Kabuk bağlamış bir yaradır köyde sabah. Umut verir, heyecan
verir, bir keser ağzı gibi keskindir. Kaşımazsan geçecektir kendiliğinden
sanki, dokunmazsan iyileşecektir bir başına, ağır ağır kendisini bulacak,
etrafındaki derinin rengine kavuşacaktır.
Kat kat tabakalara bürünmüş, yorgun bir bakıştır günün
ağrıyan ışıkları burada. Horozlar kesik kesik gelen sesleriyle gün ışığından
iki saat önce başlarlar sabahı müjdelemeye. Onları köpekler takip ederler,
mahalle dedikoduları gibi yayılır havlamalar. Serçelerin ve cırcır böceklerinin
şarkıları eklenir senfoniye. Bitmez tükenmez bir enerjinin habercisidir bu
sesler, bitmez tükenmez bir hayatın.
Köyde hayat erken başlar; gözler erken açılır sabaha,
duyular erkenden uyanır kokulara ve seslere. İşleri şansa bırakma lüksü yoktur
köylünün hayatında. Hayat basittir. Çalış ve kazan. Doğrusal bir denklem
gibidir her şey. Çözmek için dahi olmak gerekmez. Çalışırsan kazanırsın,
çalışmazsan sürünürsün. Ne borsadaki kumarbazlardan haberdardır köylü ne de
emlak piyasasının çalkantılarından. Elinin emeği, gözünün nuru, nefesinin ruhu
bulaşır dokunduğu her şeye. İçinde emeğin olmadığı şeye tamah etmez köylü;
burun kıvırır, görmezden gelir. Ya da…
Ya da bir yolunu bulur kendince. Köylü muaf değildir hayatın
kendisine sunacağı adiliklerin getireceği rahatlıklardan. Ne Kampoon Boontawee’nin
“Kuzeydoğu Çocuğu”romanında anlattığı gibi yüzde yüz masumdur İsan köylüsü ne
de Yakup Kadri’nin Yaban romanında tasvir ettiği gibi yüzde yüz yavşak, çıkarcı
ve cahildir. İşini bilir o da, tıpkı kentliler gibi. Rahatına düşkündür,
özellikle tarlası toprağı varsa daha bir özgürdür gün boyu yatıp uzanmada. Ame
her köyde böyle insan bir yada iki tane vardır. Çünkü çok toprak gerekir dört
kişilik bir aileyi bile geçindirmek için. Bu yüzden beklentiler azdır
buralarda. Yağmurun azlığı, suyun çok değerli oluşu dayanışmayı ve birlikteliği
zorunlu kılar. Başka türlü ayakta kalmak imkânsızdır. Çalışmak şarttır,
sabahtan akşama kadar aralıksız çalışmak, toprağı sıkıp içinden çıkan cevheri hayata
dönüştürmek tek tutunma yöntemidir. Bunun için erkenden kalkmak gerekir, gün
ışımadan, hava serinliğinden hiçbir şey kaybetmeden.
Sızlayan bir diştir yatakta sabahı beklemek. Temiz havada
uyuyamıyorum fazla. Az uyku da yetiyor demek ki! Kentlerde bizi saatlerce
uyutup, yataktan yorgun kaldırtan o iğrençliğe lanet etmemek elde mi köydeki
som mavi gökyüzünü görünce? Hava biraz ışıyınca fark ediyorum yandaki boş
araziye yeni yapılmış pembe duvarlı evi. Herkes uyanınca sordum bizimkilere kim
bunlar diye. Hikâyesi uzunmuş, umut ve hayal kırıklığı doluymuş, buradaki her
insanın hikâyesi gibi. İsan köylerinde böyle hikâyeler çoktur. Daha önce üç
çocuk babası bir köylünün nasıl olup da travesti olmaya karar verdiğini –ya da
kadın olduğunun farkına vardığını- ve Pattaya’ya gidip barlarda çalışmaya
başladığını yazmıştım. Yanı başımızdaki
pembe duvarlı pembe çatılı pembe kapılı evin hikâyesi onunki kadar ilginç
olmasa da yazmaya değer bir hikâye.
İşimiz kolay olsun diye adama Edward, kıza da Lek diyelim.
Edward 60 yaşında, emekli bir İsveçli. Emekli maaşının yarısıyla bile
Tayland’da krallar gibi yaşayabilecek birisi. Oğulları kızları var ülkesinde.
Boşanmış ya karısından, aklı fikri kendisini yeniden genç hissettirecek bir eş
bulmakta. İsveç’de bulamıyor tabii; parası olan, kariyeri olan, eğitimli
İsveçli kız neden baksın altmış yaşındaki adama? Geliyor İsan’a; umudun
kokuşmuş bir bataklık gibi her daim sürüncemede olduğu çorak topraklara.
Buluyor fakir bir aile. Diyor ki onlara “Siz bana kızınızı verin, ben de size
ev yapayım.” Dedim ya, buranın halkı doğrusal düşünür. Para gururun da
kaynağıdır çoğu zaman. Ya paran olacak ya toprağın. Bu ikisinden birisi yoksa bir
hiçsindir. Bulmuşlar altın yumurtlayan tavuğu, kaçırırlar mı? “He” diyorlar
zengin yaşlıya. Adam kendisinden kırk yaş genç kızı kendine eş yapıyor. Ev
yapmak için de bizim evin yanındaki arsayı satın alıyor ve evi inşa ediyor. Kız
yirmi yaşında. Evin pembeliğinden belli çocuk olduğu, yaşını anmaya ne gerek
var?
Bu arada kız, bir oğlan bebek doğuruyor Edward’dan. Çocuk
doğunca işler biraz karışıyor. Edward’ın İsveç’deki evlatları başından beri
itiraz ettikleri evliliğe artık dayanamaz oluyorlar. Babalarının mirasına ortak
olacak bir bebek gelmiş dünyaya, bir de kendi çocukları yaşlarında bir yeni
gelin. Babayı İsveç’e dönmeye ikna ediyorlar. Lek de gidiyor onunla birlikte.
Pembe duvarlı, pembe çatılı ev Lek’in ailesine kalıyor. Lek’in annesi babası
kardeşleri buraya yerleşiyor. Bahçede salatalık, domates, biber, kabak, soğan
yetiştirmeye başlıyorlar.
İsveç’de ise işler daha da kötüye gidiyor. Edward’ın aklı
başına geliyor ya da bir şekilde farkına varıyor miras konusunda ortaya çıkan
huzursuzluğun. “Ben o arsayı ve evi yatırım için yapmıştım. Satacaktım.” demeye
başlıyor. Bu noktada araya girip bir yorum yapayım izin verirseniz. “Bir
Avrupalının İsan bölgesine gelip, yatırım amaçlı arsa alması kadar ahmakça bir
şey olamaz. Yatırım yapacaksan git Hua Hin’e, git Pattaya’ya, git Bangkok
çevresine… Buradan arsa alıp satarak edeceğin kâr, satıştan doğacak vergi
yükümlülüğünü bile karşılamaz, zarar edersin.”
Neyse, Edward akıllanıyor ama iş işten geçti bir kere. Arsa
ve ev Lek’in üzerine. Boşanmaya karar veriyorlar. Lek çocuğun velayetini Edward’a veriyor,
kendisine de Iraklı göçmen bir sevgili ediniyor. Bir de iş buluyor İsveç’de. Lokantalarda,
otellerde temizlik yapıyor. Şu aralar kazandığı paranın bir kısmını Edward’a
veriyormuş evin ücretini ödemek için. Ara sıra da çocuğunu görmeye gidiyormuş. Kazandığı
paranın kalanını da ailesine gönderiyormuş. Yaşı genç olduğu için gocunmuyordur
yaşadıklarına herhalde. Ne yaptıysa ailesi için yapmıştır, ne yaptıysa annesi
babası ve çocuğu için.
İşte böyle bir hikâye yatıyor bizim evin yanında. Yaşam
mücadelesi, daha iyi koşullara kavuşmak için feda edilen bir evlat, kırık dökük
hayaller, doğar doğmaz annesinden koparılan bir oğul… Lek, gençliğine ve
deneyimsizliğine rağmen tüm aileyi sırtlamış götürüyor. Edward eski
yalnızlığında. Birkaç yıllık maceradan geriye bir bebek kalıyor sadece. Bir de
o bebeğe hırsız gözüyle bakan, bebekten belki 30-35 yaş büyük üvey ablalar ve
abiler.
Bizim evin öteki yanındaki ev eski bir İsan evi. Ahşap bir
yapı, sellerde zarar görmesin diye odalar yükseltilmiş. Evin arkasında pirinç
makineleri var. Burada pirinci kabuğundan ayırıyorlar. Makine çalışınca gürültü
dayanılmaz oluyor benim için. Onlar makineyi çalıştırınca ben kısa mesafe
koşmaya çıkıyorum. Bu şekilde anlaşabiliyoruz ancak. Diğer köylüler de
pirincini buraya getiriyor. Sanırım cüz’i bir ücret karşılığında komşuların
işlerini yapıyorlar. Bir de domuz ve
tavuk yetiştiriyorlar bahçelerinin öteki tarafında. Sabahları yediğimiz
yumurtalar ya bu komşudan geliyor ya da kayınpederin okulundaki tavuklardan.
Aynı şekilde günlük öğünlerde yediğimiz muz, domates, biber, fesleğen yaprağı,
nane, mango, papaya, limon, guava, patlıcan, kabak, soğan gibi meyve ve
sebzeler de ya bizim bahçeden ya da komşuların bahçelerinden tedarik ediliyor.
Tavuklar ara sıra bizim bahçeye giriyor. Eskiden Tokcay
tavuk falan sokmazdı bahçeye, gördüğünü kovalar, tavukları pert edene kadar
koştururdu. Şimdilerde artık karışmıyor. Yaşlılık böyle bir şey olsa gerek.
Gözlerinin önündeki hayat yenilenip, her gün baştan başlarken sen sadece
seyrediyorsun, müdahale etmeye gerek duymuyorsun. Artık sadece seyirci olmak
zevk veriyor sana, sadece izlemek ve hatıraların muallak ışığında geçmişi
özlemek…
Sabahları evin önünden çocuklar geçiyor gruplar halinde.
Hepsinin altında eski püskü bisikletler. Hepsi de şen şakrak, okula gidiyorlar
şakalaşarak. Arada sırada şeker kamışı taşıyan kamyonların sesleri geliyor ana
yoldan. Derin, hırıltılı bir ses; pencereleri zonklatan bir titreme. Yağmurdan
ümidi kesen köylü pirinci bırakıp şeker kamışına yönelmiş son yıllarda. Daha
çok para var şeker kamışında. Koca koca kamyonlar kasa yüksekliklerinin iki
katı mal alıp yola çıkıyorlar. Kimisi devriliyor eğimli yollarda, kimisi
varıyor ilçenin çıkışındaki kantara. Umut taşıyorlar ağır ağır, köylü şeker
kamışını satacak da hükümet para verecek. Tarla sahibi bu parayı alacak
çoluğunun çocuğunun karnını doyurabilecek, tarlasında çalıştırdığı ırgatlara
ücretlerini ödeyebilecek.
Köydeki bir başka ilginç olay da hiçbir şeyin atılmıyor
oluşu. Tabaka tabaka birikiyor hayat burada. Yıllar öncesine ait ufak tefek
ayrıntılar tüm çıplaklığıyla korunuyor. Yıllar üzerinden geçerken en altta
kalanlara bir şey olmuyor. Belki gözden uzaklaşıyorlar ama kaybolmuyorlar.
Soğan gibi halka halka büyüyor hayat, büyüdükçe koruyor altta kalan tabakaları,
büyüdükçe sarıp sarmalıyor geçmişi. Biri birinin üzerine inşa ediliyor, biri
birini yıkmadan, yok etmeden.
Örneğin, bizim mutfak evin arkasındaki avludadır. Hoş,
Tayland’daki evlerin hemen hepsinde mutfak dışarıdadır çünkü yemek yaparken kızartılan
sarımsak ve acı biber çok ağır kokular çıkarır, evi yaşanmaz hale getirir. Hem
zaten biz yemekleri de dışarıda yeriz. Yıllardır buraya gelir giderim, bir kere
bile evin içinde yemek yediğimizi anımsamıyorum. Kayınvalide mutfağı
genişleteyim, bulaşık yıkamayı kolaylaştırayım diye yeni lavabolar yaptırtmış.
Modern mutfağa benzeyen türden bir mutfak duvarı dikmiş bahçe duvarı ile avlu
arasına. Bu duvara tencereyi tavayı asıyor. Yalnız bunu yaparken eski mutfağa
dokunmamış. Eski mekân olduğu gibi duruyor. Bozulan buzdolabını atacaklarına,
üzerini muşambayla kaplamışlar. İçine sıklıkla gerekmeyecek eski belgeleri
koymuşlar. Yeni buzdolabını da dışarıya koymuşlar. Eski ev pirinç deposu olmuş,
eski bisiklet sırf çürümesin diye ayda bir sürülüyor evin önünde. Ev inşaat
halindeyken kullanılmak üzere yapılan tuvalet halen duruyor. Kayınpeder bazen
bahçedeki bu tuvalete gidiyor. Sırf nostalji olsun diye mi yoksa tuvalet
işlerliğini yitirmesin diye mi bilmiyorum. Evde zaten iki tane tuvalet var.
Bahçedekini neden yıkmıyoruz? Yıkmıyoruz çünkü yıkmaya gerek yok. Yıkmıyoruz
çünkü yeniden yapması yıkmaktan çok daha zor. Yıkmıyoruz çünkü “Ya bir gün
lazım olursa?” sorusuna kesin bir “Hayır, asla lazım olmaz.” yanıtı
veremiyoruz. Yıkmamak bir seçenekten çok bir lüks aslında. Arazi bolsa neden
yıkasın ki! Kentlerde yeniyi koymak için yer açman gerekir ve bu yüzden eskiyi
atmak şarttır. Burada bahçe geniş, at bir kenara dursun. Belki bir gün lazım
olur.
Geldiğimin ikinci günü bahçeye domates ve salatalık
ekmiştim. Toprağa dokunmak iyi geliyor bana. Avuçlarıma alıp ufalıyorum
sertleşmiş toprağı. O kuru toprak ufalandıkça içindeki canlar çıkıyor ortaya.
Börtü-böcek, bilumum otlar ve artıklar… Milyonlarca yıllık oluşumun ve
devinimin sonucu taşlar, çakıllar. Tırnaklarımın altı toprak oluyor ama
gocunmuyorum hiç. Elektriğimi alır, evrene pozitif enerji gönderir falan
demiyorum. Sadece fiziksel emek harcadığım için iyi gelir diyorum. Toprak bu, hepimizi
eşitleyen sıfır noktası değil mi? Topraktan geldik ne de olsa, toprağa
döneceğiz. (Kur’andaki ayette “Inna lillah ve inna ileyhi raciun” der. Toprak
kelimesi geçmez.) Kentlerde yaşayan bizler toprağı çok az görüyoruz. Evden
çıkıp işe varana kadar ayağım bir kere bile toprağa değmiyor. Asfaltların ve
betonların üzerinde geçiriyoruz günlerimizi ve gecelerimizi. Oysa toprak içerik olarak bize en yakın
parçası dünyanın. Kırılgan bedenimizde ne varsa toprakta da var. Kırılgan
ruhumuzdaki çarpıntıların kaynağı da (ya da çözümü) belki topraktır, kim bilir!
Bana göre kent insanının kendisine ve doğaya yabancılaşmasında büyük bir rolü
var topraktan uzakta olmanın. Kendisini var eden kaynağa yüz çeviren ve hatta
onu gözden ırak tutmak için elinden geleni yapan bir tür oluverdik son birkaç
yüzyılda. Kentlerin ortasına konuşlandırdığımız sembolik parklar dışında
toprakla bir bağımız kalmadı. Onu bile çok görüyorlar kimi kentlerde, halkın
şehitler vermesi gerekiyor üç beş karış toprak ve o toprak üzerinde yaşayan
ağaçlar için.
Yediğimiz domateslerde toprağın kokusu yok (Burada
yediklerim nasıl da güzel kokuyor. Tek tek burnuma götürüyorum domatesleri
ısırmadan önce. Emilia filmindeki manavcı çocuk gibi.), ne ekmek ekmek gibi
kokuyor kentlerde ne de salatalığın kendine has bir rayihası var. Artan dünya
nüfusunu beslemek için üretilen çözümlerin en kötüsü genetiğiyle oynanmış
besinlerdir. Durum o kadar kötü ki artık orijinalleri kaybetmek üzereyiz. Yani
gerçek mısırı bir daha asla göremeyebiliriz, gerçek domatesi de… Varsa yoksa aslı gibi görünen, üzerinde tek
bir böcek gezinmemiş, uzun süre çürümeksizin kalabilen, dayanıklı, kaya gibi
sert, fabrika ürünü gibi standardize edilmiş, olması gerekenden daha iri, ama
aynı zamanda tatsız, kokusuz, içi sudan farksız kırmızı bir meyve…
Ektiğim tohumlar filizlenmişler. Yalnız çok sık ekmişiz,
birkaç gün sonra o filizleri yerlerinden söküp, aralarına mesafe koyup tekrar
ekeceğim. Deneyimsiz olunca böyle oluyor. Olsun! Toprak, emeğin karşılığını
veren en adil tarafıdır dünyanın. Sen ona bakarsan o da sana bakıyor. Sen onu
dinlersen o da seni dinliyor. Sen ona yamuk yaparsan o da sana yamuk yapıyor.
Bizim ektiğimiz domateslerin ve salatalıkların hemen yanında kayınvalidenin
ektiği naneler ve biberler var. Eski evin –şimdiki pirinç deposu- arkasındaki
geniş alanda dragon meyvesi denilen meyveden ekmiş kayınpeder ama henüz ortada
meyve yok. Birkaç yıla meyve verir diyor. Daha arkalarda uzun muz ağaçları var.
Burada muz en kolay yetişen meyvedir. Yağmur mevsiminde muz
dalını sok toprağa, altı ay sonra sana on kilo muz verir. Bir de boy atar ki
şaşar kalırsın, nereden geliyor bu kadar enerji diye. Sanasın toprağın altında
bir muz ağacı vardı, sen dalı sokunca o ağaç uyandı ve gün yüzüne çıktı. Senin
toprağa soktuğun dal kalınlaşmış, bacağın kadar olmuştur. Onun sağından
solundan fışkıran ince dallarda onlarca muz yetişir. Nasıl taşır o kadar muzu
bu ağaç, nasıl besler bu dallar bal gibi tatlı muz meyvesini… İş sadece muzla
da bitmiyor. Aynı toprak diline dokunduğunda yedi düveline sövdürten biberleri
de veriyor. Evin önündeki kelebek ağacındaki çonko çiçeklerine ne demeli peki?
Geldiğimden beri her sabah yanlarına gidip, hayran hayran bakıyorum bu
kırmızı-pembe çiçeklere. Böyle manyak
bir şey işte toprakla uğraşmak. Ayna gibi adeta, sen ona bakınca o da sana
bakıyor. Sen ona sırtını dönünce o da sana sırtını dönüyor.
Bahçeyle ilgilenmediğim zamanlarda ya uyuyorum ya da
okuyorum. Son on üç yıldır satın aldığım kitapların hemen hepsi burada. Beş
yüzden fazla kitap var. Sadece bu köyün değil, belki Ban Ten ilçesinin en
zengin kütüphanesi bizim evde. Büyük bir hevesle masama yığdığım kitapların iki
tanesini bitirdim bile. Birkaç tanesini Çin’e götüreceğim. Vietnam’da
çalışıyorken, Sienney, Hong Kong’dan getirmişti Lao She kitaplarını. Unutmuştum
bu kitaplara sahip olduğumu. İyi oldu. Şanhay’da bulamamıştım Lao She’yi.
Okuyup üzerine yazılacak kitapları var Lao She’nin. Özellikle “Camel Xiangzi” romanı
ve “Teahouse” oyunu 20. Yüzyıl Çince edebiyatta önemli mihenk taşları olarak
kabul ediliyorlar.
Okuma ve yazmanın dışında pek de bir şey yapmıyorum burada.
Bir haftadır zaten köyde değildik. Güneye indik. Bangkok’da üç gün geçirdik J’nin
TC vatandaşlığına başvurusu için gereken resmi belgeleri tamamlamak için. Sonra
Hua Hin tarafına indik. Üç günü deniz kenarında geçirdik. İyi oldu. “Denizi
Özleyen Adam” olarak suya bedenimi sokup çıkarmam, bir yılın yorgunluğunu aldı.
Dün geri geldik köye. Araba kullandığım için normalden daha fazla yoruluyorum
yolculuklarda. Yattım uzandım tüm öğleden sonra. Hem zaten tatildeyim,
dinlenmeyip ne yapacağım. Çin’de yaşamak bile yoruyor insanı, bari Tayland’da
yaşamayayım. Benim için tatilde olmak demek kahvaltıda iki fincan kahve
içtikten sonra, uykum geldi deyip yatıp uyumak demek. Böyle hiçbir şeyle
ilgilenmemek, hiçbir şey yapmamak zoruma gitmiyor artık. Eskiden daha
hafakanlıydım. Vaktimi boşa geçirdim mi suçluluk duygusu çökerdi içime, utanç
dolu nehirler geçerdi damarlarımdan. Şimdilerde şunun farkına vardım.
Yaşamazsan yazamazsın da! Öyle sabahtan akşama göt büyüttüğün yerde kitap
okuyarak hayatı öğrenemiyor insan. Yaşaman, ellerini hayatın kirine sokman
gerekiyor. Kirlenmeden, dışarıdan kirlenenleri izleyerek olmuyor. Bunu anlamam
da yıllarımı aldı.
Akşam olunca çocukları evlerine dönerken görüyorum. Köylüler
dört tekerli motosikletleriyle geçiyorlar. Tarladan eve dönüyorlar belli ki!
Tüm gün çalışılmış; güneşin altında şeker kamışlarıyla, mısırlarla, pirinç
saplarıyla mücadele edilmiş. Şimdi eve gitme ve yarın için hesap yapma vakti.
Öyle ki bu topraklarda hiçbir hesabın tutmayacağını bilse de yapar hesabını
köylü. Hükümet söz verdiği pirinç ödemesini dört aydır yapmamış, ne yapacak
İsan’ın çiftçisi? İsyan edip Bangkok’u ele geçiremeyeceğine göre, sabredip
bekleyecek. Hoş denediler bir kere. Pencerelerden sarkan keskin nişancılar
tarafından vuruldular birer birer. Kızıl bir ırmak varacaktı Bangkok’a ama
engellediler, işin içine haksız mücadeleyi soktular, siyasi çıkarlara alet
oldular.
İsyan edemeyince bekleyecek köylü. Yağmurun daha fazla yağıp
bir yılda birden fazla hasat yapabileceği günleri bekleyecek. Şeker kamışının,
mısırın, patatesin hükümet tarafından peşin parayla alınacağı günleri
bekleyecek. Erkek çocuklarının büyüyüp tarlada iş tutacağı, kız çocuklarının
büyüyüp bir an önce uygun –mümkünse elini cebine soktuğunda çükünü değil de
parayı tutan- birisiyle evleneceği günleri bekleyecek.
Akşamın karanlığı bastırıp, hüzün bir çıyan gibi kapıların pencerelerin altlarından evlere girince, İsan köylüsü köşesine çekilip dinlenecek. Tapınaktan gelen duaları dinleyecek, yapışkan pilavına katık ettiği biberli patlıcan ezmesini yerken, karanlıkta el yordamıyla bulduğu yarasına dokunacak. İşte o anda anlayacak evinin önünden geçen yolu ışıklandıran çocukların cıvıltılarını, o anda kavrayacak tarlada tüm gün çalışıp da hayatında neden bir iyileşmenin gerçekleşmediğini.
Bir döngü vardır hayatta ve bu döngü köyde en canlı, en
hızlı, en acımasız olandır. Her sabah kaşınmaması gereken bir yarayla başlar.
Gün boyunca kaşımamak için tutar kendisini, işe verir bedenini, kollarına ve
ayaklarına verir kaslarındaki tüm gücü. Oysa gün ağarınca artık dayanılmaz olur
kaşıma isteği. Uzaklardan bir kamyonun ağır hırıltısı gelir. Ölüm döşeğindeki
hasta gibidir kimi mücadeleler. Hayat herkese adil değildir, toprak en çok
kendisine bakana değil, kendisine sahip olana verir vereceğini. Bilir bunu
köylü, bilir ve sabreder. Çünkü çok zamandır anlamıştır o, köydeki her akşamın
kanayan bir yara olduğunu.
Bunca kitap okumanın insanı daha mutlu yapmayacağını bildiği halde insan neden daha fazla kitap okur ki?
YanıtlaSilAdınızı bağışlarsanız kapsamlı bir yanıt yazabilirim sorunuza.
YanıtlaSilAli
Erkan Engin
YanıtlaSilTeşekkürler.