Bu Blogda Ara

10 Temmuz 2013

Sanal Dilencilerin Doğuşu

* Kafam daha dingin olunca güzel bir öykü yazacağım bu konuda. Aşağıdaki pek istediğim gibi olmadı. Silinip baştan yazılması gerek. Üşeniyorum...

Sanal Dilencilerin Doğuşu

Kentin en zengin mahallesinden başladılar temizliğe. Belliydi bahanelerinin çok önceden, kapalı kapılar ardında geleceği planlayan fütürologlar tarafından hazırlanmış olduğu; “Kenti fakirden, fukaradan, düşmüşten, sakattan,  körden, topaldan arındırıyoruz.” diye bağırıyorlardı ellerindeki megafonlarla. Reklam mı yapıyorlardı yoksa cürümlerine destek mi arıyorlardı belli değildi. Halk  izliyordu tedirgin, elleri vicdanlarında. Kimi yerde alkışlayanlar oluyordu yapılanları –kara camların arkasında kalmış görünmez güçlerdi bunlar-, kimi yerde yuhalayanlar kalpleriyle. Hükümetin emri kesindi. İçerisinde pek çok bürokratın, milletvekilinin ve bakanın yaşadığı bu semtte dilenci istemiyorlardı. Hepsi derhal temizlenmeliydi. Gitmek istemeyenler ağlarla avlanıp, derdest edilip, öylece götürülmeliydiler.  Başbakan bir doğu Asya gezisinde tanık olmuştu böylesi bir insan avına, çok sevmişti.  Vietnam’da, trafik kurallarına uymayan motosiklet sürücülerinin üzerine atılan ağların aynısıydı dilencilerin üzerine atılan. Tıpkı kontrolden çıkmış vahşi bir hayvanı yakalamak için kullanılan türden, ince örülmüş, siyah ve ağır bir ağ.

Taktik hep aynıydı. Bir dilenci sokağı boşaltın uyarısını takmayınca, polisler önce ortalıktan kayboluyor, dilenciye “Ohh be, gitti başımın belaları.” izlenimi veriyorlardı. Bir süre sonra, sessizce arkasından yaklaşıyordu iki ya da üç polis.  Önde bir memur elindeki ağı atıyor, ağın altında çaresizce çırpınan dilenci karga tulumba kamyonete tıkılıyordu. Olaylar o kadar hızlı gelişmişti ki tek bir dilenci bile kaçamamıştı ağlardan. Bir grup insan hakları savunucusu genç, bir köşe başında gösteri yapmaktaydı ama onların bu gösterisi de çok uzun süremedi. Polise mukavemet olarak nitelendirilen bu davranış önce gaz bombasını getirdi, ardından da tazyikli suyu. Polis direnmeye devam edenlerin üzerine ağ atıp, onları da dilencilerin konduğu kamyonetlere doldurdu ve meydandan uzaklaştırdı.

Sonra diğer semtlere daldı polis, nerede bir dilenci gördü, aldı götürdü. Sakatlığına, numara yapıyor oluşuna, başkası için çalışıyor oluşuna, anne-oğul beraber dileniyor oluşuna, aslında dilenmiyor da selpak mendil satıyor oluşuna bakmadan hepsini tıktı ıslah evlerine, onlar dolunca da yetimhanelere, sığınma evlerine ve en sonunda da hapishanelere. Dilenmek yasaktı dünyanın en büyük on ekonomisine girmeye aday olan ülkede. Kötü bir imaj, küçük düşürücü bir ortam yaratıyordu yırtık pırtık elbiseleriyle kaldırımları işgal etmiş bu üretmeyen insan güruhu. Öyle ya! Ya üretip hakkıyla para kazanacaksın, kazandığından vergi vereceksin ya da yaşamayacaksın.

Sırf bu yüzden babaların oğullarına verdikleri harçlıklara vergi koydular, özel ders vermeyi ve otostop çekmeyi yasakladılar, kadınların haftada bir gün toplanıp pastalı börekli yaptıkları altın günlerine sınırlamalar getirdiler. Yapılacaksa altın günü bunu bankalar aracılığıyla devletin izin verdiği kurumlar yapardı. Böylece kontrol altına alınırdı tüm para akışı. Her el değiştirmeden de vergi alabilirdi devlet, tek bir kuruşu bile kaçırmadan.

Polisin dur durak bilmeyen şiddeti ve hükümetin her şeyi paraya çevirme hırsı halkta endişeyle karışık bir korkuya neden oldu. Tüm bu yasaklar bir şekilde delinebiliyordu. Örneğin otostop çeken bir genç arabaya biner binmez şoförle tanışıyor, polisin durdurup hesap sorması halinde söyleyecekleri tutarlı bir söylem birliğini birlikte oluşturuyorlardı. Böylece birbirini hiç tanımayan iki insan komşu ya da aile dostu olabiliyordu. Şoför zaten genci her gün aynı yere bırakan, babacan bir insandı. Genç de bu karşılıksız iyiliğe her gün teşekkür eden ama kesinlikle şoföre para vermeyen bir kadirşinastı.

Peki ya dilenciler! Onları nasıl geri getirebilecekti kent? Hoş, onlarsız kent daha bir temiz, daha bir güzeldi kimilerine göre. Bir kısım diğerleri de dilencilerin toplumda var olan eşitsizlik hastalığının semptomlarından birisi olduğunu, semptomu ortadan kaldırarak hastalığın çaresini bulmuş olmadığımızı söylüyordu. İstediğin kadar kes kanserli bölgeyi, kanserin kökünü kurutmadıkça yine çıkacaktır tümörler hiç ummadığın yerlerden, hiç ummadığın zamanlarda. 

Kent bir süre daha eylemlerle karıştı ama polisi aşamadı insanlar. Bazı işi gücü yerinde insanlar ben de dilenciyim, beni de alın diyerek eylem yaptılar kentin en geniş meydanlarında. Hapishaneler; avukatlarla, öğretmenlerle, doktorlarla doldu. Hükümet olağanüstü hal ilan edip, sokaklarda boş boş duran herkesi dilenci ilan etti. Köşede sevgilisini bekleyen genç iki gün gözaltında tutuldu dilenci olabilir şüphesiyle, parkta arkadaşını bekleyen bir kadın önce tartaklandı, gitmeyi reddedince de üzerine ağ atıldı, karga tulumba kodese tıkıldı. Yorulup kaldırımın bir kenarına oturan yaşlı teyzeler, ibadetinden sonra bir oturağa kurulup yaşıtlarıyla sohbete dalan yaşlı amcalar hep aynı muameleyi gördüler. “Kim, sokak ortasında boş duruyorsa, yani bir şey üretmeyip, bir şeyler alıp-satmıyorsa, o kişi dilencidir” diyordu yeni yasa. Yayıldıkça yayıldı bu dalga. 

Hükümet, mevsimin yaz olmasından istifade edip okulları nezarethaneye çevirdi. Binlerce, on binlerce avare insan buralarda tutulmaya başlandı. Bir süre sonra bu kadar çok insanın günlük yemek, temizlik ve barınma masrafları hükümete yük olmaya başladı. Bir yerden, bir şekilde finanse etmeliydiler bu kadar dilencinin bakımını.

Hükümet nihayet beklenen açıklamayı yaptı. Ellerinde bulunan yüzbinlerce dilenciyi zengin batı ülkelerine göndereceklerini söylediler. Üç aylık bir dil ve oyunculuk eğitiminden sonra her dilenci nitelikli işçi olarak başta Almanya, Fransa, İngiltere, Hollanda ve Japonya olmak üzere, gelişmiş ülkelere gönderilecek, onların kazandıkları paradan %50’ye yakın bir vergi alınacaktı. 30 yıl yurt dışında dilencilik yapan birisi, düzenli olarak primlerini de ödemişse, Türkiye’de emeklilik hakkına kavuşacaktı. Bu mükemmel fikir başbakanın baş danışmanından, bir zamanlar “çıkar lobisi” ifadesini “faiz lobisi” diye Türkçeleştiren ve ardından da hatasını kabul etmek yerine durumu kurtarmak için siyasi manevralara başvuran adamdan gelmişti. Başbakan her zamanki gibi çok tutmuştu, uzun vadede para getirecek bu işi.

Eğitimler verildi, kurslar tamamlandı ve beş bin kişilik ilk kafile yurt dışındaki farklı kentlere gönderildi. Ülke yavaş yavaş tüm dilencilerden arındırıldı, dilenci ihracatında diğer gelişen ve gelişmemiş ülkelerle kıyaslanamayacak sayılara ulaştı.  Sokaklarda artık bir tane bile sağlıksız, üstü başı kirli ve yırtık insan kalmamıştı. Artık her yerde; temiz ve iyi giyimli insanlar, işinde gücünde vatandaşlar görülüyordu. Yaklaşık bir yıllık yoğun bir çalışmanın sonucunda hükümet kentleri urlarından temizlemeyi başarmıştı. Yurt dışından gelen turistler bile şaşırıyordu sokaklarda yürüdüklerinde. “Hani” diyorlardı, “hani burası Avrupa kadar zengin olmayan gelişmekte olan bir ülkeydi! Bizim kentlerimizde bile bir sürü dilenci var.”

Oysa göremiyorlardı turistler yer altına çekilmiş, yukarı doğru değil de aşağı doğru büyüyen, kök salan urları. Artık insanlar sanal yolla dilenmeye başlamışlar, hemen her web sayfasının sağında solunda oturup dilenen animasyon figürleri belirmişti. Kredi kartınızla ya da posta yoluyla üç-beş metal para yardım etmek kimsenin bütçesini sarsmazdı. Hem internet sayesinde dilenciler kendilerini daha iyi ifade eder olmuşlardı. Kullanıcı; resmin üzerine gelince dilencinin profilini görebiliyor, diğer acındırıcı resimlerine bakabiliyor, en Arabesk filmlere taş çıkartacak hayat hikayesini okuyabiliyordu. Ayrıca yine internet sayesinde sokakların, caddelerin, illerin sınırlarını da aşmış oluyordu dilenciler. Bir dilenci herhangi bir günde Amerika’daki günahkar yaşlı bir Katolik kadından 1000 dolar, Singapur’da oğlunu sınava sokacak bir zengin bürokrattan 5000 dolar kazanabiliyordu. Artık iş pazarlama ve kendini iyi satma noktasına gelmişti. Kimi dilenciler gizliden reklam ajanslarıyla anlaşıp, kendi PR yönetimleriyle ilgilenmeye başladılar. Kimisi de yeni sanal dilencilere ön ayak olmak için reklamcılık firmaları açtılar. Bu kadar zeki olmayıp, dilenmekten vaz geçenler ise iş bulup çalıştılar ama nedense ülkedeki üretim istatistiklerinde bir artış gözlemlenmedi. Bir yandan işgücü artmıştı ama yapılan iş aynıydı. Hem aldatmacalar, kandırmacalar, birbirinin kuyusunu kazmalar, hayali işler daha bir artmış, ülke ekonomisi tarifi imkansız bir balonun içinde buluvermişti kendisini.

Yurt dışına gönderilen dilencilerin hemen hepsi ise vergi yükünden kurtulmak için birkaç ay içinde izlerini kaybettirmişlerdi. Bir kısmı kaçak yollarla ülkeye geri dönmüş olsa da pek çoğu gönderildikleri yerin vatandaşlığına geçip, kendilerine verilen geçici işlerle hayatlarını kazanmaya başlamışlardı. Hükümet büyük bir hevesle başladıkları projenin daha ilk adımında bu derece başarısızlıkla sonuçlanmasından dolayı büyük bir hayal kırıklığına uğramış olsa da bunu halkına itiraf edemeyeceği için sayıları uzun süre sakladı. Dünyanın en dilencisiz ülkesinin naif vatandaşları, hep ilk on ekonomiye girecekleri günleri hayal ederek, yıllarca aynı partiye oy vermeye devam etti.

10 Temmuz 2013, Maltepe - İstanbul




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder