11 Haziran 2024 – Ev
- Akşam 9:05
Bugün çok doluyum. Değil
500 kelime, 1500, bilemedin 2500 kelime bile yazabilirim. Dün akşam yatağa
girdiğimde iki şey düşünüyordum. Birincisi Tanpınar’ın öyküsünde geçen ve
Fatma’nın yangında öldüğünü söylediği kedi “Çavuş”. Yangını fark edince korkup
bir köşeye sığınmış yavrucak. Oradan da çıkamamış işte. Büyük olasılıkla
dumandan zehirlendi önce, sonra da alevlerin ortasında küle dönüştü. Öyküde bu
kısım anlatılmadığı halde, öykünün yazılmasının üzerinden 80 yıl geçmiş
olmasına rağmen ve adı geçen kedinin bir hayal ürünü olduğunu bildiğim halde
yine de onu alevlerin arasında canlı canlı bırakamıyorum. Dumandan zehirlensin,
ölsün ve sonrasında ateş onun hissiz bedenine ne yapacaksa yapsın diyorum. Ben
yatakta uyumaya çalışırken, her gece olduğu gibi Boncuk yanıma gelmişti.
Karnımın hizasında bir noktada, yatağın kenarına oturur ve benim onu sevmemi,
başını karnını kulaklarını okşamamı bekler. İstediğini aldıktan sonra da gtmez,
aynı kenarda uzanır, benden önce uykuya dalar. Bazen horlamasının sesini
duyarım. İnce, ıslık gibi bir ses çıkarır. Eskiden bu ses beni endişelendirirdi
ama zamanla alıştım. Herhalde normal karşılamam gereken bir durum dedim. Hayvan
bu haliyle yaşayıp gidiyor sonuçta, bir sağlık sorunu da yok. Onu öyle uyurken,
kendimi de uykunun uçurumuna bakıp bakıp geri çekilir halde bulunca ister
istemez yine aklım Çavuş’a gitti. Nasıl da güveniyor hayvanlar bizlere? Aynı
evi paylaşırken, aynı odalarda yaşayıp aynı havayı solurken karşılıklı bir
güven yeşeriyor. Hayvan büyük olasılıkla, bu ev benim de evim, birlikte
yaşıyoruz burada diyor içinden. O beni tehlikelerden korur, karnımı aç,
boğazımı susuz komaz diyor. Kışın üşümemem için ısıtıcıyı açar, yazın sıcaktan
bunalmamam için klimayı. Hiç büyümeyen çocuğuyuzdur biz evin. O yüzden
seviliriz, katlanılırız ve türlü sakarlıklarımıza rağmen çabucak affediliriz...
Sabah uyanınca K’nin mesajını gördüm ilkin. Kedisi ölmüş. Benim kedim ölmedi ama kedim ölseydi
durumu kabullenmekte ne kadar zorlanacağımı çok iyi bildiğim için ağır bir
külçe yutmuşum gibi durgunlaştım. K ile yazıştık biraz. O kedinin son ânını
betimledi, ben hüngür hüngür ağladım. Aklıma Fındık’ın ölümü geldi. Kendim
yazmış olmama rağmen kitabın o kısmını ne zaman okusam gözyaşlarıma hakim
olamam.
“Kafasını bile kaldıramıyordu, Ali. Ama birden zorladı
kendini, kalktı pencerenin önüne. Çok uzun süre dışarı baktı. Kaldırıp pencere
pervazına koyduk. Gökyüzünü izledi gücü yettiğince. İçgörü sanırım. N’nin
(kızının) yarın doğum günü. Söyleyemedik daha...”
Neyse, sabahın
ilk kötü haberi böyle geldi ama benim kötü haberler tek tek
gelmezler, toplaşıp bir anda gelirler hipotezimi doğrularcasına WhatsApp’ten de
abim babamın durumu hakkında mesajlar göndermişti. Babamın durumu fenalaşmış,
acile götürmüşler. Yani en azından mesajdan ben bunu anlamıştım. Hemen abimi
aradım, yanıt alamadım. Diğer abimi aradı, o da açmadı. Babamı aradım açan
olmadı. Mesajlar gönderdim, geri dönen olmadı. İyice telaşlanmaya başladım. Bir
yandan çok kötü bir şey olsaydı bana bildirirlerdi diyorum içimden ama diğer
yandan da çok kötü bir şey olursa benden bir süreliğine saklayabilirler de
diyorum. Dışarıdan birisi ağır, nağmeli, cenaze marşını anımsatan bir trompet
sesi geliyor. Oha diyorum içimden, nasıl böyle, her şey üst üste... Kimseden
bir yanıt alamayınca bekleyeyim bari diyerek duşa giriyorum. Çıkınca telefona
bakıyorum, bir hareket yok. Jaruwan’a bir şey çaktırmıyorum. Okula gelince
annemi arıyorum, açmıyor ama beş dakika kadar sonra o beni arıyor. Konuşan
babam. Saat orada sabahın üç buçuğu. Saat beşte abim gelecek, birlikte acile
gideceklermiş. Bacağı balon gibi şişmiş. Nefes almakta çok zorlanıyormuş. On
gündür bir şey yiyememiş. Yemek bana bakıyor, ben yemeğe bakıyorum dedi bir
ara. Sonra annemle konuştuk. Ne yapalım yavrum dedi, mücadele ediyoruz. Sesi
biraz kırgın mıydı anlayamadım. Az kaldı anne dedim, dokuz gün sonra oradayız.
İnşallah yavrum dedi, gözlerinden öpüyorum dedi. Her zamanki iyimserliği,
yüreğini on kat büyüten imanı ve iradesi... Biraz rahatladım ama tabii hâlâ soru işareti
çok. Doktor ne diyecek, daha ne kadar zamanımız var, haftaya perşembeyi
beklemeden uçağa atlayıp gitsem mi? Öğleden sonra abim yazdı. Doktor bir gece
hastanede kalmasını salık vermiş. Hastaneden kalacakmış. Yanında da annem kalır
herhalde. Bu akşam diğer abim şehir dışından geleceğini söylemişti. İki gün
sonra da bayram tatili başlıyor. Şu iki günü atlatsalar, sonrasında abilerim ve
yeğenlerim hastanın bakım
işleriye ilgilenirler. Biz de haftaya Perşembe,
planladığımız tarihte bineriz uçağa. Bakalım, haberleri bekliyoruz. Her gün
yeni bir şey oluyor.
13 Haziran 2024 – 21:31 –
Ev
Bugün okuldan çıkarken Lise
3’lerden CX ile karşılaştım. Bir öğretmenin sınıfında görüp görebileceği,
dersinde olmasını isteyeceği en mükemmel öğrencilerden birisidir CX. Zeki,
çalışkan, terbiyeli ve saygılı, meraklı, sakin... Dört dörtlük bir öğrenci.
Aramızda şöyle bir konuşma geçti. Daha sonrasında yazacaklarımla ilintili
olacağı için aramızda geçen konuşmayı hatırladığım kadarıyla aşağıya geçiyorum:
-
Selam C, nereden
geliyorsun böyle?
-
Ohh, NHS bilmem nenin (tam
anlayamıyorum bu kısmı) toplantısı vardı. Orada gönüllüydüm.
-
Güzel, çok güzel.
-
Bu sizin bisikletiniz mi? İlk defa görüyorum. (Beni bisikletin kilidini açarken görüyor.)
-
Evet, Çin’deki en iyi
ikinci arkadaşım.
-
Ohh, en iyi arkadaşınız
kim?
-
Bu (Kafamla sepetteki
e-kitap okuyucuyu işaret ediyorum.)
-
Ohh, anladım. Kitap
okumayı sevdiğinizi biliyorum.
-
Yaz tatili için bir planın
var mı? (Başımla onun cümlesini onayladıktan sonra)
-
Evet, çok meşgul olacağım
yazın. (Ben şaşkın. Karşımdaki 15-16 yaşında bir çocuk nihayetinde)
-
Meşgul mu olacaksın? Tatil
kelimesinin anlamını biliyorsun değil mi? Meşgulün tam tersidir. (İngilizce
vacation, vacant’den gelir. Vacant müsait, meşgul olmayan demektir. Uçaklardaki
tuvaletlerin kapısında içeride kimse yoksa vacant, varsa occupied yazar. Türkçe
tatil kelimesi de atalet kelimesinden gelir. Atalet; eylemsizlik, hareketsizlik
demektir.)
-
Biliyorum ama başka
seçeneğim yok. 23 Haziran’da Hong Kong’da olacağım. İki hafta boyunca gönüllü
olarak çalışacağım.
-
Gönüllü derken? Para
vermeyecekler mi?
-
Verecekler. Aslında ben
istemedim ama kural gereği vereceklermiş.
-
Versinler tabii. Şu
hayatta hiçbir şey kendi kazandığın parayı harcamak kadar tatlı ve huzur verici
değildir. (Gözlerinin içiyle gülüyor. Ardından söyleyeceklerimi merak ediyor.)
-
Öyle mi?
-
Evet, ben ilk maaşımı
ortaokuldayken çalıştığım bir çaycı dükkânından kazanmıştım. Bana haftalık
öderdi ve birkaç haftalığımı biriktirip hesap makineli bir kol saati almıştım.
O zamanlar modaydı. Bende de sayılara merak var tabii. Hiç unutmam saati koluma
takıp sokakta gezerken içimde kaynayıp duran ve yeri gelince taşan gururumu... Dünyanın
en mutlu, en zengin, en başarılı çocuğuydum ben.
-
Ne kadardı saat?
-
O kadarını hatırlamıyorum.
Yaklaşık 35 yıl öncesinden bahsediyorum.
-
Anladım. Ben Hong Kong’dan
sonra ABD’ye gideceğim. Orada iki hafta yaz okuluna katılacağım. Ardından
Kenya’ya gitmem gerekecek. Bir proje için orada olacağım. Geri dönünce de
Şanghay’da bir mahkeme simülasyonuna katılacağım. (İçimden bir ses “senin
yaşadığın hayatın tamamı simulasyon, haberin yok” diyor ama bu sesi içimde
tutuyorum.)
-
Ha ha, ben bol bol
gezeceğim tatilde. Tatilin tadını çıkaracağım. Türkiye’de ailemi göreceğim,
yeğenlerimle vakit geçireceğim.
-
Ne güzel! (İmrenen bir yüz
ifadesi.)
-
Neyse ben seni tutmayayım.
Sana iyi akşamlar. Kitap okumayı unutma sakın.
-
Kitap mı?
-
Evet, roman falan...
Birkaç klasik, birkaç çağdaş eser.
-
Mesela?
-
Ne bileyim! Tolstoy,
Dostoyevsky, Orwell, Steinbeck falan... Haftada bir kitap bitirebilirsin.
-
Haftada bir mi?
-
Öyle Savaş ve Barış gibi
destansı kitapları oku demiyorum. 200-300 sayfalık olanları.
-
Tamam, Mr. Arıcan.
Görüşmek üzere.
-
İyi, hadi bakalım...
Bisikletime binip
uzaklaşıyorum, o okulun merdivenlerine doğru ilerliyor. Belki konuşmamız biraz
daha uzun soluklu olmuştur, aralarda birkaç espri de yapmışımdır. Çok önemli
değil işin o kısmı. Önemli olan Lise 3’e giden bir gencin yaz tatilinde bu
derece meşgul olması ve yaptığı tüm bu işlerin tek bir amacının olması:
Dünyanın sayılı (mümkünse ilk on) üniversitelerinden birisine girmek. Başka bir
amacı olduğunu sanmıyorum.
Okulun danışmanlık bürosu
öğrencileri Lise 1’den itibaren izliyor. Onları yönlendiriyor. Yaz
tatillerinden okul sonrası katıldıkları kurslara kadar attıkları her adım
öğrencinin portföyüne işlenecek bir başarı hikâyesi. Gönüllü olarak katıldığı
yaşlılara yardım festivalinden, hafta sonu gittiği buz pateni kursuna kadar
hepsinin tek bir amacı var. Üniversiteye başvururken bir işine yarayacak bu
deneyimler. Amerika’daki üniversiteler sosyalleşmeyi becerebilen, dersleri iyi
olduğu kadar toplumsal konulara da duyarlı olan öğrencileri seçiyorlarmış. O
halde ben de duyarlı olmalıyım, olamasam da duyarlı görünmeliyim.
Bu aralıksız çalışmanın
sonucundan nemalanan sadece öğrencinin gittiği lise olmuyor. Gerçi hemen her
lise yapıyor aynı uygulamaları. Kültürün bir parçası olmuş durumda bu amansız
yarış. Ailesi de büyük bir gurur yaşıyor doğal olarak. Benim oğlum MIT’de,
benim kızım Princeton’da... Gazetelerde okumuştum. Sırf fotoğraf çekilsin diye
kızını özel uçakla Tibet’e gönderen, bir gün içinde kızının yerel halkla
birlikte fotoğraflarını çektiren, kısa bir film kurgulayan ve aynı günün akşamı
kızını Şanghay’a geri getirten zengin babalar var bu ülkede. Maksat, “İşte
bakın, kızım fakir halka yardım ediyor. Kocaman bir yüreği var.” diyebilmek ve
bu şekilde dünyanın sayılı üniversitelerinden birisine kızını sokabilmek.
Çalıştığım okul bu yıl bir
öğrenciyi Princeton’a gönderdi. Günlerce bu konu konuşuldu okulda. Çocuk, zeki
ve çalışkan. Aşırı derecede hırslı. Geçen yıl benden İstatistik dersi almıştı.
İngilizce şiirler yazabilecek düzeyde dilbilgisi ve dil aşinalığı var. O gitmeyecek
de ben mi gideceğim Princeton’a! Mesele zaten hak eden çocukların iyi
üniversitelere girmesi değil, mesele bu uğurda yapılan hokkabazlıklar, gösterilen
riyakârlıklar, feda edilen çocukluk ve gençlik.
Çocuk dediğin gezer tozar,
çocukluğunu yaşar. Bilemedin yarı zamanlı bir işe girer, hayatı öğrenir.
Simülasyonu değil, yaz okullarında ya da kendileri için özel olarak hazırlanmış
gönüllü çalıştıran organizasyonlarda değil. Bilerek, isteyerek, kafayı taktığı
için birilerine yardım eder. Yoksa, büyük organizasyonlara dev miktarda paralar
verip ardından “Bakın ben Afrika’daki çocuklar için ev yaptım.” gibisinden züppe
işi görüntülerle yüksek noktalara gelmek bana çok itici geliyor. Ben üniversitelerin
kabul bölümünde olsam böyle öğrencileri gördüğüm anda reddederim. Gerçek
anlamda samimi olan, gerçek anlamda insanları düşünen ve bu uğurda vicdanı
sızlayan öğrencilere öncelik veriririm. Gerçi, kabul ofislerinde çalışan
kişilerin çok da ahlaklı bireyler olduğunu düşünmek biraz saflık olur. Onlar
için de göz önüne alınması gereken ilk şey büyük olasılıkla para olacaktır.
Böyle o kıta senin bu kıta benim kendi parasıyla gezinen bir çocuğu almayıp da
ne yapacaklar? Bu çocuğun ailesinin onun için her türlü maddi desteği vereceği
baştan belli. Ayrıca Amerika’daki üniversitelerin Çinli öğrencilere bağımlı
olduklarını da biliyoruz. İki taraf da halinden memnun açıkçası. Eeee, ben
neden gocunuyorum. Beni rahatsız eden şey tüm olayın samimiyetsizliği. Güzelim
çocukları da bu samimiyetsizlik sarmalında öğütüp, onları da ahlaken yozlaştırıyorlar.
Hem zaten uğruna bu kadar para harcanan bir çocuğun başarısız olması mümkün mü?
Benim çalıştığım okulun yıllığı bile en azından 1 milyon TL’dir. Bir de bunun
üzerine özel hocalar, yurt dışında katılınan yarışmalar, piyano dersleri, at
binme eğitmenleri, konuşma ve tartışma hocaları... Dipsiz bir kuyu gibiler. Taşı atarsın, taşın suya değdiğini asla işitemezsin. Aile yığınla para harcıyor çocuğu
için. Kendimi düşünüyorum da! Devlet okullarında okuyarak büyüdüm ben ama
hayatı yerinde ve zamanında öğrendim. Parasızlığın ne olduğunu da çok iyi
bilirim, aç kalmanın ne olduğunu da. O yüzden beni hiç etkilemiyor bu
çocukların içtenlikten uzak, ebeveynlerinin parasını harcayarak yaptıkları iyilikler.
Kendi başlarına ne yapmışlar, onu konuşalım!
Okul dediğimiz ortamın
hayatın güvenli bir simülasyonu olması yetmiyormuş gibi bir de çocukların okul
dışındaki hayatının her ânını simülasyona çeviriyoruz. Öyle ki çocuk yaptığı
her şeyi puan toplamak, birileri tarafından beğenilmek, yanında ders çalıştığı
arkadaşlarının önüne geçmek için yapar hale geliyor. C’nin benim ona “Kitap
oku” tavsiyeme şaşkınlıkla karşılık vermesi de bundan büyük olasılıkla. Ya
“Vakit mi var ki kitap okuyayım.” diyor, ya da “Kitap okumamın benim ilk on
üniversiteye girmeme bir yararı olacak mı ki, ne diye okuyayım.” diyor. Sonuç
olarak her ikisi de birbirinden beter bahaneler bunlar. Ben ortaokuldayken sırf
zevk için okurdum Victor Hugo’ları, Jule Verne’leri. Acayip de zevk alırdım.
Dünyam değişir, kafamın içi kafamın dışından daha geniş, daha aydınlık, daha
ferah olurdu. Keşke öğrencilerime de zevk için okuma alışkanlığını
kazandırabilsem. Üzerlerinde herhangi bir baskı yokken, sadece ve sadece merak
ettikleri için, metnin içinde gezinmekten haz duydukları için okusalar. Ne
diyor Alice Munro, “The constant happiness is curiosity.”
İşte öyle...
16 Haziran 2024 – Ev –
09:57
Sabah Si Hai Parkına
koşmaya gittim. İyi geldi. Dün bütün gün yağmur yağmıştı, evden dışarıya
adımımı atamamıştım. Kitap okuyup film izleyerek geçirilen bir Cumartesi günü
hiç de tatmin edici olmuyor benim için. Bedensel ataletim zihinsel atalete,
yılgınlığa ve nihayetinde suçluluk duygusuna neden oluyor. Hareket etmek lazım,
beden hareket edince zihin de daha iyi çalışıyor, beş duyunun algıçları daha
verimli ve pürdikkat oluyorlar. Hareket etmeyen bedenin tepesindeki zihin de
bir süre sonra tembelleşiyor, hımbıllaşıyor, uyuşuyor... En sıradan şeyleri büyük icatlarmış gibi
başkalarının beğenisine sunuyor. Harc-ı alem laflara, basmakalıp yapıtlara, kalburüstü
bile olamayan işlere övgüler düzmeye başlıyor. En kötüsü, kendisini de onların
yanında görmesi. Hem niteliğin çıtasını düşürüyor hem de ayak altına düşürdüğü
çıtaya ulaştığı için kendisini tebrik ediyor. Hareket eden bedenin zihni ise az
çok durumun farkındadır. Büyük bir hedefe varmak için, başkalarından daha iyi
olmak için, sıradışı işler başarabilmek için başkalarının yapmadığı,
yapamadığı, yapmakta zorlandığı yöntemlere yönelmenin şart olduğunu bilir. Koşan
insan bunu kısa sürede fark eder zaten, hatta koşmanın insana öğrettiği ilk
dersttir bu: sıradışı bir başarı için sıradışı bir disiplin lazım. Herkesin
yaptığını yaparak kimsenin başaramadığı işlerin altına imza atmak diye bir şey
yok bu hayatta. Bir laf vardı, nasıldı? Herkesin önünde parlamak istiyorsan
önce gözlerden ırak bir yerde terlemelisin. Tam hatırlayamadım şimdi, bu
minvalde bir cümleydi.
Koşmak ve yazmak
arasındaki koşutluklara daha önce pek çok kere değinmiştim. Katı disiplin,
hedefe kilitlenme, hedefe varacağına duyulan inanç, zamanı göz ardı etme, kendi
kendinin rakibi olma, yola çıktıktan sonra eylemin anlam kazanması ve yine
yolun kendisinin bir sonraki adımları belirliyor olması, ilk adımı atmanın
hiçbir zaman kolaylaşmaması ve kolaylığın daima belli bir mesafe kat edildikten
sonra hissedilmesi, bu kolaylık hissedildikten sonra yolun ayakların altında
kayıyor gibi olması... Örnekler, teşbihler, mübalağalar çoğaltılabilir. Beni en
çok etkileyen nokta, her iki eylemin de, insanı, zamanın yokluğu inancına doğru
sürüklüyor olmalarıdır. Bu yüzden ben koşarken de yazarken de zamana bakmam.
Koşarken mesafeye, yazarken kelime sayısına bakarım. Bu durum uzun erimde beni
zamanın varlığı konusunda ciddi sorgulamalara götürdü desem pek de abartmış
sayılmam sanırım.
Öyle ya, zaman tıpkı diğer
metafizik kavramlar gibi felsefecilerin elinden alınıp bilim insanlarının
tezgâhlarına konunca kuşku götürmeyen bir varlık haline gelmiştir. Bilim
insanları ve bilim öğrencileri bu konuda tatmin olmuşsa da felsefecilerin henüz
ikna olduğunu söylemek pek mümkün değil. Sonuç olarak bilim zamanın ne olduğunu
söylemez bize, söyleyemez, onu fizik denklemlerinde kullanmak için bir araç
haline getirir. Ölçülebilir, kıyaslanabilir, işleme sokulabilir, sonsuza kadar
bölünebilir, sürekli, sayısal bir değişkendir zaman ama bu özelliklerin hepsi
bizim ona atfettiğimiz özelliklerdir. Zamanın ne olduğu hakkında hâlâ bir şey
bilmiyoruzdur.
Hareket vardır ve mekân
içinde A noktasından B noktasına gitmek için zaman gibi bir kavramı kullanmak
zorunda bırakılmışızdır. Bu zorunluluk zamanın var olduğunu değil, zihnin zaman
olmadan -en azından şimdilik- evreni hakkıyla izah edemediğini gösterir. Tıpkı
eskiden Tanrı’yı icat ettiği ve ona pek çok insansı hassalar yüklediği gibi. Peki
ya bir gün gelir de Fizik bilimi varlığını devam ettirmek için zaman kavramına
ihtiyaç duymazsa? Bugün bile bir takım çatlak sesleri duyuyoruz bilim
dünyasında. Zamanın insan zihninin bir ürünü olduğu, evrenin kendi doğasına ait
bir kavram olmadığını söyleyenler, bunu kanıtlamaya çalışanlar ve hatta kuantum
dolanıklığıyla -pek de anladığım bir konu değil!- zamanın var olmadığını
kanıtladığını iddia edenler var. Nasıl ki zihnin -bilincin- ne olduğunu
bilemediğimiz halde onun işlevleri sayesinde doğası hakkında çıkarımlar
yapıyorsak ve bir şekilde varlığına inanıyorsak, aynı şekilde zamanı da
işlevleri ve bu işlevleri mümkün kılan özellikleri ona atfederek var ediyoruz. Zamanın,
evrenin asli unsurlarından birisi olup olmadığını belki de hiçbir zaman
bilemeyeceğiz.
Sonuç olarak biz insanlar kendi
bilincimizin bize izin verdiği kadarıyla evreni kavrayabiliyor ve onu
anlamlandırabiliyoruz. Bunu yaparken evrene, aslında ona ait olmayan özellikler
ekliyoruz. Yani bir bakıma evrenin özünde olmayan bir takım unsurları ona
ekleyip onu kendi zihnimizin çözümleyebileceği hale getiriyoruz. Şunu da
biliyoruz. İnsan zihni bir tahmin makinesi olarak çalışıyor. Hatta daha teknik
bir tabirle ifade edecek olursak Bayesian bir makine. Sonuçlara bakıp, o sonucu
verecek en olası durumları hesaplıyor ve bu duruma kendisini inandırıyor. Bunu
yapmaya başladıktan sonra zaten bir özbilinç kavramı geliştirmiş olmalı çünkü çalışan
bir Bayesian makine, insanı diğer canlılardan üstün hale getirir. Daha fazla
iletişim, daha büyük topluluklar, yardımlaşma ve dayanışma, hayatta kalmak için
daha karmaşık araç ve gereçler. Bu araç ve gereçler geliştikçe ve insan hayatta
kalmak için kendisini değil de çevresini değiştirmeye yöneldikçe, üzerindeki
evrim baskısı yerini yaratıcılığa ve verimliliğe bırakmış olmalı.
Yapay Zekâ denilen olay da
zaren bu arzunun, yani daha verimli ve yaratıcı olmanın bir sonucu değil mi?
Yalnız daha önceki keşiflere kıyasla YZ’nin bir farkı var. İnsanlar, tarihte
ilk defa kendilerine ne olduklarını değil, ne olamadıklarını hatırlatan bir ayna
geliştiriyorlar. Bu ayna insana “bana bak, sen busun” demeyecek. Bilakis, “bana
bak ve ne olmadığını, ne olamayacağını gör.” diyecek. YZ’nin tehlikesi biraz da
buradan geliyor. İnsanlık bir çeşit apartheid rejime doğru ilerliyor. Çok
yakında, belki 30, belki 50 yıl içinde robotlarla insanlar hayatın her
safhasında yan yana çalışıyor olacaklar. Bunun yanında robotların hakları
insanların haklarına göre çok daha az ve kolaylıkla ihlal edilebilir olacak.
İnsanların faydalandıkları pek çok imkândan tasarruf edemeyecekler.
Spielberg’in AI filmindeki gibi organikler ve mekanikler olarak toplum iki ayrı
gruptan oluşacak ve her buldukları fırsatta organikler mekaniklere hayatı zehir
edecekler. Tabii eğer mekanikler de bir karşı duruş, bir isyan hareketi
geliştirmelerse. Çünkü robotların bize benzemesini, bizim yaptığımız her şeyi
yapmasnı istiyorsak onlara zaaflarımızı, arzularımızı, heveslerimizi de
yüklemeliyiz. Ölüm korkusu olmayan bir robot, hayatta kalmak için mücadele
etmeyen bir robot, çocuğu için fedakârlık yapmayan bir robot, düşünce canı
acımayan bir robot, heyecanlanınca dili sürçmeyen bir robot, utanınca yüzü
kızarmayan bir robot... Böyle bir robot insanın yerini alamaz, sanatın en
güzelini yapsa bile yapmış olduğu iş insanlarca taklit olarak algılanacaktır,
samimi bulunmayacaktır.
Koşmaktan başladım, yine
ne konulara geldim. Olsun, bugünlükte böyle olsun.