Bu Blogda Ara

30 Eylül 2024

Sürgünden Öte (6)


Ahh o gün, anımsadıkça yüreğimin mangaldaki et gibi cız ettiği; aydınlıkla karanlık arasında, umutla yeis arasında, cesaretle korku arasında gidip geldiğim, havanın bile kafasının karışık olduğu, bir açılıp bir yağdığı o hercai gün. Seni hayatımın neresine koyacağımı bilemediğim, bir an çok sevip bağrıma bastığım, birkaç saniye sonra nefret edip balkondan aşağı attığım o meşum gün. Sen havaalanında heyecanla sıranın sana gelmesini beklerken, senden dokuz kişi arkada sırada bekleyen bir kadın vardı, bilmem hatırlar mısın? Beyaz çiçeklerle süslü, omuz kısmı şişkin, kısa kollu, uzun etekli, açık mavi bir elbise giymiştim. Suratımda hafif bir makyaj vardı, uykusuz gecelerin izlerini silmek için biraz krem ve allık, soluk dudaklarımda belli belirsiz bir sakura pembesi. Kafamın içinde kördüğüm olmuş yolakların tersini temsil edercesine saçlarım uzun, yumuşak ve düzdü o gün, bir de bordo taç vardı , yanları yıldız desenli. Bir ara göz göze bile geldik, dalgınlığıma gelmiş olmalı ki bakışlarımı kısıp yanaklarımı şişirerek, yedi yaşındaki oğlunu okul çıkışında karşılayan bir anne gibi gülümsedim sana doğru. Sen de elindeki telefondan başını kaldırıp, boş gözlerle benim olduğum tarafa doğru baktın. Benim sana gülümseyip gülümsemediğimden ya da gülümsediğim kişinin sen olup olmadığından emin olamıyordun. Arkamdaki bir noktaya -dışarıdaki yağmura?- yarım yamalak odaklandın ama zihninin kancası takılmıştı bir kere bana. Kimdi bu kadın? Neden gülümsemişti sana? Daha önce onu bir yere görmüş müydün acaba? Süpermarkette? Lokantada? Eskiden sıklıkla gittiğin Insomnia’da? Yüzü pek yabancı gelmiyordu aslında! Hayır, hayır, ilk defa görüyordun bu yüzü. Senden birkaç yaş büyük görünüyordu, belki de aynı yaştaydınız. Seni birisiyle karıştırmış olmalıydı. Ama yok, sen de fark etmiştin o gözlerde sana ait bir şeyler olduğunu, sen de anlamıştın bunun anlık bir hatanın içine gizlenmiş uzun soluklu bir mahpusluk olduğunu. Bir çaresizlik, bir umut arayışı, denize atılan şişedeki yalnızlık vardı o bakışlarda. Bunu fark etmiştin ama yapabilecek bir şeyin yoktu. Gelip merhaba diyemezdin bana. Yanında karın, çocuğun, önünde iki aylık bir yaz tatili, gideceğin diyarda annen, ablan, yeğenlerin, arkadaşların... Suçlanacak birisi varsa bu kadın olmalıydı, böyle lambadan çıkan cin gibi karşına çıkıp kafanı karıştıran.

Bölümlerin tamamı ileride yayınlanacak kitapta yer alacaktır. 

Bir sonraki bölüm: Yer Üstünden Notlar: Sürgünden Öte (7) (sessizkuyu.blogspot.com)

24 Eylül 2024

Sürgünden Öte (5)


 Dışarıda ise Çin’i baştan keşfeden, bir ressam gibi kırmızının elli tonunun her birine ayrı bir meyve adı veren, balta girmemiş bir yağmur ormanına hasbelkader düştüğü için hayatında ilk defa gördüğü hayvan ve bitki çeşitliliğiyle başı dönen, dili tutulan, gözleri hayranlıkla yerlerinden fırlayan, meraklı ve çalışkan bir bilim insanı vardı. Xiao Ma ile sık sık konuşmak zorunda kaldığın için ve çocuk senin tüm ısrarlarına rağmen seninle İngilizce konuşmayı reddettiği için Çince konuşma kabiliyetin bir nebze ilerlemişti ve bundan aldığın cesaretle sokaktaki insanlarla iletişime geçmekten, derdini anlatmaktan ya da onların dertlerini dinlemekten daha az çekinir olmuştun. Ayrıca, Wang Chenxi ev işlerinin sorumluluğunu üzerine aldığı ve senin de artık kadın peşinde koşman hukuken olmasa bile örfen yasak olduğu için boş vaktin bir hayli artmıştı. Sebzelerin en tazesini almak için sabah erkenden manav önlerinde tekerlekli alışveriş çantalarıyla sıraya giren ninelerin ve asırlık sandal ağacının altında oturup majiang oynayan üstsüz, tasasız ve dişsiz -ama sigarasız değil- dedelerin arasına karışmıştın adeta. Sıradanlık ilk defa seni rahatsız etmiyordu; bilakis kalabalıklar içinde eriyip yok olabildiğin, kimse tarafından parmakla gösterilmediğin, küçük bir sabun köpüğünün ya da sınırları alabildiğine dar bir yankı odasının içinde ömrünü çürütmediğin için seni gururlandırıyordu üzerine oturttuğun bu yeni mizacın. 11 yıllık bir mücadelenin sonunda nihayet Çin’e varmıştın çünkü öncesinde evinde Türkçe kitaplar okuyup Türkçe hikâyeler yazan, çalıştığı okulda Amerikan müfredatı okutup çoğu vaktini yabancı öğretmenlerle İngilizce konuşarak geçiren bir Naci Bey vardı. Çin sadece evle okul arasında geçmek zorunda kaldığın ölü sokaklara verdiğin addı. Oysa, evlilikle gelen rahatlık ve sıradanlık -Ehhh olsun o kadar değil mi, karının ve seni her saniye izleyen biricik ajanının memleketi sonuçta!- içinden geçtiğin bu sokakların renklerini, seslerini, kokularını ve hatta biraz daha gayretle ruhlarını algılamana yol açmıştı. Kaldırımda yürürken karşıdan gelen ve yiyecekmiş gibi seni tepeden tırnağa süzen yaşlı kadınları, o kocaman Karadenizli burnunu görünce İngilizce konuşabildiklerini belli etmek için bir şeyler mırıldanarak yanından geçen genç erkekleri, senin onlara doğru hızlı ve kararlı adımlarla yürüdüğünü fark ettiklerinde bakışlarını önlerine düşürüp kirpiklerinin gölgesini gözlerinin altına seren utangaç genç kızları, öğlen yemeklerinden sonra Si Hai parkında yürürken sen bir anda karşılarına çıkınca ilk iş olarak çocuklarını kendi bedenlerine doğru çekip şaşkın yavrularının başını okşamaya başlayan genç anneleri, Hong Kong lokantasında karekodu taratmak yerine resimli menü istediğini duyunca kızan ama kızdığını belli edemeyen bitkin garsonları, Guangdong eyaletinin küçük şehirlerinden Shenzhen’a çalışmaya gelmiş temizlikçi kadınların yorgun ama samimi gülümsemelerini, öğlen yemeğinden sonra gölgelik bir yere serdikleri kartonların üzerinde şekerleme yapan inşaat işçilerini, pisuvara işerken boşta kalan eliyle ikide bir kendi kıçına şaplak atan adamları, Alaçinko[1] tuvaletlerde hiç sıkıntı çekmeden işlerini gören, hatta sigarasını içip telefonunda oyununu oynayan aşçı yamaklarını, sırtı sana dönük halde karşı masaya oturan ve iki saat boyunca acaba bana mı bakıyor, bir yerim mi açıldı, iç çamaşırım mı görünüyor gibi yaşlı kız kuruntularıyla sürekli bluzunu ve eteğini çekiştiren ama bir yandan da saçıyla başıyla oynamaktan usanmayan dedikoducu kadınları, içine duman basılmış kovandan kaçan arılar gibi akşamları neredeyse hep aynı saatte ofis binalarını terk eden binlerce beyaz yakalıyı, sabahları egzersiz adı altında baldırlarını ve göbeklerini tokatlayan orta yaşlı yaşam gurularını, eline VIP kart tutuşturup sana 10 saç tıraşı sözü veren ve bunun için senden toplu para alan berberin sen ikinci tıraşını olduktan sonra dükkânını kapatıp sırra kadem basmasını, torunlarına hava aldırmak için sitenin bahçesine çıkaran ama hava çok sıcak olduğu için çareyi klimanın her daim çalıştığı süpermarkete sığınmakta bulan nineleri, parklarda dans eden teyze topluluklarına dahil olmak isteyen ama utandıkları için ışığın en az vurduğu köşelerde sessiz sakin danslarını icra eden dayıları ve önceki hayatında, o bildik oryantalist kibrinin gözünün önüne perdeler çekmesiyle göremediğin daha pek çok ayrıntıyı görür olmuştun. Yine bu zamanda civardaki işçilerin öğlen yemeği yediği ucuz lokantalara gidip onlarla aynı masada yemek yemiş -Karşı masada sessiz sakin bir halde çorba kaşıklayan soluk yüzlü kadın kimdi acaba, hiç merak etmedin mi?-, sırf içinden geldiği için Çin yeni yılında okulun hademelerine ufak hediyeler vermiş, motokuryelerin çalışma koşullarının düzeltilmesi için düzenlenen bir çalıştaya katılmış ve misafir katılımcı olarak bir konuşma yapmıştın. Hatta bu konuşmanın Çince çevirisi sosyal medyada hızla yayılmış, sen tam “yıllardır beklediğim ilgi ve alaka hiç ummadığım bir yerden beni bulacak galiba” dediğin anda, metnin içinde geçen birkaç siyasi atıf malum çevrelerde rahatsızlığa neden olduğu için -buna ben bile mâni olamam maalesef!- konuşma metninin Çince çevirisi tek bir parmak hareketiyle tüm platformlardan bir anda silinmişti.

Bölümlerin tamamı ileride yayınlanacak kitapta yer alacaktır. 

17 Eylül 2024

Sürgünden Öte (4)

                                
 

 Yaaa işte böyle, Naci Hocam. Şaka maka, ilk on yılı devirdik birlikte. Hatıratını yazmaya kalksan senin bile aklına gelmeyecek detaylarla nasıl da süslüyorum öykümü, değil mi? Eh, kendime üstat olarak seçtiğim kişiye bakmak lazım, şanımız ondandır, hürmetimiz onadır, iftiharımız onun peşinden -her anlamda- gidiyor oluşumuzdandır... Senin rahle-i tedrisinden geçtim, sen nasıl ki Orhan Pamuk hakkında konuşurken “Onun yayımlayıp benim okumadığım tek bir kitabı yok.” diyerek hava atmayı seversin, ben de senin hakkında “Senin yazıp yayımladığın ya da bir yerlerde sakladığın ve hatta unuttuğun ne varsa okudum” diyerek kendimle gurur duyarım. Asıl neyi merak ediyorum biliyor musun? Sen bu öyküyü okurken yüzüne yayılan şaşkınlığı, içini dolduran paranoyakça korkuyu, gözlerini bulandıran damlaları, diken olup ayaklanan tüylerini görmeyi ne kadar çok isterdim! Belki o da olur, hele bir bitirelim, son harfe bastığımda kim nereye savrulmuş bir görelim, ondan sonra döner bakarız bu paragrafa tekrar…

Seni bokstan kurtaran şey bu sefer ayağına takılıp bedenini kanalizasyon çukuruna baş aşağı yuvarlayan bir zincir olmadı. O kadar sefil bir haldeydin ki bir daha hayatın boyunca tek bir fiske bile yememen ya da çıplak bir kadının resmine bir daha bakmaman kaydıyla esrar veya kumar bağımlısı olmana bile razı olabilirdim.  Neyse ki evrenin çarklarını kontrol eden mekanizma seni bu sefer lüzumsuz bir çılgınlığın, malayani bir uğraşın peşine salmadı. Bilakis; yılardır hırpaladığı, duvardan duvara savurduğu, şekilden şekle soktuğu o ne istediğini bilmeyen cıvık hamura biraz soluk aldırmaya, nefesini meltem esintileriyle doldurup istikrarı sağlamaya, huzurun en dikensiz yanını ona tattırmaya karar vermişti. Bu yüzden de bir boks maçı çıkışında karşına Wang Laoshi’yı çıkardı. O gün, “Bir kahve içelim mi?” teklifiyle başlayan yakınlığınız Weixin’de saatler süren mesajlaşmalara, birbirinizi uzaktan da olsa anlamaya ve sabahları çalışma masalarına konan ufak hediyelere dönüştü. Seni en çok etkileyen yanı da sana yazdığı uzun bir mesajda “Biz Çinliler, Çin’de yaşayan siz yabancılar gibi şanslı değiliz. Dayak yemek için özel bir çaba sarfetmemiz gerekmiyor. Çin’in kendi vatandaşlarına sunduğu koşullar yumruğunu her sabah öyle bir indiriyor ki karnımıza, akşama yatağa düşüp sızdığımızda kendimize ancak gelebiliyoruz. Ertesi sabah tam iyileştik derken yine bir yumruk, yine cenin pozisyonunda iki büklüm, yine gün boyu sürecek bir sancı. Sonsuz bir döngüde, Deve Xiangzi’den[1] beri değişmeyen kaderimizle baş başayız senin anlayacağın, ya da asla anlayamayacağın… Lao She’yi okudun mu ki?”  cümlelerini kullanmış olmasıydı. O gün onu kendine yakın hissetmiş, onu daha iyi tanımak için çaba sarfetmeye karar vermiştin. O gün aynı zamanda boks salonuna bir daha adım atmama kararını verdiğin gündü. 

Bölümlerin tamamı ileride yayınlanacak kitapta yer alacaktır. 

Bir sonraki bölüm: Yer Üstünden Notlar: Sürgünden Öte (5) (sessizkuyu.blogspot.com)



07 Eylül 2024

Sürgünden Öte (3)


Evliliğe en çok yaklaşacağın ama nihayetinde direğinden döneceğin, kış güneşi gibi umutlandırıp ısıtmayan o delimsirek maceranın başladığı yıldı altıncı yılın. Boyu boyuna, huyu huyuna, suyu suyuna uygun İspanyol bir kız bulmuştun. Tam İspanyol da sayılmazdı ya! Kanarya Adaları’ndandı. Shenzhen’e yüksek lisans yapmaya gelmiş ve şimdilik Çince öğreniyormuş. Bukleli saçları ikide bir kulaklarının arkasından zıplayarak çıkardı da sen nasıl zevkten çıldırırdın, hatırlıyor musun? Omzunun bitip boynunun başladığı yerdeki o minik gölgeli çukur bakmaya doyamadığın, her hareket ettiğinde seni bambaşka haz evrenlerinin kapısının önüne savuran ne bereketli bir pınardı değil mi? Ham fındık yeşili gözleriyle seni süzdüğünde, o zeytinyağı rengi teniyle tenine dokunduğunda, o kolundan yükselen altın sarısı ayva tüyleri en beklenmedik zamanlarda gözüne takıldığında, sen sen olmaktan çıkar, zamanın ve mekânın ötesinde meçhul bir noktada, zebun bedenini tanrısal zevklerin ılık nehrine bırakırdın. Ama en çok da tuzlu çekirdek çitlemekten çilek gibi kızaran dilini senin ağzına sokup sana emdirirken -Dili kopasıca Avrupalı kaltaklar, nasıl da biliyorlar işlerini!- kafan karışır, beynindeki devreler kısa devre yapar, hak etmediği bir güzelliği şans eseri kapısında bulmuş müzmin bir yoksul gibi sonsuz genişlikte bir şenlik moduna girerdin. Kanarya, Çin’in diğer kentlerini ziyaret etmek için bahanen olmuştu. Xian’a, Pekin’e, Şanghay’a, Hangzhou’ya, Xiamen’e, Nanjing’e, Suzhou’ya, Chengdu’ya hep onunla gittin. O şehirleri kendi gözünle gördüğün kadar bir de onun gözüyle gördün. Oraların yemeklerini kendi dilinle tattığın gibi bir de onun diliyle tattın. Birbirinize olan tutkulu bağlılığınız sadece zihinsel bir uyumluluk değildi, tenleriniz de mıknatısın ters kutupları gibi birbirlerine karşı sabırsız, aceleci ve engel tanımazdı. Birlikte geçirdiğiniz ilk yıl toplumsal normlarda delikler açacak, hatta var olan delikleri afaki boyutlarda genişletecek kadar delişmen ve ateşliydi. Gün içinde sokak ortasında öpüşmeler, parkta neredeyse son noktasına varacak olan fiziksel yakınlaşmalar, araba parkının izbe bir köşesinde şipşak düzüşmeler, Dameixia’daki plaja gece yarısından sonra gidip kayalıkların kısmen kapattığı bir kumlukta sahili usul usul öpen dalgaların eşliğinde sevişmeler… Senin bile Kanarya’yı tanımadan önce kendine yakıştırmadığın, başkalarında görecek olsan ayıplayacağın davranışlardı bunlar. İçindeki o utangaç, o tutucu, o yaptığı her hareketi “başkaları ne der?” sorusunun yanıtına göre yönlendiren birisi için devrim niteliğinde değişimlerdi yaşadıkların. Tam olarak da bu yüzden ona, daha önce hiçkimseye bağlanmadığın sağlam bir zincirle bağlanmıştın. Bu zincirlerin seni ürkütmeye başlaması çok sonraları, ateş harını yitirip közlerin sıcağıyla yetinme evresine geçince gerçekleşecekti.

Bölümlerin tamamı ileride yayınlanacak kitapta yer alacaktır. 

Bir sonraki bölüm: Yer Üstünden Notlar: Sürgünden Öte (4) (sessizkuyu.blogspot.com) 

01 Eylül 2024

Sürgünden Öte (2)

 

    


 

Yine de olmadı Naci! Seraplardan başka bir şeyle karşılaşamadım arkanda bıraktığın uzun ince çizginin bitmeyen kıvrımlarında; dizlerim, karnım ve dirseklerim üstünde sürünürken. Kadınlığımın pürtüklü mağaralarında hayalin için dahi olsa sana da yer açtım ama sen bir türlü giremedin o geniş eşikten içeriye. Kimsenin sığamadığı zihnimin dar dehlizlerine o çocuksu cüssenle sığmayı başardın ama her akşam cam gibi parçalanan ve her sabah yeniden toparlanıp tutkalla yapıştırılan bedenime bir adım bile yanaşamadın. Ay ışığının çarpıp yumuşattığı ıslak kaldırımlarda hep senin silüetini gördüm ama sen bir kere bile görmedin beni, varmadın farkıma; çalıştığın okulda karşılaştığın, yıllarca aynı katta çalışmış olmanıza rağmen adlarını öğrenme zahmetine bile katlanamadığın o çıtı pıtı idareci kızlara cömertçe dağıttığın mahcup gülümsemeni benimle bir kere bile paylaşmadın. Tıpkı, doğmamış çocuğumun, doğuma birkaç hafta kala kaybettiğim oğlumun annesinin yüzünü bir kere bile görememesi gibiydi aramızda gerçekleşen met cezir hadisesi. Ben sana yakındım, sen kendinden bile uzaktın. Ben cıvıl cıvıl dünyaydım, sen ıpıssız ay! Ben çömlek gibi şişkin karnına bakıp hayaller kuran anne adayıydım sen varışı müjdelenmiş olan kutlu yüz. Evet, ben onu da aylarca beklemiş, onun bana bakıp gülümseyeceği günü hayal etmiş, bana “anne” diyeceği ânı bedenimdeki tüm hücrelerle arzulamıştım. Ne o bakabildi yüzüme ne de sen! Ne o sevebildi beni, ne de sen! Ondan bana her daim yanımda gezdirdiğim ve hiç büyümeyen altı-yedi yaşlarında, dolgun yanakları soğuk havalarda pembeleşen gözleri ışıl ışıl bir rüya kaldı. Senden ise metruk bir kent, soğuk bir gezegen ve içinde akreplerin ve yılanların cirit attığı ürkünç bir çöl gecesi. Yangzte nehrinin karşı yakasında kalmış topal yavru tavşanlardınız ikiniz de. Sizi takip ederken nehir boyu aşağı yukarı koşuyor, umutla ve sevdayla önüme çıkan çalı çırpıları elimin tersiyle itiyor, tenimi yırtıp kanatan dikenlere aldırmıyor, kimi zaman sizin bana bu derece yakın olmanıza şaşırıyor, ara sıra daralan nehir yatağıyla umutlanıyor ama nihayetinde Doğu Çin Denizi’nde son bulan maceramın makus kaderini değiştiremiyordum. En çok acı vereni de neydi biliyor musun Naci Hocam? Uyku tutmayan gecelerde o altı-yedi yaşlarındaki çocuğun pürüzsüz yüzünün senin tıraşsız yüzündeki beneklerle buluşması, onun yüzünde senin gözlerinin, senin yüzünde onun dudaklarının belirmesi, aklımın başımdan gitmesi ve tüm bu kafa karışıklığının sonunda kendimi, sabahın üçünde balkonun serin demirlerine dirseklerimi dayamış bir halde sessizce ağlıyorken bulmam…

Seni o barda, hiçbir zaman çıkmayacağın seyahatin planlarını yaparken gördüğüm akşam hastaneden taburcu olduğum günden tam altı ay sonrasıydı. Bu kaybettiğim üçüncü bebekti. İlk defa sekizinci aya kadar yaşamıştı bebeğim, ilk defa bu kadar umutlanmış, ilk defa bebek için alışveriş yapmıştım. Olmadı! Ve kocam ve ben tekrar denememeye karar verdik. Ağaçtan düşüp bacağını kıran ve altı ay boyunca çaresizce inim inim inleyen bir yabani hayvan gibiydim. Bedenim bir şekilde zamanla iyileşmişti ama zihnim! Onu ancak sakinleştirici haplarla uyutabiliyor, beynimin guddelerinde yankılanan bebek ağlaması sesini bir nebze kesebiliyordum. Aklımı başka bir şeyle meşgul edersem ruhumdaki bataklık daha çabuk kurur demiştim. İl İstihbarat Dairesi’nin psikiyatrıyla yaptığım üç ayrı görüşmeden sonra benim kaldığım yerden göreve devam etmem için yeşil ışık yakılmıştı. Her ne kadar ilk başlarda seni izlemenin verdiği heyecanla acılarım dinmiş olsa da bir süre sonra bendeki yaranın asla iyileşemeyecek türden olduğunu kavramıştım. Günde üç defa yutulup zihnimi eski bir ayakkabının köselesine çeviren o kırmızı haplara bir de seni eklemiştim, hepsi bu!  Artık mümkün olan tüm vakitlerde peşinde dolanıyor, senin yazdıklarını okuyor, senin çektiğin fotoğraflara -beğenmeyip sildiklerin dahil- bakıyor, dinlemekten bıkmadığın müzikleri dinliyor, bilgisayarında şifreyle kaydettiğin metinleri hayretle karışık bir tecessüsle didik didik ediyor, çok önceden yazmış olduğun öyküleri ve şiirleri okuyup ilham kaynaklarını bulmaya çalışıyor, aldığın soluk, içtiğin su, dalıp gittiğin manzara, boğazından aşağıya inen lokma oluyordum. Ve hep şu soruyu soruyordum kendime: Senin yaran nerede? Hani o yıllar sonra yazacağın anılarının başında bahsettiğin, buraya gelen yabancıların hepsinde var olduğuna inandığın, iyileşmeyen, kurumayan, yok olmayan, sönük bir yanardağ gibi sinsi sinsi çok derinlerde kızıl korlarını canlı tutan yaraların neredeydi? Çok derinlere gömmüştün de sen bile bulamıyor muydun? Yoksa seni gerçek anlamda sevecek, cılız bedenini kollarına aldığı anda karınlarınızın birbirine temas ettiği noktadan bahara tomurlanmış erik ağaçlarının fışkıracağı, emdiğin dudağından ab-ı hayat kaynaklarına kavuşacağın kadına mı saklıyordun sırrını, pek sayın Naci Öğretmenim?

Bölümlerin tamamı ileride yayınlanacak kitapta yer alacaktır. 

Üçüncü Bölüm: Yer Üstünden Notlar: Sürgünden Öte (3) (sessizkuyu.blogspot.com)