Yaaa işte böyle, Naci Hocam. Şaka maka, ilk on yılı devirdik birlikte. Hatıratını yazmaya kalksan senin bile aklına gelmeyecek detaylarla nasıl da süslüyorum öykümü, değil mi? Eh, kendime üstat olarak seçtiğim kişiye bakmak lazım, şanımız ondandır, hürmetimiz onadır, iftiharımız onun peşinden -her anlamda- gidiyor oluşumuzdandır... Senin rahle-i tedrisinden geçtim, sen nasıl ki Orhan Pamuk hakkında konuşurken “Onun yayımlayıp benim okumadığım tek bir kitabı yok.” diyerek hava atmayı seversin, ben de senin hakkında “Senin yazıp yayımladığın ya da bir yerlerde sakladığın ve hatta unuttuğun ne varsa okudum” diyerek kendimle gurur duyarım. Asıl neyi merak ediyorum biliyor musun? Sen bu öyküyü okurken yüzüne yayılan şaşkınlığı, içini dolduran paranoyakça korkuyu, gözlerini bulandıran damlaları, diken olup ayaklanan tüylerini görmeyi ne kadar çok isterdim! Belki o da olur, hele bir bitirelim, son harfe bastığımda kim nereye savrulmuş bir görelim, ondan sonra döner bakarız bu paragrafa tekrar…
Seni bokstan kurtaran şey bu sefer ayağına
takılıp bedenini kanalizasyon çukuruna baş aşağı yuvarlayan bir zincir olmadı. O
kadar sefil bir haldeydin ki bir daha hayatın boyunca tek bir fiske bile
yememen ya da çıplak bir kadının resmine bir daha bakmaman kaydıyla esrar veya
kumar bağımlısı olmana bile razı olabilirdim. Neyse ki evrenin çarklarını kontrol eden
mekanizma seni bu sefer lüzumsuz bir çılgınlığın, malayani bir uğraşın peşine
salmadı. Bilakis; yılardır hırpaladığı, duvardan duvara savurduğu, şekilden
şekle soktuğu o ne istediğini bilmeyen cıvık hamura biraz soluk aldırmaya,
nefesini meltem esintileriyle doldurup istikrarı sağlamaya, huzurun en dikensiz
yanını ona tattırmaya karar vermişti. Bu yüzden de bir boks maçı çıkışında karşına
Wang Laoshi’yı çıkardı. O gün, “Bir kahve içelim mi?” teklifiyle başlayan
yakınlığınız Weixin’de saatler süren mesajlaşmalara, birbirinizi uzaktan da
olsa anlamaya ve sabahları çalışma masalarına konan ufak hediyelere dönüştü.
Seni en çok etkileyen yanı da sana yazdığı uzun bir mesajda “Biz Çinliler,
Çin’de yaşayan siz yabancılar gibi şanslı değiliz. Dayak yemek için özel bir
çaba sarfetmemiz gerekmiyor. Çin’in kendi vatandaşlarına sunduğu koşullar
yumruğunu her sabah öyle bir indiriyor ki karnımıza, akşama yatağa düşüp
sızdığımızda kendimize ancak gelebiliyoruz. Ertesi sabah tam iyileştik derken yine
bir yumruk, yine cenin pozisyonunda iki büklüm, yine gün boyu sürecek bir
sancı. Sonsuz bir döngüde, Deve Xiangzi’den[1]
beri değişmeyen kaderimizle baş başayız senin anlayacağın, ya da asla
anlayamayacağın… Lao She’yi okudun mu ki?”
cümlelerini kullanmış olmasıydı. O gün onu kendine yakın hissetmiş, onu
daha iyi tanımak için çaba sarfetmeye karar vermiştin. O gün aynı zamanda boks
salonuna bir daha adım atmama kararını verdiğin gündü.
Bölümlerin tamamı ileride yayınlanacak kitapta yer alacaktır.
Bir sonraki bölüm: Yer Üstünden Notlar: Sürgünden Öte (5) (sessizkuyu.blogspot.com)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder