* Kafam daha dingin olunca güzel bir öykü yazacağım bu konuda. Aşağıdaki pek istediğim gibi olmadı. Silinip baştan yazılması gerek. Üşeniyorum...
Sanal Dilencilerin Doğuşu
Kentin en zengin mahallesinden başladılar temizliğe. Belliydi bahanelerinin çok önceden, kapalı kapılar ardında geleceği planlayan fütürologlar tarafından hazırlanmış olduğu; “Kenti fakirden, fukaradan, düşmüşten, sakattan, körden, topaldan arındırıyoruz.” diye bağırıyorlardı ellerindeki megafonlarla. Reklam mı yapıyorlardı yoksa cürümlerine destek mi arıyorlardı belli değildi. Halk izliyordu tedirgin, elleri vicdanlarında. Kimi yerde alkışlayanlar oluyordu yapılanları –kara camların arkasında kalmış görünmez güçlerdi bunlar-, kimi yerde yuhalayanlar kalpleriyle. Hükümetin emri kesindi. İçerisinde pek çok bürokratın, milletvekilinin ve bakanın yaşadığı bu semtte dilenci istemiyorlardı. Hepsi derhal temizlenmeliydi. Gitmek istemeyenler ağlarla avlanıp, derdest edilip, öylece götürülmeliydiler. Başbakan bir doğu Asya gezisinde tanık olmuştu böylesi bir insan avına, çok sevmişti. Vietnam’da, trafik kurallarına uymayan motosiklet sürücülerinin üzerine atılan ağların aynısıydı dilencilerin üzerine atılan. Tıpkı kontrolden çıkmış vahşi bir hayvanı yakalamak için kullanılan türden, ince örülmüş, siyah ve ağır bir ağ.
Sanal Dilencilerin Doğuşu
Kentin en zengin mahallesinden başladılar temizliğe. Belliydi bahanelerinin çok önceden, kapalı kapılar ardında geleceği planlayan fütürologlar tarafından hazırlanmış olduğu; “Kenti fakirden, fukaradan, düşmüşten, sakattan, körden, topaldan arındırıyoruz.” diye bağırıyorlardı ellerindeki megafonlarla. Reklam mı yapıyorlardı yoksa cürümlerine destek mi arıyorlardı belli değildi. Halk izliyordu tedirgin, elleri vicdanlarında. Kimi yerde alkışlayanlar oluyordu yapılanları –kara camların arkasında kalmış görünmez güçlerdi bunlar-, kimi yerde yuhalayanlar kalpleriyle. Hükümetin emri kesindi. İçerisinde pek çok bürokratın, milletvekilinin ve bakanın yaşadığı bu semtte dilenci istemiyorlardı. Hepsi derhal temizlenmeliydi. Gitmek istemeyenler ağlarla avlanıp, derdest edilip, öylece götürülmeliydiler. Başbakan bir doğu Asya gezisinde tanık olmuştu böylesi bir insan avına, çok sevmişti. Vietnam’da, trafik kurallarına uymayan motosiklet sürücülerinin üzerine atılan ağların aynısıydı dilencilerin üzerine atılan. Tıpkı kontrolden çıkmış vahşi bir hayvanı yakalamak için kullanılan türden, ince örülmüş, siyah ve ağır bir ağ.
Taktik hep aynıydı. Bir dilenci sokağı boşaltın uyarısını
takmayınca, polisler önce ortalıktan kayboluyor, dilenciye “Ohh be, gitti
başımın belaları.” izlenimi veriyorlardı. Bir süre sonra, sessizce arkasından
yaklaşıyordu iki ya da üç polis. Önde
bir memur elindeki ağı atıyor, ağın altında çaresizce çırpınan dilenci karga
tulumba kamyonete tıkılıyordu. Olaylar o kadar hızlı gelişmişti ki tek bir
dilenci bile kaçamamıştı ağlardan. Bir grup insan hakları savunucusu genç, bir
köşe başında gösteri yapmaktaydı ama onların bu gösterisi de çok uzun süremedi.
Polise mukavemet olarak nitelendirilen bu davranış önce gaz bombasını getirdi,
ardından da tazyikli suyu. Polis direnmeye devam edenlerin üzerine ağ atıp,
onları da dilencilerin konduğu kamyonetlere doldurdu ve meydandan uzaklaştırdı.
Sonra diğer semtlere daldı polis, nerede bir dilenci gördü,
aldı götürdü. Sakatlığına, numara yapıyor oluşuna, başkası için çalışıyor
oluşuna, anne-oğul beraber dileniyor oluşuna, aslında dilenmiyor da selpak
mendil satıyor oluşuna bakmadan hepsini tıktı ıslah evlerine, onlar dolunca da
yetimhanelere, sığınma evlerine ve en sonunda da hapishanelere. Dilenmek
yasaktı dünyanın en büyük on ekonomisine girmeye aday olan ülkede. Kötü bir
imaj, küçük düşürücü bir ortam yaratıyordu yırtık pırtık elbiseleriyle
kaldırımları işgal etmiş bu üretmeyen insan güruhu. Öyle ya! Ya üretip hakkıyla
para kazanacaksın, kazandığından vergi vereceksin ya da yaşamayacaksın.
Sırf bu yüzden babaların oğullarına verdikleri harçlıklara
vergi koydular, özel ders vermeyi ve otostop çekmeyi yasakladılar, kadınların
haftada bir gün toplanıp pastalı börekli yaptıkları altın günlerine sınırlamalar
getirdiler. Yapılacaksa altın günü bunu bankalar aracılığıyla devletin izin
verdiği kurumlar yapardı. Böylece kontrol altına alınırdı tüm para akışı. Her
el değiştirmeden de vergi alabilirdi devlet, tek bir kuruşu bile kaçırmadan.
Polisin dur durak bilmeyen şiddeti ve hükümetin her şeyi
paraya çevirme hırsı halkta endişeyle karışık bir korkuya neden oldu. Tüm bu
yasaklar bir şekilde delinebiliyordu. Örneğin otostop çeken bir genç arabaya
biner binmez şoförle tanışıyor, polisin durdurup hesap sorması halinde
söyleyecekleri tutarlı bir söylem birliğini birlikte oluşturuyorlardı. Böylece
birbirini hiç tanımayan iki insan komşu ya da aile dostu olabiliyordu. Şoför
zaten genci her gün aynı yere bırakan, babacan bir insandı. Genç de bu
karşılıksız iyiliğe her gün teşekkür eden ama kesinlikle şoföre para vermeyen
bir kadirşinastı.
Peki ya dilenciler! Onları nasıl geri getirebilecekti kent?
Hoş, onlarsız kent daha bir temiz, daha bir güzeldi kimilerine göre. Bir kısım
diğerleri de dilencilerin toplumda var olan eşitsizlik hastalığının semptomlarından
birisi olduğunu, semptomu ortadan kaldırarak hastalığın çaresini bulmuş olmadığımızı
söylüyordu. İstediğin kadar kes kanserli bölgeyi, kanserin kökünü kurutmadıkça
yine çıkacaktır tümörler hiç ummadığın yerlerden, hiç ummadığın
zamanlarda.
Kent bir süre daha eylemlerle karıştı ama polisi aşamadı
insanlar. Bazı işi gücü yerinde insanlar ben de dilenciyim, beni de alın
diyerek eylem yaptılar kentin en geniş meydanlarında. Hapishaneler;
avukatlarla, öğretmenlerle, doktorlarla doldu. Hükümet olağanüstü hal ilan
edip, sokaklarda boş boş duran herkesi dilenci ilan etti. Köşede sevgilisini bekleyen
genç iki gün gözaltında tutuldu dilenci olabilir şüphesiyle, parkta arkadaşını
bekleyen bir kadın önce tartaklandı, gitmeyi reddedince de üzerine ağ atıldı,
karga tulumba kodese tıkıldı. Yorulup kaldırımın bir kenarına oturan yaşlı
teyzeler, ibadetinden sonra bir oturağa kurulup yaşıtlarıyla sohbete dalan
yaşlı amcalar hep aynı muameleyi gördüler. “Kim, sokak ortasında boş duruyorsa,
yani bir şey üretmeyip, bir şeyler alıp-satmıyorsa, o kişi dilencidir” diyordu
yeni yasa. Yayıldıkça yayıldı bu dalga.
Hükümet, mevsimin yaz olmasından
istifade edip okulları nezarethaneye çevirdi. Binlerce, on binlerce avare insan
buralarda tutulmaya başlandı. Bir süre sonra bu kadar çok insanın günlük yemek,
temizlik ve barınma masrafları hükümete yük olmaya başladı. Bir yerden, bir şekilde
finanse etmeliydiler bu kadar dilencinin bakımını.
Hükümet nihayet beklenen açıklamayı yaptı. Ellerinde bulunan
yüzbinlerce dilenciyi zengin batı ülkelerine göndereceklerini söylediler. Üç
aylık bir dil ve oyunculuk eğitiminden sonra her dilenci nitelikli işçi olarak
başta Almanya, Fransa, İngiltere, Hollanda ve Japonya olmak üzere, gelişmiş
ülkelere gönderilecek, onların kazandıkları paradan %50’ye yakın bir vergi
alınacaktı. 30 yıl yurt dışında dilencilik yapan birisi, düzenli olarak primlerini
de ödemişse, Türkiye’de emeklilik hakkına kavuşacaktı. Bu mükemmel fikir
başbakanın baş danışmanından, bir zamanlar “çıkar lobisi” ifadesini “faiz
lobisi” diye Türkçeleştiren ve ardından da hatasını kabul etmek yerine durumu
kurtarmak için siyasi manevralara başvuran adamdan gelmişti. Başbakan her
zamanki gibi çok tutmuştu, uzun vadede para getirecek bu işi.
Eğitimler verildi, kurslar tamamlandı ve beş bin kişilik ilk
kafile yurt dışındaki farklı kentlere gönderildi. Ülke yavaş yavaş tüm
dilencilerden arındırıldı, dilenci ihracatında diğer gelişen ve gelişmemiş
ülkelerle kıyaslanamayacak sayılara ulaştı.
Sokaklarda artık bir tane bile sağlıksız, üstü başı kirli ve yırtık
insan kalmamıştı. Artık her yerde; temiz ve iyi giyimli insanlar, işinde
gücünde vatandaşlar görülüyordu. Yaklaşık bir yıllık yoğun bir çalışmanın
sonucunda hükümet kentleri urlarından temizlemeyi başarmıştı. Yurt dışından
gelen turistler bile şaşırıyordu sokaklarda yürüdüklerinde. “Hani” diyorlardı,
“hani burası Avrupa kadar zengin olmayan gelişmekte olan bir ülkeydi! Bizim
kentlerimizde bile bir sürü dilenci var.”
Oysa göremiyorlardı turistler yer altına çekilmiş, yukarı
doğru değil de aşağı doğru büyüyen, kök salan urları. Artık insanlar sanal
yolla dilenmeye başlamışlar, hemen her web sayfasının sağında solunda oturup
dilenen animasyon figürleri belirmişti. Kredi kartınızla ya da posta yoluyla
üç-beş metal para yardım etmek kimsenin bütçesini sarsmazdı. Hem internet sayesinde
dilenciler kendilerini daha iyi ifade eder olmuşlardı. Kullanıcı; resmin
üzerine gelince dilencinin profilini görebiliyor, diğer acındırıcı resimlerine
bakabiliyor, en Arabesk filmlere taş çıkartacak hayat hikayesini
okuyabiliyordu. Ayrıca yine internet sayesinde sokakların, caddelerin, illerin
sınırlarını da aşmış oluyordu dilenciler. Bir dilenci herhangi bir günde
Amerika’daki günahkar yaşlı bir Katolik kadından 1000 dolar, Singapur’da oğlunu
sınava sokacak bir zengin bürokrattan 5000 dolar kazanabiliyordu. Artık iş
pazarlama ve kendini iyi satma noktasına gelmişti. Kimi dilenciler gizliden
reklam ajanslarıyla anlaşıp, kendi PR yönetimleriyle ilgilenmeye başladılar.
Kimisi de yeni sanal dilencilere ön ayak olmak için reklamcılık firmaları
açtılar. Bu kadar zeki olmayıp, dilenmekten vaz geçenler ise iş bulup
çalıştılar ama nedense ülkedeki üretim istatistiklerinde bir artış
gözlemlenmedi. Bir yandan işgücü artmıştı ama yapılan iş aynıydı. Hem aldatmacalar,
kandırmacalar, birbirinin kuyusunu kazmalar, hayali işler daha bir artmış, ülke
ekonomisi tarifi imkansız bir balonun içinde buluvermişti kendisini.
Yurt dışına
gönderilen dilencilerin hemen hepsi ise vergi yükünden kurtulmak için birkaç ay
içinde izlerini kaybettirmişlerdi. Bir kısmı kaçak yollarla ülkeye geri dönmüş
olsa da pek çoğu gönderildikleri yerin vatandaşlığına geçip, kendilerine
verilen geçici işlerle hayatlarını kazanmaya başlamışlardı. Hükümet büyük bir
hevesle başladıkları projenin daha ilk adımında bu derece başarısızlıkla
sonuçlanmasından dolayı büyük bir hayal kırıklığına uğramış olsa da bunu
halkına itiraf edemeyeceği için sayıları uzun süre sakladı. Dünyanın en dilencisiz ülkesinin naif vatandaşları, hep ilk on ekonomiye girecekleri günleri hayal ederek, yıllarca aynı partiye oy vermeye devam etti.
10 Temmuz 2013, Maltepe - İstanbul
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder