Günler yoğun geçiyor. Yapacak çok iş var –dersler, üç defa
anlatsam da anlamayan öğrenciler, sınavcık kâğıtları, ödevler, ders
hazırlıkları, çözümlerin yayınlanması, yapılacak projeler ve dönem ödevleri,
gerekli gereksiz toplantılar, iletişimsizlikten doğan yığınla sorun…- , bunun
yanında bir gündeki saat sayısı halen yirmi dört. Dolayısıyla sürekli olarak, ders
çalışmadan, okumadan ve yazmadan çalıyorum. Böyle olunca da iyice seyrekleşti
yazılar. Sınava da girmedim zaten. Girsem de kalacaktım, girmesem de! Beni asıl
tedirgin eden ise seyrekleşen yazılar. Ekim ayının ortasına geldik ama ben bu
ay boyunca sadece tek bir yazı koymuşum sayfaya. İşin tuhafı hakkında yazılacak
çok şey var. Üzerinde yazmak istediğim şeylerin listesi durmaksızın uzuyor ama
ben ya tembellikten ya da diğer işlerin yoğunluğunu bahane etmekten, bilgisayar
başına oturup, ciddi iki laf edemiyorum. Oysa hayatın yoğunluğunu mazeret
olarak öne sürüp, yazıya ve sanata zaman ayıramayanlara hep kuşkuyla
yaklaşmışımdır.
Yazı, hayatımın önüne geçmiyorsa ben kendimi yazar olarak
tanıtabilir miyim insanlara? Tanıtmıyorum da aslında! Çok az kişi biliyor
yazdığımı, bilenler de yazdıklarımı okumadıkları için ne yazdığımı bilmiyorlar.
Dolayısıyla okulda öğretmen Ali’yim, o kadar. Aslına bakılırsa bundan çok
memnunum. Çocuklar bazen geliyorlar, “Hocaaaaam, kitabınız varmış, hafta sonu
alıp okuyacağım.” diye. “İyi” diyorum tarafsızca, ne al diye salık veriyorum ne
de alma diye. Okunmak ya da okunmamak pek umurumda değil, sadece yazmak
umurumda. Başkaları için yazmıyorum, kendim için –Kafka’nın (Jeremy Irons) kendi
adını taşıyan filmde devrimcilere verdiği yanıt geliyor şimdi aklıma “I write
by myself, for myself”- , başkalarını kendimde bulmak için, başkalaşmak için ve
en çok da mutlu olmak için yazıyorum. Hayatta yazarak çoğalmaktan, yaparak
dünyaya katılmaktan, düşünerek hayata bulanmaktan daha önemli ne olabilir ki?
(Çok zavallı bir cümle oldu bu sonuncusu, ama silmeyeceğim. Hayat gibi küf
kokuyor böyle yapmacık cümleler, küf ve pas. Ağıza alınıp tükürülmek istenen meyve
çürüğü gibi, bırak kalsın dilinin üstünde, ağzının daracık karanlık boşluğunda;
yut onu kendini zorlayarak, yut pisliği ki bir daha ısırmayasın küflü ekmeği.
Bırak, sırıtsın tüm zavallılığıyla.)
Geçtiğimiz hafta, yani henüz tam anlamıyla geçmemiş olan ama
geçmiş olmasını dilediğim hafta, zor başladı, kolay devam etti, sonlara doğru
tekrar zorladı ve en sonunda TV karşısında B. Ç. İzlerken, uyuklayarak bitti.
Her şeyi anlatmış olmak ve gerginliğin kaynağını doğru tespit etmiş olmak için,
en baştan, kafamın tasını attıran ilk deneyimlerden başlayayım.
Geçen hafta okulda nöbetim vardı. Her dönem en az bir kere
olmak üzere, her öğretmen bir Pazar gününü, öğrencilerle gidilecek etkinlikler
için feda etmek zorunda. Bu zorunluluk zaten işe başlamadan önce imzaladığım
sözleşmede yazılıydı dolayısıyla buraya kadar bir sorun yok. Sabah erkenden
uyandım, üç-beş sayfa kitap okudum, birkaç kelime not aldım defterime. Sonra da
hazırlıklarımı yapıp çıktım yola. Bildiğim kadarıyla benimle birlikte ilkokul
öğrencilerini yakından tanıyan, ilkokul konusunda deneyimli bir öğretmen
arkadaş daha görevli bu Pazar. Dolayısıyla kafam rahat, endişelerim az. O bana
ne yapacağımı söyleyecek, ben de yapacağım. Okulda çalışmaya iki ay önce
başlamış bir öğretmen olarak sanırım bu kadarcık kafa dinginliğini hak
ediyorum. Yoksa sorumluluktan kaçan birisi olduğumdan değil.
Okula vardım. Her zamanki gibi, arkadaki yemekhane
kapısından girdim ve doğrudan yurda gittim. Pazar günü etkinliğinden sorumlu
olan müdür yardımcısı ön kapıda olduğu için onu göremedim. Yurda varınca Müdür
Yardımcısını aradım, bana ön kapıda olduğunu ve benim oradaki deftere imza
atıp, ondan etkinliğe gidecek çocukların listesini almam gerektiğini söyledi.
Ben de gittim, listeyi aldım, göreve zamanında geldiğimi kanıtlayan imzamı
attım. Saat daha dokuza çeyrek var. Bu
arada diğer öğretmen arkadaşın henüz gelmemiş olduğunu öğrendim. “Gelir
herhalde, Pazar gününün uyuşukluğudur, ailesi vardır, çocuğu öksürüyordur,
arabası bozulmuştur, herkes benim gibi Pazar sabahı saat 6’da uyanmıyordur ki!
Yani en azından mutludur!” dedim kendi kendime.
(Burada bir parantez açıp küçük bir özeleştiri yapayım. Ben “aşırı”
derecede naif bir insanım. Demek bunu fark etmem için Türkiye’ye gelmem
gerekiyormuş. Çünkü Türkiye’de işlerin çoğu karşılıklı güven, hoşgörü, güler yüz
gibi iyi tanımlanmamış insanlar arası muğlak davranışlarla/tavırlarla hallediliyor.
Yani iş tanımı yok, işin sınırları da belli değil, içeriği de! Dolayısıyla, birilerini
ya da bir şeylerin etrafında sittin kere dolanarak bulutsu bir hava
yaratıyorsunuz ve bu bulutsu havanın içinde kalanlar iş oluyor, dışında
kalanlar da bir sonraki kişiye ya da bir sonraki sefere kalıyor. Karşılıklı
güven, hoş görü zart zurt da devreye girince zaten kimse sizin yaptığınız işin
kalitesine bakmıyor. Ben insanlara güvenme konusunda genelde hiç zorlanmam.
İnsanlara güvendiğim için de insanların beni kullanmasına kolay izin veririm. Ve
buna da fedakârlık, diğerkâmlık maskesini giydirdiğim için –öğretmeniz ya!-, ne
halimden gocunurum ne de bana bunları yapanlara karşı bir kin beslerim. Eeee, insan eşek olunca semer vuran da çok
oluyor. Hele hele Türkiye’de, bu çok daha acı verici, çok daha yıpratıcı bir
duygu. Parantezi kapatıp konuya döneyim.)
Ardından da yurda geri döndüm. Çocukları topladım, yoklama
almaya başladım. Saat 9’a doğru da çocuklarla beraber okulun ön kapısına gittik.
Gerçi diğer öğretmeni bulamadığım için yoklama alırken sorun yaşadığımı
söyleyebilirim. Bunun en önemli iki nedeni vardı. Birincisi listedeki bazı
çocuklar hafta sonu evci çıkmışlardı ve onların yerine listede olmayan çocuklar
etkinliğe –yuvarlama (bowling) oynamaya- gitmek istiyorlardı. Dolayısıyla liste
allak bullak oldu birkaç dakika içinde. Listede olup da gelmeyecek olanlar,
listede olmayıp da gelmek isteyenler, listede olup da henüz aramıza teşrif
etmemiş olanlar, listede olup da gitmemek için hasta numarası yapanlar, listede
olmayıp da listede olmayı isteyip adını yazdırdıktan sonra vaz geçip listeden
adının silinmesini isteyenler… İkinci neden ise çocukların yerlerinde
durmamalarıydı. İki saniye hareketsiz kalamıyorlar ki sayayım, kimlerin gelip
kimlerin gelmediğini kontrol edebileyim. Bu arada çocukların bazıları ya henüz
aşağıya inmemişlerdi ya da yemekhaneden henüz çıkmamışlardı. Bütün bu kargaşaya
rağmen, yaklaşık 60 çocukla, okulun ön kapısına vardık. Müdür yardımcısı diğer
öğretmen arkadaşın hasta olduğunu ve gelemeyeceğini saat dokuza beş kala
söyledi. Yani otobüsün kalkmasına beş dakika kala. O da yeni öğrenmiş. Görevli
öğretmen arkadaş hasta olmaya ya da hasta olduğu için gelemeyeceğine dokuza on
kala karar vermiş olacak ki dokuza beş kala bize haber etmiş.
Yapacak bir şey yoktu. Arkadaş hasta olmuş, insan bilerek
isteyerek hasta olmaz ki! Hem nereden bilsin görevli olduğu Pazar sabahı hasta
olacağını? Onu da düşünmek lazım! Zaten sorun hasta olan öğretmende değil, bu
tür belirsiz (contingent anlamında, uncertain değil) durumlarda izlenecek
prosedürün takip edilmemesi ya da böyle bir prosedürün külliyen var olmaması. Alelacele
çocukları bir daha saydık ve okulun kapısının önüne kısa süre için park eden
otobüse apar topar bindik. Tam yola çıkacakken, lise 2’lerden bir öğrenci bindi
otobüse. Bana yardımcı olsun, ilkokul çocuklarına abilik (ağabeylik) yapsın
diye. İyi ki de geldi. Onun sayesinde içim bir nebze rahatladı. 53 bıcır bıcır
çocukla yuvarlama oynamaya gitmek ve sağ salim geri dönebilmek cesaret isteyen
bir iş. Yapılamayacağından değil, sorumluluğun ağırlığından. Sonuçta
çocuklardan birinin başına bir şey gelse, bunun için hesap verecek olan kişi,
başlarındaki öğretmen olarak ben olacağım. Yoksa kimse, bir lise 2 öğrencisine
hesap sormaz neden çocuklara bakmadın diye. Neyse ki bizim okulda
abilik/ablalık kavramı, ciddiye alınan ve küçüklerin saygı duyduğu bir “kurum”,
neredeyse bir “marka”, haline getirilmiş. Çocuklar abilerini öğretmenlerini
dinledikleri kadar dinliyorlar. Tabii bunun tersi de doğru. Çocuklar abilerini
öğretmenlerini dinlemedikleri kadar dinlemiyorlar.
Yol kısa sürdü. Liseli öğrenci otobüste tekrar yoklama aldı,
ben de otobüsün içinde gezinip, çocuklara önlerindeki ekranla oynamamalarını
tembihleyip durdum. Vardığımızda AVM henüz açılmamıştı. Bir süre dışarıda
bekledik. Sağ olsun, güvenlik
görevlileri yardımcı oldular, bizi tek tek o x-ışınlı yerden geçirtmediler. Yandaki
bir kapıdan hızlıca girdik. Girer girmez de curcuna başladı tabii. Neyse ki
yuvarlama oyunu kuralları baştan belli ve topun atıldığı yerdeki ekran
tarafından oyuncuları yönlendiren gelişmiş teknolojiyle donatılmış bir oyun. Bu
durum işimizi bir hayli kolaylaştırdı. Çocukların adlarını tek tek sisteme
girdikten sonra gerisi zaten kendiliğinden geldi. Ekranda adlar göründüğü için,
çocuklar “Sen çok oynadın, biraz da ben oynayayım” gibisinden kavgalara
girişmediler. Tek sorun şeritlerden birindeki bozulan makineydi. Malum, top
atıldıktan sonra sistem topu otomatik bir sistemle geri getiriyor. Ama en
sağdaki şeritteki makine tıkanıp duruyordu. Birkaç defa sistem durdu, ışıklar
söndü, çocuklar diğer şeritlere kaymak, aralara sıvışmak için fırsat kollamaya
başladılar –Ne kadar da benziyor çocuklar büyüklere?-. Bazıları da ellerini
bozuk makara sisteminin içine sokmaya çalışıyorlardı. Bir ellerini kaptırsalar,
koparıp atacak o makine parmaklarını. Görevli arkadaş gelip, makineyi tamir
edene kadar çocukları uzak tuttum makaradan. İş halledildikten sonra çocuklar
kaldıkları yerden devam ettiler.
Böylece yaklaşık bir saat kadar oynadılar, gülüştüler,
kızdılar, hayal kırıklığına uğradılar… En büyük sıkıntıları ellerine göre top
bulamamaları idi. Başparmaklarını bir deliğe soktuktan sonra, diğer dört
parmağın kalan deliklere girmesi hemen hemen hiçbir çocuk için mümkün olmadı.
Elleri küçük olduğu gibi kasları da henüz gelişmemiş olduğu için topları
taşıyamıyorlardı. Pek çoğuna topu iki elle tutup, bacaklarının arasında
salladıktan sonra, yuvarlamalarını salık verdim. Bu yöntemle cılız kızlar bile
deviriyorlardı piyonları. Oyun bazı şeritlerde bitmeye başlayınca huzursuzluk
başladı doğal olarak. Ben müdür hanımın yanına gidip, bir el daha oynayabilir
miyiz diye sordum ama müdür izin vermedi. Ehh, onlar da paralı müşterileri
bekliyorlar, akşama kadar bizimle uğraşamazlar. Ben de oyunu bitiren çocuklara toparlanmalarını
söyledim. On bir buçuk gibi çıktık AVM’den. Saat daha on iki olmadan okula geri
dönmüştük. Çocuklar koşarak yemekhaneye gittiler, ben de bahçede, Atatürk
büstünün arkasında oturup, bir süre dinlendim. Öğlen birde ikinci etkinliğe,
okulun yanındaki sinemada bir komedi filmi izlemeye gidecektik.
Yemekten sonraki işim daha kolaydı. Öğrenciler sayıca azdı
ve gidilecek yer okulun hemen yanındaydı. Dolayısıyla çok bir endişe duymadan
hemencecik girdik sinemaya. Biraz bekledikten sonra başladı film. Zaten
sinemada bizim yirmi çocuktan başka, üç kişi vardı. Bir de ben, bir de yine
dördüncü sınıflara bakıcılık yapsınlar diye yanıma verilen altıncı sınıf abisi.
Yaş farkının azlığından kaynaklanan bir özgüven eksikliği doğal olarak kraldan
çok kralcı olma arzusunu doğuruyordu. Bu abi çocuklara nasihat vermede ve
onları zırt pırt uyarmada kendini aşırı sorumlu hissediyor olacak ki kimseye
göz açtırmadı. Daha film başlamadan, çocukların oturdukları koltuklar arasında
gezindi, her birisine “Bakın şu anda okulda değiliz, burada okulumuzu temsil
ediyoruz, dikkatli ve terbiyeli davranmalıyız.” gibisinden uyarılarda bulundu.
Sonra da arkada bir yere oturup, yılışıp konuşanları izlemeye devam etti. Ona müdahale etmedim çünkü altıncı sınıf
olarak abiliğin keyfini çıkarsın istedim. Her ne kadar yaptığı şey uzun erimde bir
işe yaramıyor olsa da kısa erimde çocukları korkutmaya yetiyordu. Ayrıca onun
böyle her sese tepki veren tavrı benim için eğlence olmuştu. Örneğin, çocuklar
film sırasında sesli gülüp, kahkahayı basınca, bizim sorumlu abi “şşşşşiiiiiitttt”
sesiyle çocuklara ayar veriyordu. Komedi filminde gülmeye sansür koymaya
çalıştığı için de filmin yapamadığı etkiyi yapıyor ve beni güldürüyordu.
Gelelim filme: Nasıl bir şeyle karşılaşacağımı bilmediğim
için, ben de meraklıydım aslında. Filmin Türk filmi olup olmadığını bile
bilmiyordum. Filmin afişinden nedense bunu çıkaramadım. Film başladı, evet bir
Türk filmiymiş. Konusu, karısını aldatan sakar bir şirket yöneticisinin –karısı
şirketin sahibinin kızı- karısından kurtulmak için çevirdiği entrikalar. Buraya
kadar sorun yok gibi. Yani, çocukların ahlakını bozacak bir konu değil belki.
Eğer konu iyi işlenirse çocuklar buradan dersler de çıkarabilirler her ne kadar
bu şart olmasa da! Ama film o kadar sıradan, o kadar sanattan ve kültürden
uzak, o kadar klişelerle dolu, o kadar saçma esprilerle doldurulmuştu ki onuncu
dakikadan sonra çıkmak istedim salondan. Bir insan bu derecede rezil bir film
yapabilir miydi? Espriler berbattı, gülünecek tek bir espri bile yoktu. Bunun
yanında argo kullanımı aşırı ve gereksizdi. Ayrıca müstehcen sahne
denilebilecek abuk subuk sahneler de vardı. Bir de konunun hassaslığı ve
aslında gülünç olmaması işi iyice çığırından çıkardı. Ben çocukların bu filmden
çıkarabilecekleri derslerin kısa bir listesini yaptım, telefonuma yazdım –filmde
kaçırılacak bir şey yoktu zaten-.
1. Erkek aldatır. Ne kadar erkek, o kadar aldatır.
2. Kadın aptaldır. Aptal değilse erkeğini dizginlemekle
yükümlüdür. Bunu da beceremiyorsa zaten kadın değildir, sürünmeye mahkûmdur.
3. Aldatmanın müsebbibi olan ikinci kadın “hamileyim”
yalanıyla erkeğe her istediğini yaptırtır, buna cinayet de dahildir.
4. Gerekli gereksiz her yerde ve durumda küfür etmek “kool”
ve “komik”tir.
5. Bir erkek için hayat para, kadın ve iş hayatındaki başarıdan
ibarettir. Gerisi teferruat bile değildir, çünkü gerisi yoktur. (Burada verilen
birinci ve üçüncü ölçekler aslında okul müdürümüz tarafından sık sık tekrar
ediliyor, Pazartesi sabahı içtimalarında.)
Tuvalet için ara verildiğinde çocukları da alıp çıkmak
istedim. Böylesi bir filmi izleyip de bozulacaklarına, okulda top peşinde
koşsunlar daha iyi. Ama yapamadım. Ben onları çıkarayım desem, birileri “Hocam,
filmin sonunu görelim” falan diyecek, gereksiz bir sürü gürültü çıkacak. Çocukları
da üzmemek için bıraktım izlesinler sonuna kadar.
Şimdi birileri “İyi ama çocuklar bu filmi hafta sonu ailelerinin
yanında da izleyebilirler ve hatta izliyorlar.” diyebilir. Tabii ki, çocuklar
hayatı öğrenmeliler, hayatın bir yansıması, kimi zaman birebir aynası olan
sanatı anlamalı ve sevmeliler. Ama en azından bizim yanımızdayken sanatın
iyisini, kültürün güzel taraflarını, ahlakın pozitif olanını tanımalılar.
Çocukları kontrollü bir ortama sokup, kontrolsüz bir filmi izletirsek çocuklar
şöyle düşünürler. “Okul tarafından götürüldüğümüz bir filmde adamlar boyuna küfür
ediyordu. O halde küfür etmek normal bir şey. Aynı filmde erkekler aldatan kazmalar,
kadınlar da erkeğini kontrol etmekten başka bir işe yaramayan karakterler olarak
lanse ediliyordu. Demek ki daha güzel bir kadın için aldatmak doğru bir şey ve kadınlara
güvenmek tehlikeli …” gibi dersler çıkarabilirler, çıkarmışlardır da!
Film bitince sessiz, sakin okula gittik. Saat üç olmuştu.
Beşe kadar okulda olmam gerekiyordu. Yine Atatürk büstünün arkasına oturup,
dinlendim, notlar aldım. Lise 1’deki öğrencilerimden birisi yanıma geldi, biraz
konuştuk. Saat 5’e doğru da okulda dördüncü yılını çalışan bir öğretmenle
muhabbet ettik. Bana kendisinin de bu okuldan mezun olduğunu söyledi. Okulda
kalmasının nedenini de “aldığı manevi haz” olarak tanımladı. Yaptığımız işin
kutsallığı, çocukların geleceğin mimarı olmaları gibi konulardan konuştuk.
Keşke ben de onun kadar olumlu düşünebilseydim. Nedense Türkiye’ye geldiğimden
beri –döndüğümden demiyorum- hep negatif yönlerine bakıyorum hayatın
getirdiklerinin. Böyle her şeye pozitif yaklaşan insanları görünce onları hem
kıskanıyorum hem de onların bir hayal denizinde yüzdüklerini düşünüyorum. İyi
ama hayattaki en büyük başarı mutlu olmak değil midir? İster bunu kendini
kandırarak yap ister hakikati bulduğuna inanarak. Neyse işte, gerçi o da şikâyetçiydi.
Bizim buradan ta Kadıköy’e 10 dakikada gezilecek ve çocukların hiçbir şekilde
ilgisini çekmeyecek bir maket sergisi için gitmişler. Etkinlik için ayrılan
zaman ise 3 buçuk saatmiş!
Saat 5’e iyice yaklaşınca toparlandık. “Hadi imza atalım
kapıdaki deftere.” dedim. O “ben atmıştım imzamı önceden” dedi. Dolayısıyla
kapıya tek başıma gittim. Kapıya vardığımda saat 5’i 5 geçiyordu ama defter
ortada yoktu. Müdür yardımcısı hanım almış, gitmiş defteri. Ben de imzalamadan
çıktım. Yolda düşündüm tabii, “İşte sana yazılı olmayan bir kural. Saat 5’te
imzalaman gereken defteri daha önce imzalayabilirsin. Bu ne demek? Saat 5’te atılması
gereken, yani senin saat 5’te burada olduğunu kanıtlayan imzanın aslında hiçbir
şeyi kanıtlamadığı demektir. İmzanın bir şey kanıtlamıyor olması ise işin basit
bir formalite, bir makyaj malzemesine indirgendiğini gösterir. İmza bir şeyi
kanıtlamak için değil, birilerine göstermek için atılıyor. Buradan devam
edersek şu sonuca varırız: Ne senin göreve gelmiş olmanın, ne zamanında imza
atmış olmanın, ne sorumluluklarını yerine getirmiş olmanın bir anlamı var.
Anlam sadece o imzanın varlığıdır (syntax = semantics), gerisi ve ilerisi
yoktur. İmza oradaysa işini yapmışsın demektir, imza yoksa ağzınla kuş tutmuş
olsan bile nafile… Bir de benim bu yazılı olmayan kuraldan habersiz olmam var.
Yani ben alığın önde gideniyim, hiçbir boktan anlamadığım gibi hiçbir işe de
yaramıyorum. Öyle gidip geliyorum, koyun gibi, olmam gerektiği gibi, algılanmam
gerektiği gibi, mal gibi… İşte öyle!
Gerçi bizim okulda öğretmenler olarak ota boka, hemen her
şeye imza atıyoruz. Dünyadaki en ucuz imza bizimkisi olsa gerek, en değersizi,
en olmasa-da-oluru! Örneğin, orta yaşlı bir bey var, ara sıra matematik odasına
geliyor. Bir toplantının tutanağını okuduğumuza dair bizden imza topluyor. Ama
o tutanak en az on sayfa uzunluğunda. Tutanağı alsan alamazsın, okusam desen okuyamazsın.
Zaten büyük bir olasılıkla o sırada başka bir işle meşgulsündür ve ara
veremeyeceksindir. İmzayı, tutanağı okudum ve yazılanlara karşı değilim diye
imzalıyoruz ama aslında hiçbirimiz okumuyoruz. Adama desem ki “Tutanağı bırak,
okuyayım. Bir saat sonra gel.”, hem adam boşuna bir daha gelmek zorunda kalacak
hem de benden sonrakiler imza atamayacak ve iş uzayacak. Gerekli gereksiz
onlarca iletiyle posta kutumuzu vıcık vıcık etmeyi alışkanlık haline getirmiş
okul yönetimi neden acaba toplantı tutanaklarını elmekle göndermez? Biz zaten
elmekleri okuyacağımıza dair söz verip, imza atmıştık dönem başında. Onu da
okur, itirazımız olan yerleri yine elmekle bildiririz. Daha iyi olmaz mı?
Bütün bir haftayı yazacaktım ama bir günü yazmak bile yordu.
Akşama abim gelecek, yengem gelecek, yeğenler gelecek. Yine bayram var evde.
Özledim kerataları. İnsanın, birilerinin büyümesine şahit olması –gün gün
olmasa bile hafta hafta ya da ay ay- ne kadar güzel bir şey! J çocuklara iki
küçük oyuncak almıştı. Bir de pusulalı kaplumbağa var tabii. Hava bozmazsa sahile
de ineriz. Denizi görüp solumadım bir haftadır, delirmeden gideyim boğaza bir.
Gerçi yarın SSM’ye gideceğiz Monet’yi görmeye. Şimdilik bu kadar yetsin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder