Sayfaya en son koyduğum "İsan
Köylerinde Akşam” başlıklı yazıdan sonra EE adlı bir okuyucudan şöyle bir soru aldım:
Bunca kitap okumanın
insanı daha mutlu yapmayacağını bildiği halde insan neden daha fazla kitap okur
ki?
Aşağıdaki yazı bu soruya verilen kısa bir yanıt niteliğindedir.
Öncelikle mutlu olmak ile okumak arasında herhangi bir ilgileşim
(korelasyon) olduğunu sanmıyorum. En azından bizi böylesi bir hipoteze
sürükleyecek herhangi bir gerekçemiz yok. Okumak ne daha mutlu eder insanı ne
de daha mutsuz. Mutlu olmak başlı başına ayrı bir insani durumdur ve daha çok
insanın içinde bulunduğu kabı doldurmasıyla ya da içine sığabileceği bir kap
bulabilmesiyle ilişkilidir. İnsan
yaşarken sürekli yeni ilişkiler kurar ve bu ilişkiler sayesinde hayata tutunur,
yeni şeyler öğrenir, öğrendikleriyle yeni ufuklara doğru yol alır. Bu ilişkiler
ne kadar sağlam değerler üzerine kurulmuşsa o kadar mutludur insan. Bir çeşit “oyunu
kurallarıyla oynamak” olarak özetlenebilir mutluluk. Kurallarıyla oynarsan
sonuna varırsın, kazanırsın. Kurallara uymazsan yolda kalırsın, kaybedersin.
20. yüzyılın arlanmaz kültlerinden birisidir mutluluk
peşinde koşan insan. Alışveriş kadınları mutlu eder, meslekte ilerlemek ve çok
para kazanmak erkekleri mutlu eder, sürekli gelişen video oyunları çocukları
mutlu eder... Erkek üreterek mutlu olurken, bu üretilenleri tüketmesi için 20.
yüzyıl alışveriş delisi kadını yaratmıştır. (Gerçi kadın-erkek rolleri arasındaki
ayrım azaltılarak kâr marjini yükseltilmiştir son yüzyılda ama yine de popüler
kültürdeki yansımalarına bakarsak bu rol ayrımı geçerliliğini korumakta.) Bu
yüzden alışveriş bir ihtiyacı karşılamaktan çok arzuları karşılayan bir
etkinliğe dönüştü son yüzyılda. İnsanların neye ihtiyacı olduklarının bir önemi
yoktur. Neyi arzuladıklarının ya da arzulayabileceklerinin (Steve Jobs’un bir
lafı vardı kabataslak aklımda kalan: İnsanlar neyi arzuladıklarını bilmiyorlar.
Onu bulup çıkarmak bizim işimiz.) bir önemi vardır. Henüz arzulamamışlarsa,
onların arzulaması için gereken bilinç-dışı manipülasyonlar yapılmalı,
zihinlerin derinliklerindeki arzular uyandırılmalıdır. Ancak bu şekilde
kapitalist çarklar dönmeye devam edebilir. Yeni aldığınız telefonu bir yıl
sonra çöpe atıp yenisini almazsanız telefon şirketleri kâr edemezler. Aynı şey zayıflamak
için milyarlarca dolar parayı saçma sapan haplara ve çaylara harcayan kadınlar
için de geçerlidir. Mutlu olmamız için harcamamız gerektiğine inandırıldık bu
çağda. Daha da kötüsü mutlu olmazsak hayatımızın bir değerinin olmayacağına
ikna olduk. Her şeyi daha iyi hissetmek, kendimizle barışmak ve etrafımıza
huzur saçmak için yapar olduk.
Oysa daha önce “Z’ye Mektup” yazısında da bahsettiğim gibi hayattaki
asıl amaç mutlu yaşamak değil, anlamlı yaşamaktır. Hayatımızın bir anlamı
olmalıdır. Mutluluk bu anlamla gelecekse gelir zaten. İnsanın hayatının anlamlı
kılacak birkaç hedefe ihtiyacı vardır. Bir anne için bu hedef çocuğunu en iyi
şekilde yetiştirmek olabilir. Bir baba için çocuklarına satranç öğretmek ve
onları uluslararası olimpiyatlarda zirveye taşımak olabilir. Kimseye zararı
olmadığı sürece hayata anlam katan her eylem –sanat, spor, bilim, edebiyat vb-
hayatın amacı olabilir. İnsan böylesi bir amaca bir kere bağlandı mı zaten
mutluluk peşi sıra gelecektir.
Gelelim EE’nin sorusunun akla getirdiği ve benim bu yazıya
başlık olarak seçtiğim soruya. İnsan neden okur? Bugün düşündüm bu soru üzerine
ve beş tane temel nedene ulaştım. Bunlar çoğaltılabilir, azaltılabilir de.
Zaten birbirinden bağımsız maddeler değiller. Aşağıya bunları madde madde geçiyorum.
1. Öğrenmek için: İnsanın okumasının ilk
ve en temel nedeni merak duygusunu tatmin etmektir. Bu evrimsel bir güdüdür ve
aslında insanı diğer türlerden farklı yapan önemli bir yol ayrımına vesile
olmuştur. İnsan merak ettiği için bilinmeze doğru yelken açmak ister. Bunu
yaparken de elinden geldiğince üzerine alacağı riski azaltmak ister. Bu yüzden
okumak, ya da benzeri işlevi görecek diğer öğrenme yöntemlerini kullanmak
önemli bir rol üstlenir insanı böylesi bir göreve hazırlamada. Bir tıp doktoru
tıp kitaplarını okumadan hasta muayene edemez, bir mühendis matematik
kitaplarını satır satır çalışmadan makinelerin dillerini çözemez, bir gezgin
gideceği ülkenin kültürünü ve geleneklerini rehber kitaplardan okumadan giderse
başına hoş olmayan şeyler gelebilir. Okumak, öğrenmenin en kolay yöntemidir. Günümüzde
görsel ve dinletisel pek çok iletişim aracı okumanın yerini almış gibi görünse
de aslında verebildiği derinlik ve insana sağladığı kolay (ve ucuz) çalışma
ortamı bakımından okumanın uzun yüzyıllar boyu daha iyi bir öğrenme yöntemi
olarak kalacağı aşikardır.
2. Zevk için: Bazı okumalar sırf zevk için
yapılır. Şiir mesela… “Ağır ağır
çıkacaksın bu merdivenlerden / Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak / Ve bir
zaman bakacaksın semaya ağlayarak” derken bir şey öğrenmezsin. Seslerdeki
uyuma, kelimelerdeki ahenge, o ahenkten çıkan ve zihninde canlanan görsel
şölene kaptırırsın kendini. Amaç bir şey öğrenmek değil, bir durumun tadını çıkarmaktır.
Romanla ortak noktaları daha çok olsa da kimi zaman öykü de bu kategoride
anılabilir. Bir insanın içine düştüğü anlık durumu hissetmek, kendini onun
yerine koymak, sorulamayan soruları kendine sorabilmen için okursun öyküyü. Bu
arada bir şeyler öğrenirsen, öğrendiğin yanına kâr kalır ama kesinlikle
öğrenmek, ders çıkarmak, hayatı özetlemek değildir bir öykünün amacı.
İliklerine kadar hissedeceksin kelimelerin büyüsünü, beğendiğin cümleler olacak
altını çizdiğin, tekrar tekrar okuyacaksın o cümleleri. Ezberlemek, sürekli
yanında taşımak, sevdiceğine okumak isteyeceksin. “Var mıdır nalçaları sevincin?
/ Gün tene değince kanatları uzar mı? / Derin bir secde gibi rüzgâra aşılanmak
/ Dostları düşünmenin çarpıntısından mı?” derken ufuk çizgisine bakıp
ifadelerdeki sihri hayal edeceksin. “Leblerin mecruh olur dendân-ı sin-i
buseden / Lâlin öptürmek bu hâlette muhâl olmuştur bana” derken aşkı ve aşkın
insana yaptırdıklarını düşüneceksin. İrkileceksin, sarsılacaksın, titreyeceksin.
Mutlu olamayacaksın belki ama umutlu olacaksın insanlık adına, aşk adına,
zamanın bitmez tükenmez ruhu adına.
3. Anlamak
için: Romanlar ve öyküler başkalarının hayatlarını anlamak için okunur çoğu
zaman. Çünkü insanı ve onu çevreleyen hayatı anlamanın tek yolu onu bir çerçeveye
sokmaktır. İnsan çevresinden soyutlandığında havada gelişigüzel taklalar atan, anlamsız
bir biyolojik varlığa dönüşür. Onu anlamak için onu etrafına bağlayan çerçeveye
bakmak şarttır. Roman ve öykü bu yüzden önemlidir. Psikolojinin, sosyolojinin,
antropolojinin yapamadığını yapar kurgu. İnsanı değişmez, baştan tanımlanmış
bir varlık olarak ele almaz roman. İyi bir yazarın elinden çıkan katile hayranlık
duyabilirsiniz. Çünkü yazar o katilin eylemlerini haklı çıkartacak öylesi bir
çerçeve sunar ki okuyucuya, okuyucu mecbur kalır katile sempati duymaya. Kocasını
aldatan Anna Karanina’ya sempati duyduğumuz, tefeci kadının kafasını baltayla
yaran Raskolnikov’a yakınlık beslediğimiz gibi nice “anormalleri” normal
karşılarız romanda (ya da öyküde). Çünkü kurgu sanatı bizi bir yandan gerçeklikten
soyutlarken, bir yandan da koşut bir gerçekliğe davet eder. Bu koşut
gerçeklikte yazarın yaratmış olduğu bir dünya vardır ve bu dünyanın tek amacı
kendisini size sevdirmektir. Siz bir gözlemci olarak bu dünyaya girdiğinizde
aslında o dünyadaki karakterlerin derilerinin altına girmiş olursunuz. Bir eşcinsel
olursunuz eşcinselliği günah ve sapkınlık olarak gören bir toplumda, bir
öğretmen olursunuz veliler ile okul yönetimi arasında sıkışmış kalmış, bir
kadın olursunuz kocasından dayak yiyen ama bunu dile getiremeyen, hayatı
boyunca çalışmış ama bir baltaya sap olamamış bir zavallı olursunuz. Bu şekilde
kurgu başka hiçbir bilim dalının yapamayacağı bir işi becerir. İnsanı içinde
bulunduğu ortamla birlikte anlatır ve aslında bu şekilde “gerçek insanı” ortaya
koyar. Çünkü etrafından soyutlanmış insan var değildir, insan değildir. Onu
anlamanın, acılarına ortak olmanın, sevinçlerini paylaşmanın tek yolu kurgunun
çetrefilli patikasıdır. “Başka insanların acılarını tahfif etmek kadar büyük
bir günah olabilir mi?” diye sormuştu yıllar önce okuduğu İranlı bir yazar. Bu
günahtan kaçınmanın en kolay yolu onları anlamaktır. Bu da romandan ve öyküden
geçer.
4. Özgürleşmek için: Okumadan okumaya fark
vardır. İnsan sırf inandıklarını tasdik etmek için okuyorsa özgürleşemez. Tam
tersine inandıklarının kölesi olur. Böylesi bir okur “Bütün kuğular beyazdır.”
önermesine inanıp, gördüğü her beyaz kuğuyla inancını bir kat daha pekiştirdiğini
sanan tümevarımcıya benzer. Oysa sağlıklı okur ömrünü beyaz olmayan kuğu
arayarak geçiren okurdur. Yararlı okuma eleştirel okumadır. Zaten içine
doğduğumuz toplum bize yaptırımlar getirir. Yapma, etme, gitme, konuşma gibi
yasaklarla büyürüz hepimiz. Okuyarak bu yasakları çözümleyebilir, arkalarında
yatan gerekçeleri görebiliriz. Özgürleşme de bu anlamadan sonra gerçekleşir. İnsanı
düşündüren, sorular sordurtan, cevaplar vermekten çok yeni sorular sorup yeni
okumalara yol açan kitaplardır okunması gereken. İnsana eksikliğini hissettirecek
kitaplardan bahsediyorum. Zihnindeki kalıpları yıkacak, zincirleri
parçalayacak, sorulmayan soruları korkusuzca sorabilecek, tehlikeli uçurumlarda
okuyucuyu gezdirmekten çekinmeyen kitaplardan. İyi kitap özgürleştiren, düşünmeye,
sorgulamaya, diyalektiğe kapı aralayan kitaptır. Eksiklik duygusu önemlidir. İnsan
eksiktir, tamamlanmamıştır, hiçbir zaman da tamamlanamayacaktır. Bu hem
evrimsel düzeyde geçerlidir hem de tek bir insanın yaşamında. Bu eksikliğin
giderilmesi, bu açlığın dindirilmesi için insanın kendisiyle ve içinde yaşadığı
toplumla yüzleşmesi gerekir. Bu da en kolay okuyarak yapılır. Özellikle felsefe
ve bilim okumaları bu konuda atılması gereken ilk adımlardandır. Bir de
edebiyat var tabii dilin gücünü yanına alan ve zihinleri etkilemede tartışmasız
gücü olan.
5. Değişmek ve değiştirmek için:
Sorgulamak, verilenle yetinmemek, sürekli sorular sormak rahatsız edici bir
durumdur. Uzun süre bir yanıta ulaşamazsa insan sıkıntı yaşayabilir. Çünkü
denge kaybı uzun süre dayanılacak bir durum değildir. Okuyup sorgulayan insan
değişmeyi de bilmelidir. “Kafalarımız, içindeki düşünceler yer değiştirsin diye
yuvarlaktır.” diye matrak bir laf duymuştum yıllar önce. Kafalarımızın neden
yuvarlak olduklarını bilemem ama okuduktan sonra düşüncelerimiz değişmiyorsa
okumaktan bir şey anlamadığımızı söyleyebilirim. Dünyayı yorumlamak yetmez, değiştirmek
de gerekir. Haksızlıkla, adaletsizlikle, zulümle savaşmayacaksak neden okuruz
adaleti, hukuku, merhameti anlatan kitapları? Değiştirmek için değişmek birinci
koşuldur. Eleştirel okumalar bu yüzden önemlidir. Tek bir kitaba, tek bir
görüşe aldanmadan okumak gerekir. Karşılıklı okumalar yapmak, kişisel gözlemler
ve deneyimler eşliğinde durum değerlendirilmesi yapılmalıdır. İnsan, ömrü
boyunca köklü değişimleri bir ya da iki kere yaşar. Öyle her fırsatta, rüzgârın
estiği yöne dönen insan değişim kavramının yüz karasıdır. Kişisel çıkar için,
cebine dolacak para için dönenleri her gün televizyonlarda, gazetelerde
görüyoruz. Entelektüel dönüşüm maddi çıkarlardan bağımsız, salt insani değerler
üzerinde gerçekleşendir. Aksi takdirde insanlığın huzuruna aydın sıfatıyla
değil, “dönek, şakşakçı, şarlatan” gibi sıfatlarla çıkar bu insan.
Okuduk, öğrendik, sorguladık, değiştik ve değiştirmek için
yola çıktık. Bütün bunları yaptıktan sonra zaten hayat bir anlama kavuşmuştur.
Bu anlam içinde mutluluğu da barındırır, mutsuzluğu da. Üç yaşındaki bebeğin dünyanın
en büyük yirmi ekonomisinden birisi olmakla övünen ülkemizde ölüme terk
edilmesi haberi, okuyan insanı daha bir mutsuz edecektir. Bir aldatılmışlık,
bir kandırılmışlık duygusu çöker insanın içine. Tüm ırmakları kan alır götürür
böylesi bir haberle, tüm dağlar yanardağına dönüşür insanın başından aşağıya
lavlar püskürten. Çünkü okuyan insan sadece üç yaşındaki o çocuğun ölümüne
üzülmez; popülist politikalarla kandırılan halkına da üzülür, istatistiğin bir
yalan aracı olarak kullanılıp zihinleri iğfal etmesine de üzülür, çalıp
çırpması engellenen yüzsüzlerin nasıl her sürçmelerinden sonra pişkin pişkin
sandığı işaret etmelerine de üzülür. Üzülür ve elinden yazmaktan başka bir şey
gelmez. Yazar ki bir nebze acısı dinsin, yazar ki omuzlarındaki suçluluk
duygusu bir nebze azalsın. Haksızlık karşısında sağlam bir duruş sergileyebilme
biraz da olsa mutlu eder okuyan insanı. Sorunların kısa erimde çözülemeyeceğini
bilse bile. Bu duruş mutlu olmaya yeter de artar pek çok insan için. Yeter ki
ezilenin, haksızlığa uğrayanın yanından ayrılmayalım. Çünkü biz de ayrılırsak iyice
kimsesizleşecektir kalabalıklar.
Bence matematik, baskıcı rejimler için çok tehlikeli bir bilim dalıdır.Ben diktatör olsaydım, ya matematik eğitimini yasaklardım, ya da matematik eğitimi veriliyor(muş gibi) bir ortam oluştururdum ki, insanlar soru soramasın.
YanıtlaSilEE