“Uzak nedir?” dedim. “Kendinin bile ücrasında yaşayan benim
için, gidecek yer ne kadar uzak olabilir?”. Ve nihayetinde köprüleri
yakıp Çin’e gitmeye karar verdim. Şanghay yakınlarındaki ufak bir kentte (3-4 milyon nüfusu var) matematik öğretmenliği yapacağım birkaç yıl. Lise son
sınıflara AP Calculus ve AP Statistics öğreteceğim. Vietnam’da altı yıl istatistik ve sayısal
analiz (içinde azıcık Calculus vardı) öğretmiş birisi olarak yeni işe alışmam
sorun olmayacak gibi. Çin de sonuçta bir Asya ülkesi. Yemekleri Tayland’ın
yemeklerine, gelenekleri Vietnam’ın geleneklerine benziyor olabilir. Hoş,
benzemiyor da olabilir. Ben Vietnam’a gidiyorken hakkında çok az şey
biliyordum. Gidince öğrendim, öğrendikçe alıştım ve sevdim. Aynı şey Tayland
için de geçerli. Çin için durumu farklı yapacak bir fark göremiyorum.
Nüfusu fazla, yüzölçümü fazla, tarihi eski ve etkileyici, kültürü derin ve
insanları çeşitli.
Sözleşmem iki yıllık ama ne kadar kalırım, gideceğim ülkenin
şartları bana ne getirir; bunları zamanla öğreneceğim. 2000’de Tayland’a
gittiğimde hiç öngörmediğim halde altı yıl kalmıştım. Sonrasında sürpriz bir
gelişmeyle Vietnam’da iş bulduğumda bir yıllığına gitmiştim ama orada da altı
yıl kalmıştım. Halen orada lideri olduğum grubun üyeleri bana yazıp, şikâyette
bulunuyorlar yeni koordinatörleri hakkında, geri gel diyorlar. Onlara da dedim,
buraya da yazayım. Dünya büyük ve her ülkenin kendisine ait bir büyüsü var. Bir
kere alıştı mı bünye, farklı kültürler görüp tatmanın gizemine, bir daha
akıllanamıyor. İşte bu yüzden dönmeyeceğim Vietnam’a, kısa süreli arkadaş ziyaretlerini
saymazsam tabii.
Bir plan yapmıyorum Çin hakkında. Hani bir laf vardır ya “Tanrı’yı
güldürmek istiyorsanız plan yapın.” diye. Kimseyi güldürmeye niyetim yok.
Dolayısıyla hiçbir plan yapmadan, dönüş tarihimi bilmeksizin, biletimi tek
yönlü alarak çıkıyorum yola. 1999’da yazdığım bir şiirde “Yaşamak ya yolda
olmak, ya yolda ölmek” demiştim. Sanırım benim hayatım yollarda geçecek, hiçbir
yerin evim olamayacağını kendime kanıtlayınca da ömür tükenmiş olacak. Hem
madem öğretmenlik bir insanı maddi anlamda tatmin edemiyor, en azından gezerek
kültürümü artırmama vesile olsun, manevi anlamda beni doyursun, beslesin.
Tayland’da bir, Vietnam’da iki, Türkiye’de de bir kitap yazdım (henüz
yayınlanmadı sonuncusu). Blogumda onlarca yazı yazdım, kimisi siyasi, kimisi edebi, kimisi de güncel. Bir aksilik çıkmazsa Çin’de de bir yıl içinde “Çin
Öyküleri” adıyla bir kitap çıkarmayı düşünüyorum. Olmazsa “Çin Günlükleri“
adıyla, üslup açısından daha basit olan bir gezi kitabı da hazırlayabilirim. Vakit
olursa ikisini de yaparım. Neden olmasın?
Türkiye’ye geçen yaz gelmiştim. Buraya gelirken uzun süre
kalırım diye düşünmüş; bu plana göre eşyalar almış, boş ev kiralamış, bir yığın
masraf yapmıştım. Nerede hata yaptığımı hâlâ tam olarak kestiremiyorum. Türkiye
mi yanlış ülkeydi? Seçtiğim/seçildiğim okul mu yanlış okuldu? Çalışma yöntemim
mi yanlıştı? Beklentilerim mi fazlaydı? Kendimi çok mu yukarıda görüyordum?
Fazlasıyla ben-merkezci miydim? Bu vakitten sonra geriye dönüp geçmişin
muhasebesini yapacak değilim. İnsanın başına ne gelirse verdiği yanlış
kararlardan dolayı gelir. İyi ya da kötü, bir yıl geçirdik Türkiye’de. Sıkıntılı
bir yıldı ama güzel şeyler de olmadı diyemem. Tam alışmaya ve sevmeye başlamıştım ki (zaten
sevmek alışmaktan başka nedir ki?) gidiyorum. Pişmanlık duymuyorum ama biraz
dargınım kendime. Sanki yeteri kadar gayret sarf etmemişim, sanki Türkiye için
diğer ülkeler için gösterdiğim kadar sabır göstermemişim gibi hissediyorum. Bunları biliyor olmama rağmen gidiyorum çünkü
uzaklar çağırıyor. “Ben atlara ve uzaklara hayranım.” dememiş miydi şair?
Hem
dün bir liste yaptım J ile beraber. Türkiye’de yaşadığım olumlu ve olumsuz
şeyleri listeledim. Olumlular olumsuzları açık ara ile geçti. Neden mutsuz
olacakmışım bu durumda? Gidiyorum çünkü çağrıldım, gidiyorum çünkü buralarda
aradığımı bulamadım, gidiyorum çünkü gelecekten umutluyum, gidiyorum çünkü gitmeyi kendime daha çok yakıştırıyorum. Hepsinden öte, gidiyorum çünkü
bilinmezin albenisi çekiyor beni. Karanlığın, fark edilmemişin, unutulmuşun…
Biletim 16 Ağustos akşamına. 17 Ağustos’ta, öğleden sonra
varacağım Şanghay’a. Her şey o kadar planlı programlı ki hiçbir şeyi dert
etmiyorum. Havaalanına inince beni alacaklar, otele götürecekler. Birkaç gün otelde
kalırken; telefon alma, banka hesabı açma, vizeyi daimiye çevirme gibi temel ihtiyaçları
gidereceğim. Bir de kiralık ev bakacağım. Yabancı öğretmenlere yardımcı olsun
diye görevlendirilmiş bir bayan –adı L olsun- tüm konularda bize rehber olacak.
23 Ağustos’ta oryantasyon programı için başka bir kente gideceğiz. Bu program
için yapılacak yolculuğun tren biletleri bile alındı. Programın içeriği belli, yemek ve kahve
molalarının saatleri belli, kimin hangi odada konuşma yapacağı belli. Hatta L
geçen hafta bana yazdığı bir elmekte ne yeyip, ne yemediğimi bile sordu. Ne de olsa misafiriz, ne de olsa henüz
bilmiyoruz Çinlilerin yazılı olmayan kurallarını.
Bir ülkede misafir olmak güzel bir duygu, nereden bakarsak
bakalım. Tamam öz yurdumuzdan uzaktayız, tamam dili ve kültürü bilmiyoruz,
tamam etrafımızda olan pek çok olaydan habersiz kalıyoruz. Bunların yanında
güzel yanları azımsanmayacak kadar çok. Bir kere o ülkeye ait olmadığınız için
sürekli misafir modunda yaşıyorsunuz. Çok eşya almıyorsunuz, çok masrafınız
olmuyor, pek çok şeyi kafaya takmıyorsunuz. Bir derviş hayatı yaşıyorsunuz ister
istemez. “Ben yolcuyum zaten, bana ne maldan mülkten.” diyorsunuz. İhtiyaçlarınız dışında para harcamıyorsunuz ve
dolayısıyla hafif yaşıyorsunuz. Bunun yanında genelde yerel halkın güler yüzü –eğer
siz onlara bir yamuk yapmazsanız- her zaman için sağlam bir sığınak oluyor sıkışan
başınıza. Misafirsiniz, yardıma muhtaçsınız. Belki zavallı değilsiniz ama onlar
isterse sizi zavallı haline getirebilirler. Bir ihtiyacınız olduğunda size
yardımcı olacak birileri mutlaka çıkıyor. Ya da siz kendi rahat olduğunuz
sınırlar içerisinde (comfort zone) kalmaya kendinizi zorluyorsunuz ve
dolayısıyla bu alan içerisinde mutlu bir şekilde yaşayabiliyorsunuz. Yurt
dışında yaşayan insanlar bu yüzden genel itibarıyla hallerinden memnundurlar.
Eğer kazançları da iyiyse kolay kolay ayrılmazlar bulundukları ülkelerden.
Daha rahat arkadaş edinirsiniz yurt dışında çünkü sizin gibi
yabancı olanlarla çok temel bir ortak yönünüz vardır: Evden uzakta olmak. Sırf
İngilizce konuşabildiği için birisiyle arkadaşlık edebilirsiniz, birlikte
bisiklet turuna çıkabilir, yemek yiyebilir, sanat sergilerine katılabilirsiniz.
Tabii ki uzun vadeli arkadaşlıklar için dil ortaklığından fazlası gerekir.
Mesela Tayland’da tanıştığım ve hâlâ irtibatımı sıkı sıkı koruduğum sadece iki
arkadaşım var. Çünkü her ikisi de okumaya ve yazmaya meraklı. Vietnam’da da
durum farklı değil. Yüzlerce insanla tanıştım ama mektup yazdığım, iş dışında ciddi
konuları tartışabildiğim arkadaş sayısı sadece iki.
Avantajlarının yanında dezavantajlarından da bahsetmeliyim.
Bir kere dili ve kültürü içselleştirmediğiniz sürece etrafınızda olanlardan bîhaber
yaşarsınız. Tuhaflıklar bazen eğlenceli olsa da genelde hayal kırıklığına neden
olur. Kimi zaman sinirleriniz gerilir, kimi zaman şalterleriniz atar. Bunun
yanında yazılı olmayan kurallara aşina olana kadar sıkıntı yaşarsınız. Hatta bu
kuralların bir kısmına alışsanız bile asla hepsini bilemeyeceğinize göre önünüz
bir yerlerde tıkanır. Yerel halk çok kısa sürede, çok daha az ücret ödeyerek, çok daha az zahmet harcayarak bir işi hallederken siz yabancı olduğunuz için ve raconu bilmediğiniz için
günlerce bekledikten sonra ve daha fazla ücret ödeyerek aynı işi halledersiniz.
Türkiye’de bunun farkını açık açık gördüm. Yazılı olmayan ve
insanlar arası yakın ilişkilerden –akraba yardımı, tanıdık kıyağı,
ben-bugün-senin-sırtını-sıvazlıyorum-sen-de-yarın-benimkini-sıvazlarsıncı
mentalite oldukça yaygın Türkiye’de. Benim bunun farkına varmam –Mesela 9 ayda
mahkemelerle, uzun yolculuklarla, bir ton parayla halledemediğim bir nüfus
kaydı işi, tanıdık birisine bir telefonla halloldu.- bir yılımı aldı. O kadar
ki tanıdık kişi bana içerledi durumu ona daha önce anlatmadığım için. Nereden bilebilirdim
ki? Ben Türkiye’de yabancı gibi yaşamaya çalıştığım için alışmakta
zorlanmıştım, hâlâ zorlanıyorum. Bir türlü içinde bulunduğum kafesin aslında
içinde doğup büyüdüğüm kafes olduğunu kavrayamıyorum. Ya da kafesin tüm dünya
olduğuna inandırıldım son on iki yıl içinde.
Daha fazla uzatmayacağım. Çin Mektupları serisini, her biri
yaklaşık 1000 -1200 arası sözcükten oluşan mektuplarla oluşturacağım. Uzadıkça
çekilmez ve okunmaz oluyor mektuplar.
Bir sonraki mektupta yola çıkarken yanıma alacaklarımdan ve yeni
başladığım Çin okumalarından söz edeceğim.