Bu Blogda Ara

01 Eylül 2024

Sürgünden Öte (2)

 

    


 

Yine de olmadı Naci! Seraplardan başka bir şeyle karşılaşamadım arkanda bıraktığın uzun ince çizginin bitmeyen kıvrımlarında; dizlerim, karnım ve dirseklerim üstünde sürünürken. Kadınlığımın pürtüklü mağaralarında hayalin için dahi olsa sana da yer açtım ama sen bir türlü giremedin o geniş eşikten içeriye. Kimsenin sığamadığı zihnimin dar dehlizlerine o çocuksu cüssenle sığmayı başardın ama her akşam cam gibi parçalanan ve her sabah yeniden toparlanıp tutkalla yapıştırılan bedenime bir adım bile yanaşamadın. Ay ışığının çarpıp yumuşattığı ıslak kaldırımlarda hep senin silüetini gördüm ama sen bir kere bile görmedin beni, varmadın farkıma; çalıştığın okulda karşılaştığın, yıllarca aynı katta çalışmış olmanıza rağmen adlarını öğrenme zahmetine bile katlanamadığın o çıtı pıtı idareci kızlara cömertçe dağıttığın mahcup gülümsemeni benimle bir kere bile paylaşmadın. Tıpkı, doğmamış çocuğumun, doğuma birkaç hafta kala kaybettiğim oğlumun annesinin yüzünü bir kere bile görememesi gibiydi aramızda gerçekleşen met cezir hadisesi. Ben sana yakındım, sen kendinden bile uzaktın. Ben cıvıl cıvıl dünyaydım, sen ıpıssız ay! Ben çömlek gibi şişkin karnına bakıp hayaller kuran anne adayıydım sen varışı müjdelenmiş olan kutlu yüz. Evet, ben onu da aylarca beklemiş, onun bana bakıp gülümseyeceği günü hayal etmiş, bana “anne” diyeceği ânı bedenimdeki tüm hücrelerle arzulamıştım. Ne o bakabildi yüzüme ne de sen! Ne o sevebildi beni, ne de sen! Ondan bana her daim yanımda gezdirdiğim ve hiç büyümeyen altı-yedi yaşlarında, dolgun yanakları soğuk havalarda pembeleşen gözleri ışıl ışıl bir rüya kaldı. Senden ise metruk bir kent, soğuk bir gezegen ve içinde akreplerin ve yılanların cirit attığı ürkünç bir çöl gecesi. Yangzte nehrinin karşı yakasında kalmış topal yavru tavşanlardınız ikiniz de. Sizi takip ederken nehir boyu aşağı yukarı koşuyor, umutla ve sevdayla önüme çıkan çalı çırpıları elimin tersiyle itiyor, tenimi yırtıp kanatan dikenlere aldırmıyor, kimi zaman sizin bana bu derece yakın olmanıza şaşırıyor, ara sıra daralan nehir yatağıyla umutlanıyor ama nihayetinde Doğu Çin Denizi’nde son bulan maceramın makus kaderini değiştiremiyordum. En çok acı vereni de neydi biliyor musun Naci Hocam? Uyku tutmayan gecelerde o altı-yedi yaşlarındaki çocuğun pürüzsüz yüzünün senin tıraşsız yüzündeki beneklerle buluşması, onun yüzünde senin gözlerinin, senin yüzünde onun dudaklarının belirmesi, aklımın başımdan gitmesi ve tüm bu kafa karışıklığının sonunda kendimi, sabahın üçünde balkonun serin demirlerine dirseklerimi dayamış bir halde sessizce ağlıyorken bulmam…

Seni o barda, hiçbir zaman çıkmayacağın seyahatin planlarını yaparken gördüğüm akşam hastaneden taburcu olduğum günden tam altı ay sonrasıydı. Bu kaybettiğim üçüncü bebekti. İlk defa sekizinci aya kadar yaşamıştı bebeğim, ilk defa bu kadar umutlanmış, ilk defa bebek için alışveriş yapmıştım. Olmadı! Ve kocam ve ben tekrar denememeye karar verdik. Ağaçtan düşüp bacağını kıran ve altı ay boyunca çaresizce inim inim inleyen bir yabani hayvan gibiydim. Bedenim bir şekilde zamanla iyileşmişti ama zihnim! Onu ancak sakinleştirici haplarla uyutabiliyor, beynimin guddelerinde yankılanan bebek ağlaması sesini bir nebze kesebiliyordum. Aklımı başka bir şeyle meşgul edersem ruhumdaki bataklık daha çabuk kurur demiştim. İl İstihbarat Dairesi’nin psikiyatrıyla yaptığım üç ayrı görüşmeden sonra benim kaldığım yerden göreve devam etmem için yeşil ışık yakılmıştı. Her ne kadar ilk başlarda seni izlemenin verdiği heyecanla acılarım dinmiş olsa da bir süre sonra bendeki yaranın asla iyileşemeyecek türden olduğunu kavramıştım. Günde üç defa yutulup zihnimi eski bir ayakkabının köselesine çeviren o kırmızı haplara bir de seni eklemiştim, hepsi bu!  Artık mümkün olan tüm vakitlerde peşinde dolanıyor, senin yazdıklarını okuyor, senin çektiğin fotoğraflara -beğenmeyip sildiklerin dahil- bakıyor, dinlemekten bıkmadığın müzikleri dinliyor, bilgisayarında şifreyle kaydettiğin metinleri hayretle karışık bir tecessüsle didik didik ediyor, çok önceden yazmış olduğun öyküleri ve şiirleri okuyup ilham kaynaklarını bulmaya çalışıyor, aldığın soluk, içtiğin su, dalıp gittiğin manzara, boğazından aşağıya inen lokma oluyordum. Ve hep şu soruyu soruyordum kendime: Senin yaran nerede? Hani o yıllar sonra yazacağın anılarının başında bahsettiğin, buraya gelen yabancıların hepsinde var olduğuna inandığın, iyileşmeyen, kurumayan, yok olmayan, sönük bir yanardağ gibi sinsi sinsi çok derinlerde kızıl korlarını canlı tutan yaraların neredeydi? Çok derinlere gömmüştün de sen bile bulamıyor muydun? Yoksa seni gerçek anlamda sevecek, cılız bedenini kollarına aldığı anda karınlarınızın birbirine temas ettiği noktadan bahara tomurlanmış erik ağaçlarının fışkıracağı, emdiğin dudağından ab-ı hayat kaynaklarına kavuşacağın kadına mı saklıyordun sırrını, pek sayın Naci Öğretmenim?

Bölümlerin tamamı ileride yayınlanacak kitapta yer alacaktır. 

Üçüncü Bölüm: Yer Üstünden Notlar: Sürgünden Öte (3) (sessizkuyu.blogspot.com)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder