Bu Blogda Ara

09 Temmuz 2013

Peki Parkta Eşimle Öpüşebilecek miyim?

                                              
Parkı açtınız ama kime açtınız demektir bu soru? Özgürlüğe inanmış bir nesle mi yoksa başkalarının etek boyunda, omuzunun çıplaklığında, topuğunun uzunluğunda gözü olan diğer güruha mı? Hani muktedirlerin her köşeye sıkıştıklarında adlarından söz ettiği diğer %50’ye mi? Başörtüsüne karşı olanlara da karşı olduğumuzu sittin kere söyledik. Dövmeyin arttık bizleri aynı “Sizi gidi sizi din düşmanları” kamçısıyla.  Halka açtık dersiniz ama halkı tanımlamazsınız. Ele ele parkta gezenler bir emniyet amirinin kanını dondurur, ayırmak ister onları, siz o emniyet amirini ayırmazsınız görevinden. Mini etekle otobüse binen kız tacize uğrar, kimsenin gıkı çıkmaz. Biri polis olmak üzere dört kişi ölmüş eylemlerde, sizler hala kırılan camların hesabını yaparsınız. Kabataş’ta bir kadına saldırılmış dediniz günlerce, bulun suçluları cezalandırın. Biz de arkanızdayız eğer masum bir kadına ve bebeğine sizin tarif ettiğiniz gibi bir saldırı olmuşsa. Hani nerede? Ne bir tane suçlu var ortada, ne de tek bir tutuklama. Bu nasıl hukuk devletidir, bu nasıl bir anlayıştır anlamak mümkün değil.


Kimi zaman silahınız “Hoop, aile var!”dır, kimi zaman da “Tövbe tövbe, mübarek Ramazan ayında”.  Kadın sorulabilecek en güzel soruyu sordu. Kimin parkı burası? Bir gün sonra Ramazan çadırlarının dolduracağı, ezanların ve duaların seslerinin göğe yükseleceği Müslüman halkın parkı mı yoksa inansa da inanmasa da, oruç tutsa da tutmasa da, AKP’ye oy verse de vermese de, mini etek giyse de giymese de, kulağında küpe olsa da olmasa da; herhangi bir ayırıma maruz kalmadan herkesin girebileceği, özgürce sosyalleşebileceği bir park mı? Bu sorunun yanıtı belirleyecek parkı gerçek anlamda açıp açmadığınızı. Belirledi bile, ben daha yazıyı bitiremeden…

Vali “Sizin için en önemli soru bu mu?” diye küçümseyerek başladı yanıtına. Evet efendim, bu! Soruyu ve soranı yargılamak yerine sorunun arkasında yatan endişeyi algılamaya bakın. Gezi parkı ya da bütün diğer parklar ve hatta tüm diğer kamusal alanlar nasıl tanımlanıyor demektir bu. Parkın bir köşesinde, sesiz sakin birasını yudumlayan gençlere müdahale edilecekse o park nasıl halkın olacak? Akşam 5’ten 11’e kadar yolun kenarındaki daracık yeşillikte mangal yakıp, sahil yolunu dumana boğanlara ses etmezsiniz. Buldukları her köşede bangır bangır müzik çalanlara, yedikleri yemeklerin çöplerini ortalıkta bırakanlara, yaktıkları mangalla parkta temiz havalı tek bir köşe bırakmayanlara örf ve adetlerimiz bir şey demez ama bir ağacın dibine oturup, sarılan sevgililere der. Taşlarız onları hemen. Ne kadar güzellik varsa saklamalıyız zaten birbirimizden. Neden? Örf ve adetlerimiz! Peki değişmez mi bu örf ve adetler? Nasıl oluşmuşlar ki artık değişmez olmuşlar?

Hem hangi örfümüzde var gün boyu camiden dışarıya ses verip, duaları tüm halka dinletmek? Hangi örfümüzde var yıllardır düz lise olan okulları halkın iradesinin karşıtlığına rağmen imam hatibe çevirmek, hangi örfümüzde var küçücük çocukların başlarını bağlamak, hangi örfümüzde var güçlüyü savunup düşmüşe tekme vurmak? Vardıysa da olmasın artık böyle örfler? Modernlik örflerin önüne aklı koymak değil midir zaten? Hindistan’da adam ölünce karısı da diri diri yakılıyordu. Örfler kalsın diye yaksın mı Hindistanlılar tüm dul kadınları? Örflerimizle değil, aklımızla düşünelim. Cumhuriyet böylesi bir kazanım için vardı ya da en azından böylesi bir kazanım için çıktı yola. Neresindeyiz şimdi biz bu yolun? İleriye mi yoksa çoğumuzun korkularını haklı çıkarırcasına geriye mi gidiyoruz?



“Parkta öpüşebilecek miyiz?” demek kimin parkını açıyorsunuz demektir. Kuralları nedir bu parkın, neleri yapabilir neleri yapamayız bu parkta? Mesela üç-beş arkadaş bir araya gelip fikir alışverişinde bulunabilir miyiz? Yoksa bunu yapınca darbeci yaftası mı yiyeceğiz demokrasi fedailerinden? Sevgilimize sarılıp yürüyebilecek miyiz? Bir ahlak polisi çıkıp değneğiyle ayırmasın bizi sonra. Gaz atmasın suratımıza, biberli su sıkmasın oramıza buramıza.  Ya da polisin sesini çıkarmadığı eli palalı bir delikansız çıkmasın karşımıza? Bize nerede ne yapacağımızı öğretecek birileri hep olacak mı parklarda? Olacaksa nereye kadar gidebiliriz, onu bir öğrenelim. Yoksa kendimize mi bırakılacağız yolumuzu bulalım diye. Güvenmezsiniz siz gençlere, güvenseydiniz bugünlere gelmezdik zaten.

Muktedirlerin anlayamadığı ya da anlamak istemedikleri en büyük soru budur işte. Ahlaksızlık denilen şey öpüşmek, koklaşmak, sevişmek değildir. Ahlaksızlık kendin olamamaktır, kendini inkâr etmeye zorlanmandır, istemediğin halde bir şeyi yapman için sürekli dürtülmen, yapmayınca da cezalandırılmandır. Kimsenin parkın ortasında sevişmeye yelteneceğini sanmıyorum. Akılları uçkurlarında olan, aşkı ve cinselliği gönlünce yaşayamamış üç-beş görgüsüzün fantezisidir o.  Başka da bir şey değil.

Ahlakı mutsuzlukta arayanlar bırakmalılar artık bu bencilce uğraşı. Bir insanın onurunu satın alamazsınız, onurunu ayaklar altına alamazsınız, onuruyla alay edemezsiniz. Oysa daha geçen hafta dedi baş muktedir “Ayaklar ne zaman baş oldular” diye, yine tüm alaycılığıyla. Takmıyoruz sizi, umurumuzda bile değilsiniz, bir sivrisinek vızıltısından fazlası değilsiniz benim için demek istedi bir bakıma. Haddinizi bilin demekten daha büyük bir ahlaksızlık olur mu? Hele bir de bunu laf yetiştiremediğin, aklına erişemediğin insanlara karşı kullanıyorsan… Oysa bu hep yapılır ülkemizde. Okulun sahibi müdüre haddini bildirir, müdür öğretmene, öğretmen öğrencisine, öğrenci kendinden zayıf olan diğer öğrencilere…  Ezmeyi ve ezilmeyi en küçük yaşta öğreniyoruz biz, kanımıza işliyor bu, DNA’mıza kilitleniyor. Ömür boyu da bırakmıyor damarlarımızda gezinen kanımızı. Bir gelenek haline gelmiş ahlaksızlıktır bu. Ne yapalım, koruyalım da geleceğimizi de mi yakalım? Yoksa değişip, değiştirelim mi?

“Haddini bil” demek iletişimin kopması, diyalog köprüsünün tuz buz olmasıdır. Ayaklar baş olmak istiyor, hadlerini bilsinler diyenler; yarın aynı böbürlenmeyle öpüşmek istiyorlar, hadlerini bilsinler de diyebilecektir. İşte bu kadın sorduğu soruyla böylesine bir kuşkusunu dile getirmiştir. Ben sevgilimle öpüşürsem, başbakan ekrana çıkıp “Öpüşmesinler, hadlerini bilsinler. Evlerinde oturan %50’yi zor tutuyorum.” diyecekse baştan bilelim, belki başka bir yere gideriz öpüşmeye demek istemiştir. Özgürlüğümü aradığım her saniyede karşımda bir duvar göreceksem bunun için parka gelmeme gerek yok demek istemiştir. İçkime, rujuma, eteğime, yiyeceğime karıştığın gibi öpüşmeme de karışacak mısın demek istemiştir. Yanıt bir parkın değil, bir halkın kaderini belirleyecektir.

O hep sığındığınız yuvarlak laflar az daha kurtaracaktı sizi. Ama bu sefer yemedi. Aç-kapa yalama olmuş parkı yine kapattınız. Ne oldu? Gençler gelip oturacak, konuşacaklardı. Günlerdir ülkenin dört bir yanında parklarda toplanıyor gençler, kime ne zararları oldu? Konuştular, tartıştılar, gerektiği yerde seslerini yükselttiler, gerektiği yerde susmasını bildiler. Kendiliğinden oluşan bu dinamik hareket kendi frenlerini de üretti, merak etmeyin. İçen içti, içmeyen içene karışmadı. Açık bırakaydınız parkı, gelseydi gençler, yapsalardı yapacaklarını. Ne olurdu? Olmaz! Neden, o zaman yenilmiş olursunuz, o zaman hadlerini bildirmiş olmazsınız. Çünkü ezdikçe güçlü hissediyorsunuz siz kendinizi, çünkü ezdikçe büyüyor egonuz.


Yoksa parkı halka değil de Ramazan’a mı açtınız? Ona da açmış olsanız başımızın üstünde yeri olurdu, azıcık dürüst olup söyleyeydiniz niyetinizi. O beğenmediğiniz gençler, oruç tutmasalar bile iftar çadırlarında yemek dağıtırlardı; siz hiç merak etmeyin. Mini etekli kızlar, kulağı küpeli erkekler, omuzu dövmeli transseksüeller; kazana daldırdıkları kepçeleri kâselere boşaltırken bir eksiklik hissetmezlerdi modernliklerinde. Peki siz vali bey, siz hissediyor musunuz bir eksiklik, park gençlerin forumlarına açıldığında? Hissediyorsanız, hiç öyle lafı yuvarlamadan, akşama başbakan telefonda ne der diye hayıflanmadan verseydiniz keşke yanıtınızı. 

“Öpüşemezsiniz!” diyeydiniz de biz de bileydik kimin ülkesinde kimin parkını açtığınızı. Hem o zaman daha rahat anlardık açtığınız parkı üç saat sonra, daha teyzeler ellerindeki örgüyü, bardaktaki sıcak çaylarını bile bitirmeden kapatacağınızı…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder