Parkı açtınız ama kime açtınız demektir bu soru? Özgürlüğe
inanmış bir nesle mi yoksa başkalarının etek boyunda, omuzunun çıplaklığında,
topuğunun uzunluğunda gözü olan diğer güruha mı? Hani muktedirlerin her köşeye
sıkıştıklarında adlarından söz ettiği diğer %50’ye mi? Başörtüsüne karşı
olanlara da karşı olduğumuzu sittin kere söyledik. Dövmeyin arttık bizleri aynı
“Sizi gidi sizi din düşmanları” kamçısıyla. Halka açtık dersiniz ama halkı tanımlamazsınız.
Ele ele parkta gezenler bir emniyet amirinin kanını dondurur, ayırmak ister
onları, siz o emniyet amirini ayırmazsınız görevinden. Mini etekle otobüse
binen kız tacize uğrar, kimsenin gıkı çıkmaz. Biri polis olmak üzere dört kişi
ölmüş eylemlerde, sizler hala kırılan camların hesabını yaparsınız. Kabataş’ta
bir kadına saldırılmış dediniz günlerce, bulun suçluları cezalandırın. Biz de
arkanızdayız eğer masum bir kadına ve bebeğine sizin tarif ettiğiniz gibi bir
saldırı olmuşsa. Hani nerede? Ne bir tane suçlu var ortada, ne de tek bir
tutuklama. Bu nasıl hukuk devletidir, bu nasıl bir anlayıştır anlamak mümkün
değil.
Kimi zaman silahınız “Hoop, aile var!”dır, kimi zaman da “Tövbe
tövbe, mübarek Ramazan ayında”. Kadın
sorulabilecek en güzel soruyu sordu. Kimin parkı burası? Bir gün sonra Ramazan
çadırlarının dolduracağı, ezanların ve duaların seslerinin göğe yükseleceği Müslüman
halkın parkı mı yoksa inansa da inanmasa da, oruç tutsa da tutmasa da, AKP’ye
oy verse de vermese de, mini etek giyse de giymese de, kulağında küpe olsa da
olmasa da; herhangi bir ayırıma maruz kalmadan herkesin girebileceği, özgürce sosyalleşebileceği
bir park mı? Bu sorunun yanıtı belirleyecek parkı gerçek anlamda açıp
açmadığınızı. Belirledi bile, ben daha yazıyı bitiremeden…
Vali “Sizin için en önemli soru bu mu?” diye küçümseyerek
başladı yanıtına. Evet efendim, bu! Soruyu ve soranı yargılamak yerine sorunun
arkasında yatan endişeyi algılamaya bakın. Gezi parkı ya da bütün diğer parklar
ve hatta tüm diğer kamusal alanlar nasıl tanımlanıyor demektir bu. Parkın bir
köşesinde, sesiz sakin birasını yudumlayan gençlere müdahale edilecekse o park
nasıl halkın olacak? Akşam 5’ten 11’e kadar yolun kenarındaki daracık
yeşillikte mangal yakıp, sahil yolunu dumana boğanlara ses etmezsiniz.
Buldukları her köşede bangır bangır müzik çalanlara, yedikleri yemeklerin
çöplerini ortalıkta bırakanlara, yaktıkları mangalla parkta temiz havalı tek
bir köşe bırakmayanlara örf ve adetlerimiz bir şey demez ama bir ağacın dibine
oturup, sarılan sevgililere der. Taşlarız onları hemen. Ne kadar güzellik varsa
saklamalıyız zaten birbirimizden. Neden? Örf ve adetlerimiz! Peki değişmez mi
bu örf ve adetler? Nasıl oluşmuşlar ki artık değişmez olmuşlar?
Hem hangi örfümüzde var gün boyu camiden dışarıya ses verip,
duaları tüm halka dinletmek? Hangi örfümüzde var yıllardır düz lise olan
okulları halkın iradesinin karşıtlığına rağmen imam hatibe çevirmek, hangi
örfümüzde var küçücük çocukların başlarını bağlamak, hangi örfümüzde var
güçlüyü savunup düşmüşe tekme vurmak? Vardıysa da olmasın artık böyle örfler?
Modernlik örflerin önüne aklı koymak değil midir zaten? Hindistan’da adam
ölünce karısı da diri diri yakılıyordu. Örfler kalsın diye yaksın mı
Hindistanlılar tüm dul kadınları? Örflerimizle değil, aklımızla düşünelim. Cumhuriyet
böylesi bir kazanım için vardı ya da en azından böylesi bir kazanım için çıktı
yola. Neresindeyiz şimdi biz bu yolun? İleriye mi yoksa çoğumuzun korkularını haklı çıkarırcasına geriye mi gidiyoruz?
Muktedirlerin anlayamadığı ya da anlamak istemedikleri en
büyük soru budur işte. Ahlaksızlık denilen şey öpüşmek, koklaşmak, sevişmek
değildir. Ahlaksızlık kendin olamamaktır, kendini inkâr etmeye zorlanmandır,
istemediğin halde bir şeyi yapman için sürekli dürtülmen, yapmayınca da
cezalandırılmandır. Kimsenin parkın ortasında sevişmeye yelteneceğini
sanmıyorum. Akılları uçkurlarında olan, aşkı ve cinselliği gönlünce yaşayamamış
üç-beş görgüsüzün fantezisidir o. Başka
da bir şey değil.
Ahlakı mutsuzlukta arayanlar bırakmalılar artık bu bencilce
uğraşı. Bir insanın onurunu satın alamazsınız, onurunu ayaklar altına
alamazsınız, onuruyla alay edemezsiniz. Oysa daha geçen hafta dedi baş muktedir
“Ayaklar ne zaman baş oldular” diye, yine tüm alaycılığıyla. Takmıyoruz sizi,
umurumuzda bile değilsiniz, bir sivrisinek vızıltısından fazlası değilsiniz
benim için demek istedi bir bakıma. Haddinizi bilin demekten daha büyük bir
ahlaksızlık olur mu? Hele bir de bunu laf yetiştiremediğin, aklına erişemediğin
insanlara karşı kullanıyorsan… Oysa bu hep yapılır ülkemizde. Okulun sahibi
müdüre haddini bildirir, müdür öğretmene, öğretmen öğrencisine, öğrenci
kendinden zayıf olan diğer öğrencilere… Ezmeyi ve ezilmeyi en küçük yaşta öğreniyoruz
biz, kanımıza işliyor bu, DNA’mıza kilitleniyor. Ömür boyu da bırakmıyor
damarlarımızda gezinen kanımızı. Bir gelenek haline gelmiş ahlaksızlıktır bu.
Ne yapalım, koruyalım da geleceğimizi de mi yakalım? Yoksa değişip,
değiştirelim mi?
“Haddini bil” demek iletişimin kopması, diyalog köprüsünün
tuz buz olmasıdır. Ayaklar baş olmak istiyor, hadlerini bilsinler diyenler;
yarın aynı böbürlenmeyle öpüşmek istiyorlar, hadlerini bilsinler de
diyebilecektir. İşte bu kadın sorduğu soruyla böylesine bir kuşkusunu dile
getirmiştir. Ben sevgilimle öpüşürsem, başbakan ekrana çıkıp “Öpüşmesinler,
hadlerini bilsinler. Evlerinde oturan %50’yi zor tutuyorum.” diyecekse baştan
bilelim, belki başka bir yere gideriz öpüşmeye demek istemiştir. Özgürlüğümü
aradığım her saniyede karşımda bir duvar göreceksem bunun için parka gelmeme
gerek yok demek istemiştir. İçkime, rujuma, eteğime, yiyeceğime karıştığın gibi
öpüşmeme de karışacak mısın demek istemiştir. Yanıt bir parkın değil, bir
halkın kaderini belirleyecektir.
O hep sığındığınız yuvarlak laflar az daha kurtaracaktı
sizi. Ama bu sefer yemedi. Aç-kapa yalama olmuş parkı yine kapattınız. Ne oldu?
Gençler gelip oturacak, konuşacaklardı. Günlerdir ülkenin dört bir yanında
parklarda toplanıyor gençler, kime ne zararları oldu? Konuştular, tartıştılar,
gerektiği yerde seslerini yükselttiler, gerektiği yerde susmasını bildiler.
Kendiliğinden oluşan bu dinamik hareket kendi frenlerini de üretti, merak
etmeyin. İçen içti, içmeyen içene karışmadı. Açık bırakaydınız parkı, gelseydi
gençler, yapsalardı yapacaklarını. Ne olurdu? Olmaz! Neden, o zaman yenilmiş
olursunuz, o zaman hadlerini bildirmiş olmazsınız. Çünkü ezdikçe güçlü
hissediyorsunuz siz kendinizi, çünkü ezdikçe büyüyor egonuz.
Yoksa parkı halka değil de Ramazan’a mı açtınız? Ona da
açmış olsanız başımızın üstünde yeri olurdu, azıcık dürüst olup söyleyeydiniz
niyetinizi. O beğenmediğiniz gençler, oruç tutmasalar bile iftar çadırlarında
yemek dağıtırlardı; siz hiç merak etmeyin. Mini etekli kızlar, kulağı küpeli
erkekler, omuzu dövmeli transseksüeller; kazana daldırdıkları kepçeleri kâselere
boşaltırken bir eksiklik hissetmezlerdi modernliklerinde. Peki siz vali bey,
siz hissediyor musunuz bir eksiklik, park gençlerin forumlarına açıldığında? Hissediyorsanız,
hiç öyle lafı yuvarlamadan, akşama başbakan telefonda ne der diye hayıflanmadan
verseydiniz keşke yanıtınızı.
“Öpüşemezsiniz!” diyeydiniz de biz de bileydik
kimin ülkesinde kimin parkını açtığınızı. Hem o zaman daha rahat anlardık
açtığınız parkı üç saat sonra, daha teyzeler ellerindeki örgüyü, bardaktaki sıcak
çaylarını bile bitirmeden kapatacağınızı…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder