Yine de olmadı Naci! Seraplardan başka bir şeyle
karşılaşamadım arkanda bıraktığın uzun ince çizginin bitmeyen kıvrımlarında;
dizlerim, karnım ve dirseklerim üstünde sürünürken. Kadınlığımın pürtüklü mağaralarında
hayalin için dahi olsa sana da yer açtım ama sen bir türlü giremedin o geniş eşikten
içeriye. Kimsenin sığamadığı zihnimin dar dehlizlerine o çocuksu cüssenle sığmayı
başardın ama her akşam cam gibi parçalanan ve her sabah yeniden toparlanıp
tutkalla yapıştırılan bedenime bir adım bile yanaşamadın. Ay ışığının çarpıp
yumuşattığı ıslak kaldırımlarda hep senin silüetini gördüm ama sen bir kere
bile görmedin beni, varmadın farkıma; çalıştığın okulda karşılaştığın, yıllarca
aynı katta çalışmış olmanıza rağmen adlarını öğrenme zahmetine bile
katlanamadığın o çıtı pıtı idareci kızlara cömertçe dağıttığın mahcup gülümsemeni
benimle bir kere bile paylaşmadın. Tıpkı, doğmamış çocuğumun, doğuma birkaç
hafta kala kaybettiğim oğlumun annesinin yüzünü bir kere bile görememesi
gibiydi aramızda gerçekleşen met cezir hadisesi. Ben sana yakındım, sen
kendinden bile uzaktın. Ben cıvıl cıvıl dünyaydım, sen ıpıssız ay! Ben çömlek
gibi şişkin karnına bakıp hayaller kuran anne adayıydım sen varışı müjdelenmiş
olan kutlu yüz. Evet, ben onu da aylarca beklemiş, onun bana bakıp
gülümseyeceği günü hayal etmiş, bana “anne” diyeceği ânı bedenimdeki tüm
hücrelerle arzulamıştım. Ne o bakabildi yüzüme ne de sen! Ne o sevebildi beni,
ne de sen! Ondan bana her daim yanımda gezdirdiğim ve hiç büyümeyen altı-yedi
yaşlarında, dolgun yanakları soğuk havalarda pembeleşen gözleri ışıl ışıl bir
rüya kaldı. Senden ise metruk bir kent, soğuk bir gezegen ve içinde akreplerin
ve yılanların cirit attığı ürkünç bir çöl gecesi. Yangzte nehrinin karşı
yakasında kalmış topal yavru tavşanlardınız ikiniz de. Sizi takip ederken nehir
boyu aşağı yukarı koşuyor, umutla ve sevdayla önüme çıkan çalı çırpıları elimin
tersiyle itiyor, tenimi yırtıp kanatan dikenlere aldırmıyor, kimi zaman sizin
bana bu derece yakın olmanıza şaşırıyor, ara sıra daralan nehir yatağıyla
umutlanıyor ama nihayetinde Doğu Çin Denizi’nde son bulan maceramın makus
kaderini değiştiremiyordum. En çok acı vereni de neydi biliyor musun Naci Hocam?
Uyku tutmayan gecelerde o altı-yedi yaşlarındaki çocuğun pürüzsüz yüzünün senin
tıraşsız yüzündeki beneklerle buluşması, onun yüzünde senin gözlerinin, senin
yüzünde onun dudaklarının belirmesi, aklımın başımdan gitmesi ve tüm bu kafa
karışıklığının sonunda kendimi, sabahın üçünde balkonun serin demirlerine
dirseklerimi dayamış bir halde sessizce ağlıyorken bulmam…
Seni o barda, hiçbir zaman çıkmayacağın
seyahatin planlarını yaparken gördüğüm akşam hastaneden taburcu olduğum günden
tam altı ay sonrasıydı. Bu kaybettiğim üçüncü bebekti. İlk defa sekizinci aya
kadar yaşamıştı bebeğim, ilk defa bu kadar umutlanmış, ilk defa bebek için
alışveriş yapmıştım. Olmadı! Ve kocam ve ben tekrar denememeye karar verdik. Ağaçtan
düşüp bacağını kıran ve altı ay boyunca çaresizce inim inim inleyen bir yabani
hayvan gibiydim. Bedenim bir şekilde zamanla iyileşmişti ama zihnim! Onu ancak sakinleştirici
haplarla uyutabiliyor, beynimin guddelerinde yankılanan bebek ağlaması sesini
bir nebze kesebiliyordum. Aklımı başka bir şeyle meşgul edersem ruhumdaki bataklık
daha çabuk kurur demiştim. İl İstihbarat Dairesi’nin psikiyatrıyla yaptığım üç
ayrı görüşmeden sonra benim kaldığım yerden göreve devam etmem için yeşil ışık yakılmıştı.
Her ne kadar ilk başlarda seni izlemenin verdiği heyecanla acılarım dinmiş olsa
da bir süre sonra bendeki yaranın asla iyileşemeyecek türden olduğunu kavramıştım.
Günde üç defa yutulup zihnimi eski bir ayakkabının köselesine çeviren o kırmızı
haplara bir de seni eklemiştim, hepsi bu! Artık mümkün olan tüm vakitlerde peşinde
dolanıyor, senin yazdıklarını okuyor, senin çektiğin fotoğraflara -beğenmeyip
sildiklerin dahil- bakıyor, dinlemekten bıkmadığın müzikleri dinliyor, bilgisayarında
şifreyle kaydettiğin metinleri hayretle karışık bir tecessüsle didik didik
ediyor, çok önceden yazmış olduğun öyküleri ve şiirleri okuyup ilham
kaynaklarını bulmaya çalışıyor, aldığın soluk, içtiğin su, dalıp gittiğin manzara,
boğazından aşağıya inen lokma oluyordum. Ve hep şu soruyu soruyordum kendime:
Senin yaran nerede? Hani o yıllar sonra yazacağın anılarının başında
bahsettiğin, buraya gelen yabancıların hepsinde var olduğuna inandığın, iyileşmeyen,
kurumayan, yok olmayan, sönük bir yanardağ gibi sinsi sinsi çok derinlerde
kızıl korlarını canlı tutan yaraların neredeydi? Çok derinlere gömmüştün de sen
bile bulamıyor muydun? Yoksa seni gerçek anlamda sevecek, cılız bedenini kollarına
aldığı anda karınlarınızın birbirine temas ettiği noktadan bahara tomurlanmış
erik ağaçlarının fışkıracağı, emdiğin dudağından ab-ı hayat kaynaklarına
kavuşacağın kadına mı saklıyordun sırrını, pek sayın Naci Öğretmenim?
Bölümlerin tamamı ileride yayınlanacak kitapta yer alacaktır.
Üçüncü Bölüm: Yer Üstünden Notlar: Sürgünden Öte (3) (sessizkuyu.blogspot.com)