de uzakta iyice alevlenmiş içlerindeki koz. Derken Sunny ve Dunu hafta sonlarını geceleri de dahil olmak üzere birlikte geçirmeye başlamışlar. Tabii köydeki ailelerin durumdan haberdâr olması uzun sürmemiş. Sunny’nin babası hemen Bangkok’a gitmiş. Her ikisiyle de konuşmuş. Köye geri geldiğinde de kıyameti koparmış. ‘Senin oğlun benim kızımın bekaretini bozdu, evlenmekten başka çareleri yok’ diye tutturmuş. Dunu’nun babası önce isteksiz görünmüş. Dunu okulu bitirene kadar beklemeleri için Sunny’nin ailesine biraz para teklif etmiş ama Sunny’nin babası ya daha çok para istemiş ya da parayı tümüyle reddetmiş. Sonra araya başka hesaplar girmiş. Kavga, döğüş derken sonunda iki genci evermişler. Düğünde J buradaydı. Ben Vietnam’daydım. Kız daha 19 yaşında. Dunu da sanırım ya 20 ya da 21. Okulu bıraktı. Şimdi tarlada çalışıyor. Kazandığı üçbeş kuruşla hem evliliğini yürütmeye çalışıyor hem de kardeşlerinin okumasına yardımcı olmaya çalışıyor. Hayat zor! Tarlada çalışmak, hayvanların bakımıyla ilgilenmek, pirinç çuvallarını sırtlayıp taşımak... Neyse ki babası gibi uzun boylu, babayiğit bir delikanlı. Bir o kadar da utangaç. Sunny de evin geçimine yardımcı olmak için bahçede yetiştirdikleri sebzeleri ilçe pazarında satıyor. Bazen de evde tatlı türü şeyler yapıp, pazarda müşterilerin beğenisine sunuyormuş. Girişimcilik ruhu var yani! Önlerinde uzun ve zorlu yıllar var. Ben yine de Dunu’nun okula geri dönüp, diplomasını alması taraftarıyım. Tabii işler o kadar kolay değil. Üniversitede okumak için para lazım. Ayrıca duyduğuma göre Dunu dersleri pek anlamıyormuş. Buradakilerin okumak istemeyen gençler için genelde söylediği bir laf vardır: Riyen may geng! Bu lafı yiyen birisi bir daha belini zor doğrultur. Çünkü tepenizdekiler sizin okuyamayacağınızı anlamış, bu konuda kesin kararı vermiştir. Böylece geriye tek bir yol kalır. Köyün tozlu yollarında malları gütmek, pirinç tarlalarında yevmiye ile çalışmak ya da ufak tefek ticarete atılmak... Üçüncüsü dışındakilerin pek bir gelecek vaad ettiği yok.
Sırası gelmişken Tayland insanının çocuklarına ad vermekteki yaratıcılıklarını anmakta fayda var. Dunu ve Sunny bunlardan ikisi. Mesela Dunu’nun bir kardeşinin adı ‘Up ap’ diğeri de ‘Du pu’. Bunların bir de üç kız kuzenleri var. Adları sırasıyla Pom pem, Pu Pak ve Pu Pik. Bu altı adın hiçbirisinin Taycada ya da Laoscada bir anlamı yok. Sırf kafiye olsun diye konmuş adlar. Ben Bangkok’ta çalışırken hatırladığım bazı öğrenci adlarını da yazayım: Ice, Honda, Toshiba, Lucky, Bonus, Bank, Mu (Domuz), Naam (Su), Luk bıla (Yavru Balık), Big, Lek (Küçük). Bir de burada, İsan bölgesinde duyduğum bir ad var ki sanırım içlerinde en çok bahsedilmeyi hak eden o. İsan’da bazı anneler oğullarına “Ham noy” adını koyarlarmış. “Ham noy” ufak çük anlamına geliyor.
Yemekten sonra J ve ben Kon Ken’e gitmek için Toyota’yı aldık. Önce biraz sorun oldu Vietnam’da sağdan akan trafiğe alışmışken burada soldan gitmek. Ama birkaç dakikada alışıverdim. Günün kalan kısmında pek bir şey olmadı. Alışveriş, yeme, içme ve eve geri dönüş... Kon Ken’den Rong Rığa’ya doğru arabayı sürerken güneş batıyordu. Portakal rengi bir balon gözlerimin önünde yavaş yavaş aşağıya doğru çekilirken ben tatilin bir gününü daha huzur içinde bitirmiş olmanın sevincini yaşıyordum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder