Running is the art of suffering (Brian R)
Her sabah umutla gidiyorum okula, belki bir şeyler
değiştirebilir, bir işe yarayabilir ve nihayetinde birilerine faydalı olabilirim
diye. Okula giden yokuşu çıkarken aklımda genelde o gün öğreteceğim konular
hakkında örnekleri evirip çeviriyorum; bunu nasıl anlatırım, bunu nasıl daha
kolay hale getiririm diye. Demir kapıdan içeri girerken içim genelde olumlu
duygularla doluyor. Yine çocuklar, yine eğitilmeye muhtaç gençler. Maalesef bu
heyecan ve güzel duygular derse girmemle son buluyor.
Öğrenciler alabildiğine laçka, alabildiğine saygısız ve sorumsuzlar.
Dersler hep bir curcunayla geçiyor. Ne doğru dürüst bir matematik
öğretebiliyorum ne de öğrettiğim dersten zevk alabiliyorum. Üstüne bir de
öğrencilerle girdiğim saçma sapan diyaloglar var. Yok siz benimle
ilgilenmiyorsunuz, yok benim soruma yanıt vermiyorsunuz, yok beni
anlamıyorsunuz. Tamam, herkes ilgiye muhtaçtır ama bu kadar da karşındakine ilgi
sömürüsü yapıldığını ilk defa gözlemliyorum! Elini kaldırıp,
hesap sorar gibi hocayla konuşmalar, anlamadığı zaman hocaya bağırmalar,
sınıftan çıkarken hocaya kızdığı için kapıyı çarpmalar, hocanın "neden defterine bir şeyler yazmıyorsun uyarısına" cevaben defterini açıp, sırıtarak "bir şeyler" yazan öğrenciler, ders yeni başladığından dolayı tuvalete gitmesine izin vermediğim için sınıfın ortasında "hocam regl oldum yaaa" diye bağıran kızlar, ders anlatırken kafama tebeşir atanlar, bir türlü uykuya doymayan uykuseverler, benim gözümün önünde arkadaşının sınav kağıdına soru çözmeye çalışanlar ve ben onu yakalayınca, sınıfın ortasında arkadaşına ağza alınmayacak küfürler edenler, derse geç gelenler ve geç kağıdını almak çok kolay olduğu için birkaç dakika sonra derse girmek hakkıymış gibi elinde mühürlü bir kağıtla derse girenler…Liste uzayıp gidiyor. İşin kötü yanı, bunların en az birisi hemen her gün olan şeyler.
Bazen bunların hepsi bir günde oluyor ve ben artık kendimi
uçurumdan aşağıya bırakıyorum. Kimi zaman patlıyorum sınıfta, bir öğrenciyi kurban
ediyorum. Kimi zaman kendim basıp gidiyorum, sanki gidebilecek uzak bir yerim
varmış gibi. Akşam olup eve dönme zamanı gelince zaten ne şikayet edecek halim
oluyor ne de birileriyle durumu konuşup, dert yanacak gücüm. Sürüne sürüne eve
gidiyorum, bir gün daha başarısız bir öğretmen olduğum, bir gün daha
öğrencilere matematiği sevdiremediğim, bir gün daha bir öğrencinin bile kalbine
giremediğim için, üzülerek, tasalanarak.
Bazen bölüm odasında sıkça duyduğum cümleler beliriyor
kafamda, “çok takma kafana, başka okullar daha kötü, daha fena da olabilirdi…”.
Hiçbirisi gerçek anlamda çözüm kaynağı olamayacak ama anı kurtaracak dost tesellileri
bunlar. Ne takmamayı becerebiliyorum ne de başka okulların bundan daha kötü
olduğuna inanmanın bana ne faydası olacağını anlayabiliyorum. Günler bu “aşağılanmış
olmak” ve “bir işe yaramıyor olmak” düşüncelerinin kafamın içinde estirdiği
kara bulutlarla geçiyor. Ben her sabah okula yine umutla gidiyorum, her gün
yine umutlarım kırılıyor öğrenciler ve yöneticiler tarafından, ve nihayetinde
eve yine aynı ruh haletiyle dönüyorum. Bazen de kendimi suçluyorum
beklentilerimin çokluğu nedeniyle. Ben sadece matematik öğretmek istiyorum,
öğrenciler matematiği sevsinler, matematiğe aşık olsunlar, matematiği
hayatlarının farklı safhalarında kullanabilsinler istiyorum. İlk geldiğim
zamanlarda çocuklara şiiri, edebiyatı, felsefeyi sevdireyim diye bir hayalim de
vardı. Artık o da kalmadı. Matematik dillerin en güzeli, en eksiksizi, en
şiirsel olanıdır. Matematiğin dilini sevemeyen, en azından bu dile karşı saygı
duymayı öğrenemeyen bir insan ne felsefeye saygı duyabilir ne edebiyata ne de
şiire.
Bugün yine okulda abuk subuk olaylar gerçekleştiği için
yazıya böyle başlamak zorunda kaldım. Yoksa biraz daha ciddi, biraz daha derli
toplu şeyler yazmaktı amacım. Akşamları eve gelince kafamı toparlamam birkaç
saatimi alıyor. Sırf bu yüzden artık her sabah gazeteyi alıp, akşama kadar
okumamayı düşünüyorum. Akşam eve gelince, gazeteyi açıp ülkemin gittikçe
zavallılaşan halini görüp, kendi küçük dertlerimi unutabiliyorum. Başkalarının
acılarını kendime merhem yapmak ne kadar doğru bir harekettir bilemem ama en
azından akşamları kurtarıyor. Uykum gelene kadar kitap okuyabiliyorum ya da
ders çalışabiliyorum. (UoL istemediğim halde bana bir şans daha verdi
dolayısıyla nisan ayında yine “Contingencies” sınavına gireceğim. Bu defa
geçmem gerekiyor. Bu da bulduğum her boş vakitte finans matematiğine, uzun
hayat sigortası hesaplarına dalacağım demektir.)
Yalnız, bulduğum bu geçici çare maalesef gücünü gece
karanlıklarında yitiriyor. Tıpkı gece yarısından sonra balkabağına dönüşen at
arabası gibi, benim başka sorunları öne alarak ihmal ettiğim gerçek sorunlar,
geceleri rüyalarda ya da saatlerce yatakta dönüp durmalarda kendisini
gösteriyor. Geçenlerde rüyamda dersteydim. Hangi sınıftı ya da ne anlatıyordum
hatırlamıyorum ama ders sırasında yine böyle tuhaf bir muhabbete dalıyoruz.
Sonra gözlerim kararıyor ve sınıfın ortasında bayılıyorum. Arka sıralardan bir
çığlık duyuyorum ve uyanıyorum. Saat sabahın üçü. Sonrasında zaten
uyuyamıyorum. Bir battaniyeye sarılıp, çalışma odama gidiyorum. Sabaha kadar
karşı yoldan geçen tek tük arabalara bakıyorum. Sabah olunca da okula
gidiyorum.
Sanırım aynı günün akşamında bir başka tuhaf hadise olmuştu.
O gün proje yapan iki öğrenciye ders anlatmak ve sonrasında da ödev yapan
öğrencilere yardım etmek için yurda gitmiştim. Akşam 9:30 civarı eve dönerken,
metroya çıkışına yakın bir yerde genç bir çocuk durdurdu beni. Üzerindeki
kıyafetlerden lise öğrencisi olduğu belliydi. “Abi bakar mısınız?” dedi nazik
bir dille. Ben de “Buyur” dedim. “Buradan otostop çeksem arabalar durur mu,
biliyor musunuz?” diye sordu. Ben çocuğa
baktım, yola baktım. Biraz da afalladım açıkçası. Kafamın içi zaten folloş bir
halde, bir de insana rüyadaymış hissi veren bir olay. “Dururlar herhalde. Sen
öğrenciye benziyorsun.” Çocuk bana baktı, tatmin olmamış gibiydi yanıtımdan. “Yarım
saattir bekliyorum. Durmadılar.” dedi. Üşümüştü belli, elleri ceplerindeydi.
Rüzgar acımasızca içine işliyordu insanın. “Nereye gidiyorsun?” dedim.
Kafasıyla bir tarafı gösterir gibi yaptı. “Sanayi mahallesine” dedi. Kafasının
gösterdiği yön doğruydu ama beklediği yol yanlıştı. “Burada arabalar dursalar
bile onların Sanayi mahallesine gitme olasılıklar düşük. Bence sen şuradaki
anayola çık, karşıya geç, oradan çek otostopu.” dedim. Çocuk yüzüme baktı, “Tamam
abi, sorun değil. Burada da dururlar” dedi. Ben de “İyi sen bilirsin, ama
dikkatli ol. Başına bir şey gelmesin” deyip ayrıldım oradan.
Metro durağından aşağıya döndüm, yokuş aşağıya yürümeye
başladım. Beş dakika kadar yürümüştüm ki benim jeton düştü. “Lan, Allah belanı
versin senin, Ali” dedim kendi kendime. Çocuğun belli ki parası kalmamıştı ve
minibüs parası isteyemediği için yoldan geçenlerle otostop muhabbeti yapıyordu.
Beni kaz kafam da bunu anlayıp, çocuğa bir 2 TL vereceğine, işe yaramaz
tavsiyelerde bulundu, belki de çocuğu daha çok çileden çıkardı. Yürüdüğüm yolun
ortasında durdum, geriye doğru hızlı adımlarla yürüdüm. Çocuk az önce gördüğüm
yerde yoktu. Bir ihtimal, belki benim tavsiyeme uyup anayola girmiştir dedim ve
anayola baktım ama orada da yoktu. Belki bir araba durmuştu belki de benim
kadar duyarsız olmayan birisi çocuğa minibüs parası verip, çocuğu göndermişti. Bana
da yine aynı iğrenç yenilmişlik hissiyle eve dönmek kalmıştı. Yol boyunca
düşündüm tabii, neydi beni bu kadar duyarsız hale getiren. Tayland’dayken ya da
Vietnam’dayken etrafımdaki insanları daha sık görür ve kollardım, başkalarına
yardım etmeye daha çok vaktim ve halim olurdu. Şimdilerde her şey kendime
dönmüş durumda. Okuldayken çok az vaktim oluyor durmaya ve düşünmeye. Okuldan
eve gidince de yığılıyorum bir yana, ağır bir patates çuvalı gibi. Yalnız bu
yığılmanın asıl nedeni çok çalışmak ya da çok yorulmak değil. Psikolojik olarak
kendimi bir şey yapmış, bir işe yaramış hissedemediğim için yığılıyorum ben. Bir
“hamster” gibi içinde bulunduğu dev çemberi döndüren ve bunu, çemberde koşmanın
gereksizliğine inanarak yapan bir köle gibi hissediyorum. Bürokrasinin
kıskaçlarından ziyade (bu fazlasıyla Kafka olurdu), egoların kıskaçları tutuyor
ellerimden, ayaklarımdan. Kazanamayacağım bir savaşı vermek korkutmuyor beni,
savaşmama izin verilmemesi ya da savaşmanın sevdiklerime zarar vereceği
düşüncesi yıpratıyor. Basit bir örnek vereyim içinde bulunduğum “absurd”
durumun içler acıtan halini.
Sınıflarda saat olmaması beni çok rahatsız eden bir şey. Dönem
başından beri hep bir saatin eksikliğini hissediyorum. Öğrencilerin karşısında
kol saatime bakmak pek hoş bir davranış olmuyor çünkü öğrencilere “Bak,
öğretmen de sıkıldı, bitse de gitsek diye zırt-pırt saatine bakıyor.” dedirtmek
iyi bir şey değil. Bir sınıf saatinin gerekliliği en çok da sınav zamanlarında
ayyuka çıkıyor. Sınav devam ederken öğrenciler ikide bir saati soruyorlar,
sınavın yirminci dakikasından sonra iki-üç dakikada bir kaç dakika kaldı deyip
sınav ortamındaki sessizliği bozuyorlar. Ben de böyle bir şey olmasın, hem öğretmenler
hem de öğrenciler için güçlü bir referans kaynağı olsunlar diye sınıflara,
okulun saatiyle senkronize olmuş, saatler konulmasını teklif ettim. Aşağıya bu
teklifi yaptığım e-posta iletisini geçiyorum:
Sayın ……,
Bu okulda çalışmaya
başladığımdan beri benim için -bence okul için de- büyük bir eksiklik olarak
gördüğüm duvar saatleri konusundan söz etmek istiyorum. Ne sınıflarda ne bölüm
odalarında ne de bilumum toplantı mekanlarında insanlara zamanı hatırlatan büyük
duvar saatleri var okulumuzda. Bu durum, pek çok zaman, referans almakta
bizleri zorluyor. Derse geç giren öğrenciye en büyük dersi duvarda sessiz
şahitliğiyle haykıran saat verebilir, sınav sırasında ikide bir kaç dakika
kaldığını soran ve sınav atmosferinin bozan öğrenciye de aynı saat yanıt
verebilir. İşe geç gelen öğretmenden, işten erken çıkan görevliye kadar her
şey/ herkes iyi bir şekilde senkronize edilmiş saatler aracılığıyla
uyarılabilir. Saatler sadece zamanı göstermez, zamanı kontrol eder, parçalara
böler, onu yönetir.
Sizden ricam, en
azından sizin yetki ve etki alanınızdaki yerlere büyük saatler koymanız -her
bir sınıfa birer tane, bölüm odalarına birer tane, geniş toplantı odalarına en
az bir tane- ve bu saatlerin doğru zamanı gösterdiğini sürekli kontrol edebilen
basit bir yönetimsel mekanizmayı harekete geçirmeniz. Okulda pek çok sorun
vardır ve tabii ki basit mekanik aletlerle bu sorunlar çözülemez. Yalnız,
zamanı doğru kullanamayan inanların yaşadığı bir toplumda / kurumda sorunların bitmeyeceği
de ayrı bir gerçektir. Bu konuda kafa yormuş yazarlarımızdan Ahmet Hamdi
Tanpınar'ın "Saatleri Ayarlama Enstitütüsü" romanında bir alıntıyla
bitireyim iletiyi.
Sahibinin en mahrem dostu
olan, bileğinde nabzının atışına arkadaşlık eden, göğsünün üstünde bütünheyecanlarını
paylaşan,yahut masasının üstünde gün dediğimiz zaman bütününü onunla beraber
olup bittisiyle yaşayan saat ister
istemez sahibine temessül eder, onun gibi yaşamağa
ve düşünmeye alışır.."
İyi çalışmalar ve
bol güneşli günler,
Ali
Tabii ki böyle bir
iletiye yanıt geleceğini beklemiyordum. En azından iletinin muhatabı olan kişi
bana “Siz kim oluyorsunuz da bana mesleğimi öğretiyorsunuz, haddini bil”
demedi. Yapılmayan bir şey değil sonuçta. Belki de sırf bunun için kendimle
gurur duymalıyım. Yalnız, iletiyi göndermemden yaklaşık 20 saat sonra, bu
yöneticiyle okulun bahçesinde rastlaştık. Selamlaştık, el sıkıştık. Bana
iletimden dolayı teşekkür etti ve isteğimin neden gerçekleştirilemeyeceğini
kendince gerekçelerle izah etti. Ona göre, bu daha önce farklı okullarda
denenmişti ama öğrenciler duvardaki saat yüzünden derse odaklanamamışlardı.
Ayrıca okuldaki sınıfların ortalama oda sıcaklıkları farklı olacağı için
saatlerin aynı hızda çalışacaklarını garanti etmek imkansızdı. Bu durumda bize
gereken birer atom saatiydi ama onlar da çok pahalıydı.
Böylesine saçma bir argüman karşısında ben karşı-argüman
geliştirmeyi bile düşünmedim. Güldüm, geçtim. Daha önce çalıştığım okullarda duvarlarda
saat olurdu ama hiçbir sorun yaşanmazdı. Türkiye’deki çocukların saate karşı
dayanılmaz bir zaafları mı var? Saat zamanı gösteren bir araçtır ve insan bir
süre sonra onun varlığına alışır, olur olmaz vakitlerde başını çevirip saate
bakmaz. Hadi, böyle bir zaaf var ve çocuklar saate bakıp saniyeleri sayacaklar.
Bu sınıflardaki hocaların hiç mi iradesi yok çocukları bunu yapmaktan
caydıracak? İkinci bahanenin bilimsel yönden saçma olduğunu anlatmaya hiç gerek
yok sanırım. Bir kere okuldaki sınıf sıcaklıkları birbirlerinden çok farklı
değil. İkincisi de sıcaklığın pil üzerindeki etkisi ne olursa olsun, pil
bitmeye yüz tutmadan zaten saat yavaşlamaz. Öyle olsaydı, duvarlardaki
saatlerimiz sürekli bir hızda yavaşlamaya başlarlardı. Oysa öyle olmuyor.
Sadece pil iyice zayıflayınca, yani bitmeye ramak kalınca saat yavaşlıyor ve
kısa bir süre sonra da duruyor. Pilin doluluk derecesine göre olsaydı,
dünyadaki tüm saatler geri kalırlardı. Gerçi bu yönetici, bölüm odalarına ve
toplantı odalarına saat koydurmaya çalışacağını söyledi ama henüz bu konuda da
bir icraat göremediğim için bir şey diyemeyeceğim. Açıkçası hiç umudum yok.
Beklentiler içine girip, kendimi yormak istemiyorum.
Buna benzer bir başka olay daha oldu geçtiğimiz günlerde.
İnsan kaynaklarına bir ileti gönderdim. Dedim ki “Benimle yapılan mülakattan
sonra bana iş teklifi yapan kişiler, bir maaş çizelgesinden bahsetmişler ve o
çizelgeye göre bana x TL maaş önerebileceklerini söylemişlerdi. Bu adı geçen çizelgeyi
görmem mümkün mü? Ayrıca, e-sigorta kayıtlarında benim brüt maaşım olduğundan
az gözüküyor. Bir hata mı var yoksa ben mi yanlış bir beklenti içerisindeyim.”
Tabii ki yazdığım ileti bundan daha uzundu ama kısaca –ve gayet nazik bir
dille- bunları sordum. İK bana bir gün sonra yanıt verdi. Şu anda çok meşgul
olduklarını ve en kısa zamanda bana döneceklerini yazdılar. Bu yanıtın
üzerinden neredeyse 10 gün geçti ama henüz ikinci bir yanıt yok. Tatmin edici
bir yanıt beklemiyorum zaten. Hatta umudumu neredeyse yitirdim. Yukarıdaki saat
muhabbetini açmasaydım, büyük bir olasılıkla aklıma bile gelmezdi İK olayı.
Lojmanlar konusunda şeffaf olmayı beceremeyen okuldan maaşlar konusunda şeffaf
olmasını bekleme ya da en azından bu konuda adil olduklarını kanıtlamalarını
talep etmek, bu ülkeye bile bol gelen bir demokrasi beklentisi olurdu. Bu
yüzden çok kasmaya gerek yok. İçimde yine o ses, “takma kafaya” diyor. Kafaya
takmıyorum ama nasıl oluyorsa yazıyorum…
Bazen kendime şunu da söylemiyor değilim. Belki de bu
sıkıntıların çoğu koşamadığım için oluyordur. Brian “Running is art of suffering.”
derdi. Belki de koşarak yeteri kadar acı çekemediğim ve sonucunda kafamı
boşaltamadığım için böylesine “kimsenin kafaya takmadığı” ufak tefek sorunları
kafaya takıyorum. Bir koşabilsem, bir kendime gelebilsem! İstanbul maratonundan
beri 1 km bile koşmadım. Korkuyorum, sağ dizimdeki ağrı geri gelecek diye.
Maraton günü defalarca durup, dizime masaj yapmak zorunda kalmıştım. Her biri
5-10 saniye süren bu masajlarla 500 metre koşabiliyordum sadece. Sonrasında acı
tekrar dayanılmaz hale geliyordu, bir daha duruyordum. İnternete baktım. İki
temel neden bulabildim benimkisi gibi (Sağ dizin dışında, dışarıya bakan
tarafta. Aslında diz demek bile doğru olmayabilir o bölgeye. Kas ağrısı ama çok
şiddetli.) bir ağrı için: Yokuş aşağı koşma ve ısınmadan koşma. Sanırım her
ikisini de sıklıkla yaptım ben Türkiye’ye geldiğimden beri. Bu yüzden bir süre –belki
1 hafta daha- ara vermek iyi olur diye düşündüm. Yokuş aşağı koşmamak için de
bundan sonra sadece okuldaki futbol sahasının etrafında turlayacağım. Sıkıcı
bir koşu oluyor genelde ama yokuş inip, dizimi tamir edilemez bir tahribata
sürüklemekten iyidir. Aşağıya maratondan sonra çekildiğim birkaç resimden birisini koyayım. Maraton gününü anlatan bir yazı yazmaya başladım ama bitiremedim. Ne zaman bitirebilirim bilemiyorum. Resim arada kaynamasın -Türkiye'ye geldiğimden beri yaşadığım en güzel gündü. İçinde koşu vardı, acı vardı, boğaz vardı, bitiş çizgisi vardı, aile vardı, yemek vardı-.