Bu Blogda Ara

03 Temmuz 2013

SUSTUM

Susmuşluğum mağduriyetimden ya da mağruriyetimden değil, mağlubiyetimden ve mahkumiyetimdendir. Susuyorum çünkü şimdiye kadar çok az kişiye duyurabildim sesimi, asıl duyması gerekenler hak getire!  Uçuştu kağıtlar gökyüzünde, ucu sivri uçaklar gibi, üzerlerine yazılı olanlara bakılmadan. Denize düştüler ama kayık olamadılar, bir kese kağıdından bozma da olsa. Olsalardı belki göçperestin ayağına yanaşırlardı ıssız bir adanın ıslak bir sahilinde. O zaman söz anlamına kavuşurdu, söylenmesinin bir hükmü olurdu, söylenmeseydi geride elim bir pişmanlık bırakacak olurdu, söylenmeseydi ömür boyu içeride kalacak ağır bir taş olurdu.

Mahkumiyetim ise sonu görünmeyen uzun yollara, dalgalı denizlere bakan yamaçlara, dar patikalardan gidilen dağlara ve bu saydıklarımın hem nedeni hem de sonucu olan özgürlüğedir. Onuruma, varoluşuma, güzel olana, eleştirebilmeye, eleştirilebilmeye, saygı görmeye, saygı duymaya, değer verilmeye, değer vermeye, adam yerine konmaya, güvenilmeye, başıboş bırakılmaya… Prangalarımda çok hasret birikmiştir, beklemekten ve bekletilmekten. “Arif” olan söylemiş zaten, ben neden susmayayım?

Susuyorum çünkü sesin anlamının değil kimin söylediğinin önemli olduğu, oturduğun koltuğun yüksekliğine göre rağbet gördüğün, arkasına sığındığın masanın genişliğine göre muameleye tabi tutulduğun, yaşına ve rütbene göre değer verildiğin bir iş ahlakının mahkûmlarıyız hepimiz. Ben avazım çıktığı kadar bağırsam, ciğerlerimi paspas etsem, toplantılarda ser verip sır vermeyen bir cengâver olsam, söylediklerimle herkesin içinde sırma saraylar inşa etsem, duyması gerekenler duymayacaktır söylenenleri. Baş sallayanlar, "haklısın ama ..." diyenler, "azıcık ağırdan al sen de!" tavsiyesinde bulunanlar...  

Susuyorum çünkü söyleyecek lafım kalmadı. Her şeyi söyledim, söylenenleri tekrar ettim, söylenmeyenleri ya da söyleyemediklerimi yazdım. Yazdım, çünkü söylemek benim deplasmanımdı kimseyi buna inandıramasam bile. Söyleyemeyince yazarım ben, kavgamın aracıdır kalem, kavgamın yani onurumun, kavgamın yani tükenmemişliğimin. Yazdım, çünkü yazmak iki kere, bazen üç kere düşünüp konuşmaktır. Yazdım çünkü söz uçar ama yazı… Yazı donar ve dondurur okuyanı… Yazdım ve yazacağım çünkü yazı iz bırakır, milyonlara ulaşır, sınırları aşar, zamanı tanımaz. Söz güdük kalır yazının yanında, sinirden ve egodan beslenir. 

Haddimi bildirenlere karşı yumruk olamadığım içindir mağlubiyetim. Değersizleştirmeye, itibarsızlaştırmaya, sömürmeye karşı güçlü bir yürek olamadığım için susuyorum.  Sadece kendimi savunmadım hiçbir zaman. Olacaksa bir güzellik, herkes faydalanacaktı. Bu yüzden haksızlık olarak gördüğüm ayrıcalıkları da istemedim, talep etmedim. Acıları karşılaştıranlara ses edemediğim için, haksızlığa gelemediğim gibi haksızlıktan beslenenlerin ekmeğini yemek zorunda olduğum için ve en çok da benden önce susup da susarak çok iş becerenleri anmak için susuyorum.

Acılar karşılaştırılır mı be moruk? Öyle derdim şimdi telefon çalsaydı, konuşsaydık. Tayland’da minik öğrencisini okul servisinde unutan ve sonunda ölümüne neden olan öğretmen geliyor aklıma. Küçücük kız, 40 dereceye varan sıcakta fırın haline gelen bir minibüsün içinde. Kız ölüyor ve birkaç hafta sonra bir anlık dalgınlıkla –Kim bilir kafasında ne vardı o anda? Müdür arayıp yeni bir iş mi vermişti? İki ayağı bir pabuca mı girmişti?- çocuğu orada unutan öğretmen intihar ediyor. Dayanır mı insan o suçluluk duygusuna? Küçük bir çocuğun katili olmak, istemeden olsa bile, kızın ailesi öğretmeni affettiklerini söyleseler bile. Ya ben, kimleri öldürmedim bir yıl içinde? Ne çocukları kılıçtan geçirdim, ne yiğitleri bir et yığınına dönüştürdüm bir hapşırığımla. Ağzımı açtım, gökteki yıldızlar düştü üzerimize; gözümü kırptım dalgalar okulu sardı en umulmadık anda. Ben ne yaptım ki bu derece zulmün arkasında bir şeytani abide olabildim tek başıma? Ben ki ben… Hele ki ben… Ben var ya ben...

Susuyorum çünkü ne zaman ağzımı açsam konuşan ben değildim. Korunması gerekenlerden, baki kalması gerekenlerden, egolarına toz kondurulmaması gerekenlerden bana hiç sıra gelmedi. Konuşurken daha çok “Biz” derdim ama susarken hep “Ben” diyeceğim. Susmak tercih meselesidir, susmak bir sorunun, bir sıkıntının varlığının işaretidir. Susmak, konuşmanın artık bir işe yaramadığının kanıtıdır. Susmak en güzel mesajdır tıpkı boş bir mektubun sevgiliye gönderilecek en güzel mektup olması gibi. Susmak, daha fazla debelenmeyeceğim, daha fazla batmayacağım, kendi kuyumu kazarken başkalarını da kendi kuyuma daha fazla çekmeyeceğim anlamına gelir kimi zaman. Susmak erdem değildir, susmak isyanın sonudur, durgunluk, dinginlik, yorgunluktur. Deniz değildir susmak, göldür. Fırtına değildir, lapa lapa yağan kardır.  Mağlup olan ordular sessiz sakin ülkelerine dönerler, arkalarında ölüler ve esirler bırakarak. Benim ölülerim zamanımdır, esirlerim ise hatıralarım.

Bir gün hepimiz susacağız ama benimkisi farklı. Ben ölmeden mezara gireceğim, tabutumun üzerinde zar atacaklar bana zor günlerimde gülücükler verenler. Beni sevenlere de sevmeyenlere de aynı anda sırtımı çevireceğim. Tam bir yıl önce bu sabah varmıştım İstanbul’a. Uçaktayken defterime şu notu yazmıştım. “Ben Türkiye’ye dönmüyorum, Türkiye’ye gidiyorum çünkü dönmek de bir tür yenilgidir.” Umutlarım ve heveslerim vardı uçağın tekerleri yere değdiği zaman, değişebileceğime inancım vardı, değiştirirken değişebileceğime. Ne okyanuslarda yaşamıştım, burada mı yaşayamayacaktım? Okyanustan çıkıp tatlı suya alışan, tatlı sudan çıkıp susuzluğa alışan ama en sonunda okyanusa geri döndüğünde boğulan balık olmayacaktım.  O büyük yeşil kapıdan girerken umutları ve idealleri olan bir öğretmendim. Şimdi mağlup bir zavallı olarak, üzerimden geçen bir yılın bıraktığı tortularla ilgilenemiyorum bile. Ne elimi uzatıp kirlerimi temizleyebiliyorum ne de şikâyet edebiliyorum halimden. Miskin de olabiliyormuş meğer bir zamanlar çalışkan olduğunu sanan bir insan. Miskin ve suskun… Kimi zaman aynı kapıya çıkan iki bilgece tavır…

Freire, diyalog için alçakgönüllülük ilk şarttır demiş. Ben miydim acaba denklemdeki mağrur ve kendini beğenmiş züppe? Oysa “mahsur” değil “mahzur” bile diyememiştim çok sevdiğim iş arkadaşıma, kırılır diye, bana “Türkçe züppesi” der diye. Belki de burada başlıyor züppelik! Mütevazı olduğun an kaybediyorsun, başkalarını kendinin önüne koyduğun an, diğerleri benden daha iyi bilir dediğin an. Peki ben miydim diyaloğun önünü tıkayan? Bir yılın sonunda nereden baksam suçlu benim. Güçsüz olduğum için, kırılıp dağıldığım için, tez kızaran bir gül, çabuk uzayan bir deve dikeni olduğum için… Suçluyum çünkü söylendim ama söylemedim, suçluyum çünkü söyledim ama dinletemedim, suçluyum çünkü havlayan kuduz köpeğe sen havlayan bir kuduz köpeksin dedim ve o daha gür havlamaya başladı.  Dedim suçlu oldum. Şimdi susuyorum ki paklanayım… Hazırlanayım yüce divana, hesabın kitabın dürüldüğü mahkemeye…

Ne demişti Diyarbakırlı taksi şoförü. “Bunlar İstanbul bebesi, bunlardan bir cacık olmaz. Madem devrim yapamayacaksın ne diye çıkıyorsun sokaklara. Getir üç-beş bin Diyarbakırlı buraya, ortalığın a*ına korlar valla. Bak şu oteli görüyon mu? Kırılmadık cam bırakmayacaksın orada. Bırak düşsün borsa a*ına koyim. Bu kadar çıtkırıldımsa bunların borsası düşsün, hak ile yeksan olsun, yenisini yapsınlar. Ulan, dünyanın neresinde görülmüş zenginler borsada para kaybediyor diye devrimden vaz geçen eylemciler…” Belki de sorun buradaydı. Hedef vuruşu yapmak imkansızsa eğer vuracaktın etrafını da, birkaç masum incinecek diye, birkaç cam kırılacak diye onlarca yıl çekecek miydik biz bu sömürüyü? Sarsılınca yıkılır iyisi de kötüsü de. Kalanlardan yenisini inşa edersin, filizler belki daha güçlü gelir, daha dayanıklı, daha dirayetli… Hiçbir devrim ayırmamıştır masum-suçlu diye. Bir şey yapacaksan "Birinci Türden Hata" kaçınılmazdır. Alfayı geniş tut ki eleğin üzerinde sadece hakikaten büyük olanlar kalsın. Vuracaksın, utandıracaksın, rezil edeceksin. Yapamadım, bu yüzden susuyorum.

“Okula uyum sağlayamadınız” demişti dudak altından gülümseyerek. “Nasıl yani?” demiştim onun uyum dediği şeyin ne olabileceğini öğrenebileceğimi umarak. “Koridorlarda öğretmenlere selam vermiyorsunuz.” dedi şaka yapar gibi. “Ben” demiştim sonra da, “işini yapanlara selam veriyorum. İşini yapmayıp, sağda solda takım elbiseyle caka satanlara neden selam verecek mişim?”. “Bana haddini bildirenlere bir kere olsun hak ettikleri dersi vermediğiniz için işinizi yapmadığınızı düşünüyorum.” deyince de susup kalmıştı, susma sırası ondaydı belki de. “Tazminatını cebimden vereyim, çek git.” demişti kaçacak deliği kalmayınca. Sonra anlamıştı söylediği lafın aslında bir rüşvet teklifi olduğunu, anlamıştı ama kurşun ete girmişti bir kere, ete girmiş kalbi bulmuştu. Susturmuştu beni, bir daha hiç susmayacağım kadar. 

Öncesi de vardı tabii. Sen dağları taşımaya yeltenmişsin ve eline kazmayı alıp, etrafındakilerin senin hakkında ne diyeceklerini hiç takmayarak vuruyorsun kazmayı taşa toprağa. İş çok, dağ gözünün önünde bir heyula, kazma samanlıkta kaybolmuş bir iğne gibi nereden baksan çelimsiz. Azim tek silahın olsa da oradan biri çıkıp bağırıyor; yapamazsın, edemezsin, yasak demiyor. "Haddini bil." diyor. "Haddini bil" demek iletişimin kopması demektir, "haddini bil" demek diyalog denilen ortamın ortadan kalkması ve onun yerine ezen-ezilen ilişkisinin yerleşmesi demektir, "haddini bil" demek bu sözü söyleyen kişinin acizliğinin, işini bilmemesinin, özgüvenini destekleyecek somut bir gücünün olmadığının kanıtıdır. "Haddini bil" dediğin anda ip kopar, bir taraf üstünlüğünü, efendiliğini ilan etmiştir. "Ben senden yukarıdayım. Benim dediğim olur. Senin görüşlerin ancak ben izin verirsem bir anlam taşır." demek istemiştir. Haddi bildirilen ise ya hayatını devam ettirebilmek için sessizleşip, kendi kabuğuna çekilecektir. Ya da çekip gidecektir fırsatını bulduğunda. Bütün ezen-ezilen ilişkilerinde vardır bu diyalogsuzluk çünkü diyalog demokrasinin ilk şartıdır. Başbakan da aynı lafı sarf etmedi mi birkaç gün önce, çapulcu olarak gördüğü genliğe karşı? Çapulcular susmadı ama, gidecek bir yerleri de yok. O halde mücadele devam edecek demektir. Peki ya yalnızsan, sana destek verenler de benzer tehditlere maruz kalıyorlarsa... Susmak işte bu zamanda faydalıdır, susup ders vermek seni ezenlere, susarak anlatmak derdini, susarak almak intikamını...

Onların uyumuna uyum sağlayamamam beni uyumsuz bir insan yapmadı ama suskun birisi yapmaya yetti.  Vahşi, vandal, yaban birisiyim ben. Pilavı çatalla yemeyi sevmem, yemem de! Kaşıkla keserim eti, elim bıçağa uzanana kadar. Hak ediyorum susturulmayı, hatta domuz bağıyla bağlanıp işkence edilmeyi, meme uçlarımı kerpetenlerle çeksinler, yanağımda sigara söndürsünler, kolumu burup tuğlayla ezsinler… Suçlu ve gururluyum. Suskun ve kederli de olabilirdim.  Mozart, Amadeus filminde diyor ya İkinci Joseph’e. “Forgive me majesty, I am a vulgar man but I assure you my music is not.”  Alçakgönüllü olmayı öğütlüyor kral ona, mütevazı olmayı… Yani ikiyüzlü olmayı, susmayı…

Onların istediği gibi bir insan olmadığım için susuyorum ben, madem ki konuştum bir faydam olmadı dünyaya, susayım ki insanlık yeşersin, kendini bulsun, daha bir insan olsun, kurumlar daha bir kurum, okullar daha bir okul olsun. Çocuklar daha neşeli, anneler daha mutlu, arabalar daha temiz olsunlar. Bütün dünya buna inansın, hayat bayram olsun, insanlar el ele tutuşsun, uzansınlar sonsuzluğa...  

Sustum, susacağım, susmakta direneceğim. Bir gün herkesin susacağı gibi… Siz beni susturanlar, ağzımı açtırmayanlar; bana haddimi bildirenler, bana haddimi bildirenlere seslerini çıkarmayanlar, bana haddimi bildirenlere seslerini çıkarmayanları yönetici yapanlar... Sizler de ne halt yiyorsanız yiyin. Umurumda değilsiniz. Sizler yukarıda aynı güneşin ve aynı ayın kavgasını veriyorken, ben tabutumda röveşata talimleri yapıyor olacağım buradan uzaklarda. Boşuna demedim uzun yola çıkmaya hüküm giydim diye. Suskunluktur en uzun yolculuk, dinlemeyi bilenlere...

Hadi hep birlikte susalım şimdi! Gandi susmuştu "Satyaghari"ye başlarken. David Thoreau sessizliğe gömülmüştü ormanda sivil itaatsizliğini ilan ederken… Bugün 2 Temmuz, Madımak otelinde katledilen canların yıldönümü. Şairlerimizin, sanatçılarımızın, söz erbabımızın susturulduğu gün. Adalet sistemimizin aslında bir sistemsizlik olduğunun, bir baş dönmesinde bile insanın daha istikrarlı adımlar atabileceğinin kanıtıdır bugün. Parayla şişirilen medyanın, onların yalanlarla şişirdiği vatandaşın, onların inançla şişirerek verdiği oyların sandıklarda herkesi nasıl susturduğunun -susmuyoruz aslında, kandırılıyoruz- kanıtıdır. Ama bu 2 Temmuz farklı olacak, öyle umuyorum. Gezi ruhuyla uyanmış bir halk belki ayrı bir hesap soracak ezenlerden. Yakalarına yapışacak, iki elim kanda da olsa peşini bırakmayacağım diyecek o hâkimlere, savcılara kanun yapıcılara. Diyeceğiz, suskunluğumu orada ben de bozacağım. Meydanda hakkını arayan işçiyi hapse atıp, otel yakıp insan öldürenleri serbest bırakan zihniyet mutlaka bulacak hak ettiği cezayı.

Yirmi yıl önce bugün katledilen Altıok'un bir dizesiyle bitireyim. Ruhu şad olsun.

Yaşamak görevdir yangın yerinde
yaşamak insan kalarak...

Bir de şu var çok sevdiğim:

benim bu dünyada bir yerim olmadı,
kuytu gövdemi saymazsak eğer
gövdem ki varla yok arası
hem varlığa, hem yokluğa değer.
ama yüreğim hiç solmadı. 

2 Temmuz 2013 – Maltepe, İstanbul 

Not: Masanın başına, birkaç ay önce derlediğim öykü seçkisini düzeltmek için oturmuştum ama nedense parmaklarım bunları yazdı. Herhangi bir amaca hizmet etmek için yazmadım. Sadece içimde sıkışıp kalan son tortuları dökmüş olmak için, kendi kendime ve doğrudan kendime yazdım (by myself, for myself). Bir daha da kolay kolay böyle şeyler yazmam -umarım-. Önümüzdeki günlerde tek hedefim seçkiyi hazırlamak ve Türkiye'den ayrılmadan önce bir yayıneviyle anlaşabilmek. Ben gitsem bile öyküler Türkiyeli olmaya devam edecekler nihayetinde. Basılsınlar da kurtulayım, yeni projelere başlayayım. 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder