Bangkok’dan gelirken Çayapum kent merkezine uğramıştık. Hem
benim kitapları yemeye başlayan termitler için ilaç aldık hem de yeni hekim
olmuş kuzen Naam’ı ziyaret ettik, Hua Hin’de aldığımız tatlılardan verdik,
birazcık da moral verdik. Ben J ile tanıştığımda Nong Naam (NN) (Nong: Küçük
kardeş için kullanılan Tayca bir hitap şekli. Büyük kardeş için kullanılanı Pi.
Bu yüzden NN bana Pi Ali der.) ortaokul öğrencisiydi. Birkaç kere bizim eve
geldiğini anımsıyorum. Türkçede inek denilen türe yakışan bir çocuktu NN.
Sürekli elinde kitaplar, bir şeyler çalışıyor, okuyor, test çözüyor, bir dakika
boş durmuyor. Haliyle tıp fakültesini kazandı. Böylesi bir köyden çıkan bir
çocuğun tıp fakültesine gitmesi büyük bir başarıdır. Kaç yıl üniversite okudu
bilmiyorum ama stajıyla beraber sanırım sekiz yılı buldu eğitimi. Şimdi mecburi
hizmet görevi dolayısıyla Çayapum Devlet Hastanesi’nde pratisyen hekim.
Bizimkiler ona halen Nong Naam diyor ama ben artık Mo Naam (MN: Hekim Naam)
demeye başladım. Kız o kadar okumuş etmiş, bilsin insanlar kiminle
konuştuğumuzu.
MN gezmeyi seviyor. “Hafta sonu birlikte bir yerlere gidelim.”
dedi. “Hazır Pi Ali de burada.” (Bu arada Pi kelimesini Piiğ diye okursak
hayalet anlamına gelir.) “İyi dedik, plan yapalım gidelim.” Sonrasına ben
karışmadım. Kuzeyde, Laos-Tayland sınırının başladığı Chiang Khan kasabasına
gitmeye karar vermişler. Haritaya baktım. Kuzey-güney doğrultusunda ilerleyen
Mekong nehri Chiang Khan’da batı-doğu doğrultusuna yöneliyor. Neredeyse doksan
derecelik dönüşün olduğu bu yer hem Tayland-Laos sınırının başladığı nokta hem
de Tayland halkının Mekong nehrini görmeye başladığı sınır. Buradan öncesinde
Mekong sadece Laos’a ait.
Cumartesi sabahı erkenden çıkacağız ama MN yerinde
duramıyor. Bütün bir hafta boyunca pek de tanışığı olmadığı bir kentte
çalışmış, bunalmış, Çehov oyunlarındaki silah gibi patlamak için saniyeleri
sayıyor, bir an önce yola çıkmak istiyor. Durduramıyorlar kızı, kanına girmiş
bir kere yol düşüncesi. Anne-babasını alıp cuma akşamından çıkıyorlar yola.
Oysa tüm yol en fazla üç saatlik. MN’nin annesinin öğretmen olması dolayısıyla,
Loei kent merkezindeki öğretmen evinde 20 TL’ye sabahlıyorlar. Bizler; gençlik
heyecanını yitirmiş, içi geçmiş, olası tüm olumsuzlukların hesabını yapan
yetişkinler olarak sabahı bekliyoruz. Sabah olsun, güneş açsın, karnımızı
doyuralım, Tokcay’ı komşuya emanet edelim, mutfağı silip süpürelim, arabanın
yağını değiştirelim, kullanmayacağız ama yine de kamyonetin lastiklerine hava
basalım, hava durumunu kontrol edelim, yanımıza gereğinin iki katı kadar
giyecek alalım…
Sabah beşte kalkmayı planlarken yediye doğru anca
uyanabiliyoruz. Sekiz gibi de yola çıkıyoruz. Kimsenin acelesi yok. Hem zaten
alışmışlar yavaşlığa, her şey sakin yapılıyor burada. Yola çıktıktan sonra,
daha elli metre gitmemişken duruyoruz. Büyük dayıya selam veriyoruz. Büyük dayı
(BD) J’nin annesinin abisi. Aynı zamanda ilçede sevilip sayılan bir siyasi
figür. Felç geçirmeden önce tüm aileyi o çekip çevirirdi. J’nin üç teyzesi var
ama hepsi kayınvalideden genç. Bir tek BD var kayınvalideden yaşlı olan.
Eskiden ben eve gelince oturur bira içerdik birlikte. Yurt dışında kalfalık,
ustalık yapmış, az-çok inşaattan ve mimarlıktan anlıyor. Okulunu okumamış ama
deneyimle öğrenmiş. Bizim evi de o yapmış zamanında, kendi evini de.
İngilizcesi de fena değildi, espriler yapıp gülerdi. Konuşurduk, bana
Türkiye’yi sorardı hep. Tayland ile karşılaştırmamı isterdi.
BD felç geçirince eski şen şakraklığı gitti tabii. Artık istediği
gibi dolaşamıyor köyde. Oysa felç geçirmeden önce seçimle gelmiş bir
yöneticiydi Ban Taen ilçesinde. Bütçe ondan sorulurdu, köylüler ona gelip
dertlerini anlatırlardı. İlçe merkezinde ofisi vardı hükümet tarafından tahsis
edilmiş. Üzerine bastıra bastıra, muhatabının gözünün içine bakarak konuşurdu,
söylediklerinin etkisini artırmak için. Şimdilerde konuşması yavaşlamış, yüzüne
yaşlılığın ve hastalığın derin izleri yürümüş. İkinci karısı hemşire olduğu
için BD’yi şanslı görenler var köyde. Hani “Karın hemşire, bakar sana” demeye
getiriyorlar güya. Bir insan felç geçirdikten ve hareket kabiliyeti yüzde
doksana kadar sınırlanmışken ne kadar şanslı olabilir ki? Hem karısı hemşire
olmasaydı bakmayacak mıydı?
Gündüzleri genelde bahçe kapısının az berisinde, büyük bir
mango ağacının gölgesinde, toprak zemin üzerine konmuş beton masanın yanındaki
tabureye oturuyor. Yoldan geçenleri izliyor, tanıdıklarının selamını alıyor,
kendisine arkadaş olan minik bir köpekle konuşuyor, oynuyor. Hemşire olan
karısından doğma oğulları büyüdü, ikisi de civarda çalışıyor. İlk karısından da
bir oğlu bir de kızı var. Onlar benden de büyük, ben bile “pi” diye
çağırıyorum. Karısı da gündüzleri ilçedeki hastanede oluyor. Dolayısıyla
gündüzleri ziyaretçileri dışında arkadaşı yok. Köyde hemen herkesi tanıdığı
için selamlaşma konusunda pek sıkıntı çekmez.
Zamanında OTOP (Zamanın başbakanı Thaksin'in köylere mikro-proje
olarak önerdiği “Bir İlçe Bir Ürün” etkinliği) projelerini kendisi yürütmüştü. Okulun
arkasındaki boş arazide pirinç viskisi yapmışlardı köydeki işsiz gençlerle,
özellikle de bir türlü mühendislik fakültesini bitiremeyen en büyük oğlu Pi Nıng’la.
Yalnız, proje yapılası en kolay projelerden birisi olduğu için piyasada arz
fazlası gerçekleşmiş, yaptıkları tüm viskiler elde kalınca, köydeki gençler yaptıklarını
kendileri içmişlerdi. Bir ara bana da denk gelmişti; akşamları zilzurna sarhoş
olup, yüksek sesle karaoke şarkılar söyleyen bu gençlerin sabahlara kadar süren
eğlenceleri. Viskiler bitince eğlence de bitmişti doğal olarak. Proje de bir
daha anılmamak üzere rafa kaldırılmıştı. Halen duruyor damıtma işlemi için
kullandıkları makineler okulun arkasındaki arazide. Paslanıp, parçalanmışlar,
metruk bir evin boş odaları gibi eski şen şakrak zamanların hüznü kalmış sadece
üzerlerinde.
BD’nin yanına gidip meyve veriyoruz. Biraz konuşuyoruz. “Seni
de götürelim.” diyoruz. Gülüyor zayıfça. “Ben burada iyiyim.” diyor. “Uzun yol
beni çok hırpalıyor, dayanamıyorum.” Onu böyle görünce içim bir tuhaf oluyor
benim. Önce rahmetli babaannemi anımsıyorum. Çocukken tekerlekli sandalyesini
alıp Baltalimanı sahiline gezmeye götürdüğüm felçli babaannemi. Bana güvenmez,
abimi de gelmeye zorlardı. Ben çocukmuşum, bilmezmişim, onu denize
düşürürmüşüm… Yıllarca çekti babaannem. Hem kuruyan kolundan bacağından hem de sürekli
ağız dalaşıyla kendisini hırpalayan büyükbabamdan. Sonra ikinci bir inme yedi;
sesi gitti, bilinci gitti, yüzü gitti. Birkaç hafta sonra da kendisi gitti.
Arabaya dönüp tekrar yola koyulunca Ahmet Cemal’in romanına
kaldığım yerden devam ediyorum. Rastlantı bu ya Ahmet Cemal’in romanındaki başkahraman,
Broch’un “Vergilius’un Ölümü” romanını çevirmiş bir çevirmen. Oysa biliyorum ki
bu romanı Ahmet Cemal kendisi çevirdi ve yanılmıyorsam çeviri 2013’te basıldı. Roma’lı
büyük şair Vergilius’un ölümünden önceki son on sekiz saatinde gerçekleşen
sayısız geri dönüşler ve pişmanlıklarla dolu bir roman bu. James Joyce’un yakın
arkadaşı olan Broch, aslında bir çeşit Ulysess ortaya koymuş. Şöyle alıntılamış
Ahmet Cemal hoca çevirmekte olduğu romandan yazdığı romana:
Ve gece artık epey
ilerlediğinde, Vergilius önünde yıkılmış kentler ve kutsal yerler gördü;
adlarını bile bilmemesine karşın, bu kentleri kendi çocukluk ve gençlik yıllarının
kenti Mantua kadar iyi tanıyordu; Babil’i ve Ninive’yi gördü; yakılıp yıkılmış
Tebai’yi ve kaç kez yıkılmış Kudüs’ü gördü; bir de terk edilmiş Roma’yı;
sokaklarında kentlerini yeniden ele geçirmek isteyen kurtlar dolaşmaktaydı ve
Tanrıların güçsüz kaldıklarını da gördü. Ve sonra bir melek geldi yatağının
yanına; kanatları başlamak üzere olan eylül sabahı kadar serindi ve melek
konuştu: “Büyü şimdi, küçük çocuk”, dedi, sanki bir teselliymişçesine ve ölümün
geldiğini de haber vermesine karşın, gerçekten de bir teselliydi. “Peki” diye
yanıtladı Vergilius ve meleğin yüz çizgilerini tanımaya çalıştı, “Peki, o halde
şimdi uyumak istiyorum.” (Kıyıda Yaşamak, syf 41)
Yol yaklaşık üç saat sürüyor. Chiang Khan denilen kasaba
aslında 200-300 metrelik bir yoldan ibaret bizim için, bir de nehrin kenarı var
tabii. Yolun iki kenarında tarihi evler var. Evlerin bazıları eskiliklerine
rağmen dükkân olarak hizmet vermeye devam ediyorlar. Kimisi yenilenmiş, baştan
aşağıya cilalanmış, pırıl pırıl hale getirilmiş. Evler ya konukevi olarak
kullanılıyorlar ya da lokanta/kafe/bar. Konukevleri doğal olarak ev sahibini de
barındırıyor. Bir odasında kendisi yaşıyor, diğer odalarını misafirlere para
karşılığı kiralıyor. 500 Bahta da oda var 2000 Bahta da. Yolun bir tarafı nehre
baktığı için biz nehir tarafından bir oda kapmak istiyoruz fakat hemen tüm
otellerin önünde kocaman harflerle “dem” (dolu) yazılmış. Yolun öteki
tarafındaki konuk evlerinin önünde “vağng” (boş) yazıyor ama bizim hedefimiz
illa nehir tarafı. Bu kadar yol kat edip, balkondan nehri göremeyeceksem ne
diye geldim? Geç kaldığımız için yer bulamayacağız diye telaşa kapılıyoruz bir
ara. Sonunda diğerlerine göre geniş denilebilecek bir otelde üç odayı
kapatıyoruz. Odamız Mekong nehrine bakıyor. Karşısı Laos toprakları; yeşil,
sessiz ve ıssız. İçimden bir “Beer Lao” içme isteği geçiyor ama bastırıyorum. Daha
erken.
Odaya yerleşip, bir süre uyuduktan sonra, –Kötü alıştım ben
siestaya burada. Acısı kötü çıkacak Çin’e gidince.- dışarıya çıkıp J ile kısa
bir yürüyüş yapıyoruz. Bu arada MN bana haber gönderiyor, “Pi Ali’yle birlikte
koşalım mı?” diye. “Olur” diyorum. Ne de olsa koşu ayakkabılarım yanımda.
Fazladan kıyafetim de var yanımda getirdiğim. Saat beş gibi koşu için hazırım.
MN kocaman telefonuyla gelmiş. “Onunla mı koşacaksın?” diyorum biraz alaycı bir
ses tonuyla. “Evet” diyor, benim ses tonumdan en ufak bir mesaj almadığı belli.
“İnsanlar hafiflemek için koşarlar. Hem fiziksel olarak hem de zihinsel olarak.
O kocaman aletle koşarken zor olacak.” diyorum. MN bu arada telefonunda bir
şeyler yapıyor. Bana yanıt vermiyor. Bir süre sessiz kaldıktan sonra anlatıyor
meramını. Meğer telefondaki GPRS takip yazılımını kullanacakmış. Bir
arkadaşıyla yarışıyormuş. Telefonsuz koşamazmış, o zaman koşmasının bir anlamı
olmazmış. Hem ne kadar koştuğunu bilmesi gerekiyormuş. Ehh, ben de boşa
konuşuyorum. Kız hevesli, kırmayayım hevesini. “İyi” diyorum, “Hadi başlayalım.
Ne kadar koşacağız.” Biraz düşünüyor, havaya bakıyor, yanımızdan akıp giden
nehre bakıyor kopya arayan bir öğrenci gibi; “2-3 km” diyor. Ben şaşırıyorum
tabii. “O kadarcık koşu için terlemeye değmez.” diyeceğim ama yine frenliyorum
kendimi. “Kız daha yeni, yıldırmayayım şimdi. Yorulana kadar koşsun işte.” diyorum
içimden. “İyi, hadi o zaman” diyorum ve başlıyoruz koşmaya.
Koşu parkurumuz otellerin ve lokantaların arkasındaki yürüme
yolu. Solumuzda bizimle aynı yönde, batı doğu istikametinde akan Mekong Nehri
var. Saat 17:15. Benim hedefim güneş batana kadar koşmak. Yedi km yapsam bana
yeter. İyi başlıyoruz, ara sıra konuşuyoruz. Fakat parkurun dar olması
dolayısıyla yan yana koşamıyoruz. Arkamda kalıyor. Ben de pek dönüp bakmıyorum
yakınımdadır diye, hem zaten hızlı da koşmuyorum. Parkurun sonuna geldiğimde
dönüp bir bakıyorum ki MN en az elli metre geride kalmış. Durup beklesem
diyorum içimden ama sonra aklıma parkta atacağımız tur geliyor. Vaz geçiyorum,
koşmaya devam ediyorum. Parka varınca başka koşucular görüyorum. MN bir ara
gözden iyice kayboluyor. Tur atarken rastlıyorum. İyice bitkinleşmiş, koşuyor
mu yürüyor mu yoksa sürünüyor mu anlamak zor. “İyi misin?” diyorum. “İyiyim,
iyiyim. Biraz yoruldum.” Cevabı beklerken, “Çok yoruldum. Hastayım galiba.” diyor.
“O zaman kendini çok zorlama, otele dön, dinlen” diyorum. “Tamam” diyor ve ağır
ağır otele doğru ilerliyor.
O gidince ben parkın etrafından altı yedi tur atıyorum.
Güneşin rengi sarıdan kırmızıya dönüşüyor. Batıya doğru koşarken karşımda
kıpkızıl bir top gibi duruyor güneş, nehrin sol kıyısında kalan dağların
üzerinde kaybolacak yakında. Suyun üzerinde belli belirsiz yakamozlar,
milyonlarca parçaya bölünmüş bir ayna gibi göz kırpıyor bana. Hayatın kaynağı
olan nehir; medeniyetlerin, üretimin, artı değerin, kültürün ve sanatın da
kaynağı aslında. Geçtiği her yerde ne masallar bırakıyor kim bilir, ne hikâyeler
anlatıyor kendisinden hayatı ödünç alan pirinç çiftçisine, ne acıklı ağıtlar
yakıyor kıyısında evlenen genç kızların yüzlerine… Kıvrıla kıvrıla gidişinde
bir asalet, bir durdurulamazlık nişanı var sanki. Önüne çıkanı altına almış, iteklemiş,
sürüklemiş götürmüş. Sürükleyemediğinin etrafından dolanmış ama sonunda
yatağını bulmuş. Öyle hüzünlü, insana rahatsızlık verecek bir görüntüsü yok.
Savaşlar kazanmış bir kumandan, şahlanmış atına dizgin vurulamayan bir süvari, “Mülk
benim, istediğime veririm istediğime vermem.” diyen bir hükümdar adeta. Tüm göz
kırpışlarında, sessiz sakin sanki hiç akmıyormuşçasına akışında, bağrına basıp
beslediği balıkçılarda hep aynı hayat türküsünün mırıltıları var. Ta Çin’den
başlayıp binlerce kilometre yol kat ederek gelen Mekong; Laos’dan, Tayland’dan,
Vietnam’dan hikâyeler taşıyacak. Ne isyanların, ne barışların, ne aşkların, ne
ihanetlerin insan onurunu tarumar eden destansı öyküleri onun akışına dem
vurabilecek. O hep akacak, asırların şahidi, insanların külrengi umutları olarak
yeni isyanlara, yeni aşklara gebe kalacak. Bir ana gibi besleyecek çoğu zaman
oğullarını kızlarını süt dolu memeleriyle. Bir ana gibi kızacak kimi zaman, sel
olup akacak evlerin arasından, yıkıp götürecek uyarılarının kulak ardı edildiği
mevsimlerde. Kadim tarihin kadim yasasıdır nehirlerin zaman zaman bağrında beslediklerinden
öç aldıkları. Mekong da muaf değildir bu öç damarından…
Nehrin karşı yakası Laos, tek tük evler var yeşillikler
arasında, bir tapınağın sapsarı stupası parıldıyor güneşin ışınlarının çarpmasıyla.
Bir tane bile yürüyen, hareket eden insan göremiyorum karşıda. Nehrin içinde
balıkçı kayıkları var. Çoğunda Tayland
bayrağı var, karşı yakadakilerde ise Laos bayrağı. Balıkçıların biri nehrin
ortasında yaşıyor, varillerle desteklediği salın üzerine yaptığı derme çatma
çadırda geçiriyor günlerini. Kimse ondan tapu isteyemez ne de olsa, kimseye
hesap vermek zorunda değil. Büyük bir olasılıkla geçimini balık tutarak
sağlıyor. Bir çeşit karavan hayatı yaşadığı. Tuttuğu balıkları satıp sebze
meyve alıyor, karnını doyuruyordur. Belki de geçici bir durumdur bu. Böyle bir
bakışta kesin sonuçlar çıkarmak olanaksız. Su çamur rengi, uzun süre yağmur
yağmadığı için nehir yatağı iki taraftan da kurumuş, su seyrelmiş. Mayıs geldi
mi su artar burada, yükselir nehir, daha bir yaklaşır insanlara.
Saat altıya doğru, güneş ortalıktan tamamen kaybolduktan
sonra otele doğru koşuyorum ama oteli de geçip devam ediyorum. Bir süre daha
koştuktan sonra sol tarafımdaki oteller seyrekleşiyor, insanlar azalıyor. Ben
patikanın bitmesini beklerken pat diye Tayland bitiyor. Karşıma çıkan tabelada,
bu noktadan sonrasının Laos olduğu ve geçişin yasak olduğu yazıyor. Çok ciddi bir sınır kontrolü olmadığını
kestirebiliyorum. Öylesine konmuş bir uyarı bu. Belki daha ileride ciddi bir
cezası vardır deyip tabelayı geçmiyorum. Otele dönüyorum. Bir süre balkondan
güneşin batışını ve bu batışı ellerinde kameralarla kaydetmeye çalışan
turistleri izliyorum.
Akşam olup hava kararınca dışarı çıkıyoruz. İki tarafı
konukevleri ve dükkânlarla donatılmış yol şimdi gece pazarı olmuş. Çang May’daki
gece pazarının ufak bir versiyonu burası. Yol boyunca ışıl ışıl dükkânlar,
kafeler, nudıl satan salaş mekânlar. Her iki dükkândan birisi elbise satıyor,
diğeri hediyelik eşya. Dükkânların önünde açılan ufak masalarda her türlü sokak
yemeğini bulmak mümkün. Yumurtalı yapışkan pilav, muz kızartması, mangalda muz,
muzlu roti, yumurtalı roti, sade roti, mangalda tavuk, mangalda kalamar,
mangalda karides, mangalda kurutulmuş balık, mangalda tuzlu balık, dondurma,
mangolu yapışkan pilav, kuru et ve safranlı pilav… Yol boyunca yiyerek gitseniz
zaten karnınız rahatlıkla doyar. Oturup bir yerde yemek yeme ihtiyacı
hissetmezsiniz. Yalnız bizimkiler –şimdi toplamda yedi kişi olduk- lokanta
arıyorlar. Şöyle sakin bir yer. Oysa burada sakin bir yer bulmak olanaksız. Her
yer insan kaynıyor. Çoğu yerel turist ama yer yer yabancılar da göze çarpmıyor
değil.
Yol boyunca bir kere gidip geldikten sonra nehir kıyısına
geçiyoruz. Bu kısım da bir hayli kalabalık. Nehir gecenin zifiri karanlığında
görünmüyor. Karşı yaka kapkara olmuş. Neredeyse hiç ışık yok Laos tarafında. İnsanlar
ailecek geliyorlar ve kolay kolay kalkmıyorlar masadan. Uzun süre aradıktan
sonra boş bir masa bulup hemen kuruluyoruz. Yemekleri söylüyoruz. Hepsi birbirinden acı
yemekleri yiyince benim midem yine yanmaya başlıyor. MN “Hep birlikte bir
yerlere gidip bira içelim” diyor. “Tamam” diyorum ama dedikleri gibi nehrin
kenarındaki barlardan birine gideceklerine yine alışverişe dalıyorlar. O dükkân
senin bu dükkân benim! Ben de beklemekten sıkıldığım için otele dönüyorum. O
kötü mideyle zar zor uykuya dalıyorum. Midemdeki rahatsızlık ertesi günün
akşamına, hatta pazartesi gününün sabahına kadar sürüyor.
-- Bir sonraki yazı: İsan’da Macar Bir Çiftçi
Yol üzerinde uğradığımız kayalık bir bölge. |
Sürekli ileri geri yürüdüğümüz gezginler için alışveriş caddesine çevrilmiş sokak. |
Otelin arkasındaki yürüme yolundan çekilen fotoğraf. |
Otellerin ve lokantaların yanında, Mekong ile birlikte akıp giden yürüyüş yolu. |
Mekong Nehri, karşı yaka Laos. |
Nehrin üzerinde bir baraka. |
Alışverişten yorulmuş, bir soluklanayım demiş. |
J ve MN ısrar etti, Victoria dönemi Londra'sı gibi süslenmiş bu kafeye gittik. |
Yol üzerinde bir yeşil gölcük. Ördek ve bebişleri... |
MN ile koşuya başlamadan hemen önce. |
Transseksüeller için ayrı tuvalet var. Böylesini ilk defa gördüm. |
Tam `odadan gorunen Mekong manzarasini` merak ettim diyecektim ki sonraki notu gordum, umarim eklenecek fotograflar arasinda o da vardir :-)
YanıtlaSilFotoğrafları ekledim. Balkondan çekilmiş Mekong resmi benim telefonda yok ama olsaydı da otelin arkasındaki yoldan çekilenden çok farklı olmazdı. J'nin telefonuna bir bakayım gelince. Belki onun telefonunda vardır.
YanıtlaSilSevgili Ali,
YanıtlaSilSana 14 şubatın ertesi günü olan 15 şubatta yazıyorum.İki sorum olacaktı bu anlamlı günde;
1)Acaba Einstein sevgilisine veya (olmuşsa) eşine 14 Şubatta bir hediye almış mıdır?
2)Yazılı ve görsel medyadan sürekli 14 şubat gününde sevdiğine veya eşine bir harcama yap dayatmasına boyun eğmeyen acaba kaç erkek vardır şu dünyada?Sonrasında bu erkeklerin akibeti ne olmuştur?
3)Tayland'ın köyünde durum farklı mıdır?
Teşekkürler.EE
Sevgili EE,
YanıtlaSil1. Einstein zamaninda 14 Subat bugun oldugu gibi kutlanmiyordu. Hatta hic kutlanmiyordu. 14 Subat'in bu derece populer olmasi son 20-30 yilda gerceklesmis bir olay. Sevgiden ziyade, neo-liberalizmin yukselisi ile iliskili. Dolayisiyla Einstein'in karisina 14 Subatta hediye almis olma olasiligi sifira yakin. Yalniz bir ay sonra, yani 14 Martta karisi ona hediye almis olabilir cunku 14 Mart Einstein'in dogum gunu.
2. Vardir. Ben mesela. Benim gibi olan pek cok arkadasim da var. Olayin ticari yonunu her iki sevgili de anlayabilirse baski ortadan kalkar.
3. Tayland'in koylusunun basi derdinden askin. Valentine'i takan yok ama bu sene Valentine gunu kutsal bir Budist gun olan Maka Pucha gunune denk geldi. Belki bu yuzden bir kipirdanma olmustur. Ben 14 Subat gunu koyde degildim o yuzden bilemiyorum koydeki durumu.
Saglicakla,
ali