Bu Blogda Ara

20 Ekim 2024

Sürgünden Öte (9)

  


Yukarıdaki satırları okurken neredeydim biliyor musun? Asla tahmin edemezsin? Balkonumda, Hundun’ın yanında? Hayır! Her zamanki gibi evimde olsam sana neden tahmin et diyeyim! Yolun altında, senin kapanan berberinin yerine açılan butik kafede? Hayır! Metroda, Deniz Dünyası’ndaki yeni açılan Türk Lokantasına giderken? Hayır! Senin okulunda, okul müdürüne senin bir an önce terfi alıp lise müdürü yapılman için tehditle karışık öneri verirken? Çok beklersin. Hem o kadar uzun değil elimiz kolumuz. Ne sandın bizi sen, derin devlet mi? Anlaşılan bilemeyeceksin sen, iyisi mi ben söyleyeyim. Senin evinde, senin kafesinin içinde, senin tozlu masanın başında, kısacası senin kendine kurduğun minik krallıkta. Sırbistan’da[1] yeni bir iş bulup Çin’den ayrılan Güney Afrikalı öğretmen çiftten kelepir fiyata aldığın sandalyeye kurulmuş, bir yandan senin sırf matraklık olsun diye yazdığın gerçekdışı diyaloğu okuyor, bir yandan da benden habersiz alıp da kütüphanene dhil ettiğin kitaplarına göz atıyordum. Bak sen, Eileen Chang de okurmuşsun. Ben de severim bu hatunu. Şimdilerde onun gibi gözü pek yazarlar pek bulunmuyor. Hem cesur olacaksın hem de düzyazıdaki şiire halel getirmeyeceksin. Bi Feiyu, Wang Xiaobo, Can Xue, Yan Lianke! Oha dedim bir ara kendi kendime! İlki dışındakileri sıradan bir Çinli bile okumaz, ya ağır bulur ya da marjinal! İkinciyi abazan ve anarşist üniversite öğrencileri dışında okuyan kalmamıştır diye biliyorum ben. Demek varmış! Sen ikisi de değilsin. Büyük olasılıkla beğenmemişsindir. Sonuncusu zaten yasak bu topraklarda. İngilizcesini nereden aldın bakayım! Hong Kong!  Nasıl gözümüzden kaçmış. Ne okuduğun değil, ne yazdığın ilgilendiriyor bizi ama yine de okuduklarını bilmemiz gerekiyor. En çok sevdiğin Çinli yazar Lu Xun olmasına rağmen onun tek bir kitabı bile yok burada. Yu Hua’yı da okuduğunu biliyorum. Klişe bulmana rağmen durduramıyorsun kendini, bir bahaneyle okuyorsun. Bir nevi Çin’in Orhan Pamuk’u senin için. Okuyunca bu kadar basmakalıp şeylere halk neden rağbet ediyor diye kızıyorsun, okumayınca da halkın ne okuduğundan bîhaber kaldığın için üzülüyorsun. İki cami arası beynamaz gibi mekik dokuyorsun, has edebiyata erişememenin avuntusu, ağza atılıp dakikalarca çiğnenen kuru ekmek parçası. İyi ama Yu Hua da yok raflarında! Lao She? Mao Dun? Xu Zhimo? Demek bütün hepsi e-kitap okuyucunda. Seni bedavacı! Buluyorsun internetten, indiriyorsun cihazına. Ama dur! Günahını aldım boşuna. Öyle yapmış olsan farkına varırdım ben. Sonuçta bilgisayarına giren çıkan her bir bitten[2] haberim oluyor benim. Demek kitap satışı yapan sitelerden doğrudan e-kitap okuyucuna indiriyorsun bunları. Bugüne kadar neden aklımıza gelmedi bu. Teşkilata haber vereyim de e-kitap okuyucunu da dahil etsinler teknik takibe. Hem böylece biraz sükse yaparım amirimin gözünde. Aferin der bana, iyi akıl ettin der. Vay o da ne! Sarı kapaklı, ince bir kitap. Rubaiyat of Omar Khayyam. Hem de resimli. Güzelmiş. Küf, nem ve kitap tozu kokuyor. Araklasam mı acaba? Ruhun bile duymaz. Bu kadar kitabın içinden bir tanesi eksilmiş, nereden bileceksin. Tabii manevi bir değeri yoksa. Yok görünüyor. 1941 basım, sen 2015’te Kadıköy’deki bir ikinci el kitapçıdan almışsın. Kapağının arkasına eğik harflerle şöyle yazmış kitabın ilk sahibi:

                                                  Rubailerin en güzeli olan kahkahana…

                                                                Bütün sevgilerimle!

                                                                 Oğuz – 30.12.1948.

İçim bir tuhaf oldu bunu okuyunca. Kim bu Oğuz, şimdi yaşıyorsa 100 yaşına merdiven dayamıştır. Kahkahasına âşık olduğu kadına ne oldu acaba? Evlendiler mi? Çocukları oldu mu? Torunları? Aşkları ömür boyu sürdü mü acaba yoksa ilk kıranda boyunlarını büken papatyalar gibi vaz mı geçtiler birbirlerinden? Oğuz Bey Kore Savaşı’na gidip dönmemiş olabilir, 1960 darbesinde yanlış tarafta durmuş olabilir, eğer bir akademisyendiyse muhtıra döneminde işinden edilmiş olabilir, hapse de atılmış olabilir tıpkı Sevgi ve Mümtaz Soysal çifti gibi…80 darbesini gördü mü acaba? Emekli olmuştur herhalde o vakte kadar. Emekli olup köyüne dönmüştür. Torun tosun bakıyordur 80’li yıllarda. Neler düşünüyorum ben böyle? Hamile kadınlar gibi her baktığım yerden hüsnükuruntulu hayaller inşa ediyorum. Kitabı yerine koydum. Bir daha da dokunmam. Ben buraya senden bir şeyler almaya değil sana bir şeyler eklemeye geldim. Seni daha yakından tanımaya, kokunu içime doldurmaya, teninin dokunduğu yüzeylere tenimi değdirmeye… Dokunmak değil arzuladığım, dokunulmak. Fark etmek değil, fark edilmek. Biz kadınlar zaten istediğimiz zaman istediğimiz erkeğe dokunabiliriz. Tabii yanlarında karıları veya sevgilileri yoksa. Oysa hepimizin içinde, arzuladığımız erkek tarafından dokunulmak, fark edilmek, taltif edilmek isteği vardır. Babalarının yanında şımaran küçük kız çocuğu asla ölmez, sadece hedef değiştirir. Bu istek makul bir zaman aralığında tatmin edilmezse o istek ya söner ve yok olur ya da sapkınca taşkınlıklara, yüz kızartacak takıntılara, bir ömür boyu sürecek acılara dönüşür. Ben şanssız azınlık tarafındayım, içine düştüğüm bataklığın çözümlemesini yapabilecek kadar zeki ve bilinçli olmam da cabası! Deli olduğunun farkında olup tımarhaneyi kendi sarayı, oradaki tüm diğer delileri, doktorları, hemşireleri emrine verilmiş hizmetçiler olarak gören bir zırdeli, bir kara sevdalı, bir Napolyon’um. Belki de o Napolyon’un hatıra defteriyim.  Canım kırmızı şarap çekti bir anda, mutfağa gidiyorum, üst rafları ve çekmeceleri didik didik kurcalıyorum ama zırnık alkol yok. Bira bile yok. Bu kadın seni fazlasıyla ehlîleştirmiş, Naci Bey. Nedir bu hal? Sen ki akşamları bir şişe soğuk bira açıp balkonda oturmayı, karşı binaların sinek gözünü andıran yanıp sönen lambalarına bakarak yazacaklarını düşünmeyi seversin. Bu evde nasıl tek bir şişe bile bira olmaz. Çember daralıyor demek, tehlike çanları çalıyor! Tıpış tıpış geri geliyorum kafesine. Oturuyorum kös kös. Sakinleşmeyi bekliyorum. Unut bunları diyorum kendi kendime, silkin ve dök üzerine serpilen soğuk külleri. Nefesim normal ritmine kavuşuyor, hırıltılar kesiliyor, dudaklarımdaki kaşıntı azalıyor. Bana ne ya diyorum içimden. 14 yıldır böyle geldiyse, bir 14 yıl daha, bilemedin 28 yıl daha gider. Hayat bana güzel! Sandalyende kaykılayım, çocuğunun takdirnamesine bakan bir anne gibi izleyeyim kitaplarını bir süre, hiç ses çıkarmadan, elimi hiçbir şeye sürmeden, başka zamanlarda adı afacana çıkmış uslu bir çocuk gibi, anlamadığı kitaplardan uzak duran tonton bir babaanne gibi…  Bakıyorum, bakıyorum, bakıyorum, kitaplığının fotoğrafını çekmek için sırt çantamdaki fotoğraf makineme -telefonla olmaz tabii!- elimi attığımda aklıma Selim ile Çetin geliyor bir anda. Neredeler, neler yapıyorlar şimdi acaba?

Devamı yayımlanacak kitapta... 


19 Ekim 2024

Sürgünden Öte (8)


Ben boşanma şelalesinden -inişi korkutucu ama varışı serin- baş aşağı inerken sen belki de hayatının en güzel yazını geçiriyordun. Wang Chenxi daha önce; Tayland, Malezya, Singapur gibi civardaki ülkelere gitmiş ve az çok bir yurt dışı deneyimi kazanmıştı. Xiao Ma da katılmıştı bu kısa süreli seyahatlere ama o zamanlar çok küçük olduğu için pek bir şey hatırlamıyordu. Bu yüzden annesi kadar olmasa da heyecanlıydı o da. Meraklı gözlerle etrafına bakıyor, kendilerini havaalanından alan arabadan geçtikleri köprünün halatlarına, pasaport kontrolünün hızından yürüyen merdivenlerin genişliğine kadar her şeyi kendi ülkesindekilerle karşılaştırıyordu.  Annesi ise biriktirmekle meşguldü. Bir defteri yoktu ama balina kadar büyük bir hafızası, deve gibi sabrı ve karga gibi kurnazlığı vardı kadının. Kaydediyor, bazen kafasının içinden başa sarıp baştan oynatıyor, gördüklerini ve işittiklerini tüm teferruatıyla, kiralayacağı evin kusurlarını ev sahibine göstermek ve bu sayede kira bedelinde indirime hak kazanmak için tek tek listeleyen bir kiracı adayı gibi üst üste yığıyordu. Wang Chenxi için Türkiye, gezilip arkada bırakılacak, unutulup bir daha akla getirilmeyecek, fotoğrafları sosyal medyada paylaşılıp beğeni bombardımanıyla tatmin olunacak bir ülke değildi. Bir çocuk ya da bir turist gibi bakamazdı Türkiye’ye. Daha ciddi, daha tutarlı, daha sistematik bir yöntemle yaklaşmalı ve irdelemeliydi karşısına çıkacak kafa karıştırıcı çelişkileri, ilk defa gördüğü için anlamlandırmakta zorlanacağı kültürel farklılıkları, ilk bakışta kendisine tuhaf gelen ama özümsedikçe ete keme bürünecek olan gelenekleri. Sonuçta onun için Türkiye, kocasının anavatanı olması hasebiyle ileride vatandaşlığını alabileceği, oğlu için sıra dışı fırsatların karşısına çıkabileceği, kendi mesleği açısından bile daha az çalışarak daha çok para kazanmanın yollarını deneyebileceği bir ülke olabilirdi. Bu yüzden tecessüs[1] kadar teyakkuzu da elden bırakmamalı, insan zekâsının en nev-i şahsına münhasır hasiyetlerinden birisi olan karşılaştırarak sonuç çıkarma yöntemini sonuna kadar kullanmalıydı.

İlk hafta hepinizi de şaşırtan bir curcuna ve keşmekeşle geçmişti zaten. Ablan, enişten, yeğenlerin üç günlüğüne Eskişehir’den gelmişlerdi. Muhabbet’i bir aylığına ücretli izne çıkartıp, sekiz kişi hep bir arada üç oda bir salon evde tıkış tıkış kalmıştınız. Annen bir zamanlar babanla yattığı odayı yeni evli olduğunuz için size vermişti. Muhabbet’in odasında kendisi geçmiş, eskiden senin kaldığın odada da -hâlâ kitapların ve notlarla doldurulmuş defterlerin vardı bu odada- kız kardeşinle enişten kalmıştı. Bu durumda üç çocuğa da salondaki çekyatları vermiştiniz. Annenin deyimiyle iyi de olmuştu. Konuşsunlar, oynasınlar, kaynaşsınlar, arkadaş olsunlar.  Gerçekten de dediği gibi olmuştu. Daha ilk günden, sen daha ablana ve eniştene karını tanıştırmadan, daha 20 saatlik aktarmalı yolculuğun yorgunluğunu üzerinizden atmadan; çocuklar Uno masasına oturmuşlar, kahkahalar eşliğinde, aradaki dil farkı hiç yokmuşçasına, çocukluğun dokunulmaz dünyasının keyfini çıkarmaya başlamışlardı. Hadi bunu çocukluğun saflığına, kaybedecek bir şeyleri olmamasına, süvarisiz bir attan daha az bir iradeye sahip oluşlarına verebilirdin. Peki ya ablanla Wang Chenxi arasında bir anda oluşan dostluğa ne demeli? Annenle birlikte üç kadın mutfağa bir girmişler, ikisinin de yarım yamalak konuştukları İngilizceyle -annen Türkçeyi yüksek sesle konuşarak ve elleriyle havada resimler çizerek katkıda bulunuyordu bu konvansiyona ama bir şekilde anlatıyordu derdini- sanki kırk yıllık ahbapmışlar gibi hem yemek yapmışlar hem de dedikodunun dibine vurmuşlardı. Geriye bir tek sen ve enişten kalıyordunuz. Siz de, ortak noktaları olmayan insanların son çare olarak yapay anlatılara sığınması gibi, tıpkı yaşıtınız diğer Türk erkeklerinin yolundan gitmeye karar vermiştiniz. Hanımlarınızdan izin alıp yakınlardaki bir kahvehaneye gitmiş, kapının önünde bir masaya oturup sigaralarınızı yakmış, yakut renkli çaylarınızı yudumlarken bir yandan yemeğe çağrılmayı beklemiş bir yandan da değişmeyen, asla da değişmeyecek olan memleket sorunları üzerine beyhude bir sohbetin içine dalmıştınız. Herkes mutluydu, bu yüzden sen de mutluydun. Etrafındaki insanların senin kurmuş ve kurgulamış olduğun nizam içerisinde saadeti yakalamaları, neşeyle dolmaları ve verimkâr zaman geçirmeleri tıpkı uzun bir öykünün sonuna adını, soyadını, tarihi yazıyormuşsun gibi mutlu ediyordu seni. İlk günün akşamı güncene bir şey yazmamıştın ama uyku mahmuru gözlerinle Weixin hesabından kendi kendine küçük notlar göndermeyi ihmal etmemiştin.

Naci: Huzur ilişkilerde, müsamahada, gülüp geçmekte, başkalarının mutluluğuyla mutlu olmakta, çok kasmanın bir anlamı yok. Az olsun senin olsun, az olsun yakınında olsun.

Naci: Unutulmuş bir hayat sevginin yardımıyla nasıl da kolay bir şekilde diriltilebiliyormuş. Anneler…

Naci: Çocuklar yarım-insanlar. Yarım bile değiller. İnsan-altı yaratıklar… Evrimini tamamlayamamış quasihumans… Ha ha ha (Ertesi günün sabahında sildin bu notu.)

Naci: Bir Çinliye nasıl anlatırsın bizim halı kültürümüzü, ben anladım mı ki anlatayım? Hakikaten halı neden var? Bir de bu kadar geniş çorba kültürümüz olmasına rağmen neden geniş açılı çorba kaşıklarımız yok bizim? Çin’den kaşık getirmemekle ahmaklık ettim. Şöyle kısa saplı, yayvan ve sığ kaşıklardan getirseymişim birkaç tane numunelik. Üç-dört çift de yemek çubuğu getirmeliymişim. Sarmalara çatalı batırınca dağılıyorlar. Hele ki beyaz lahana sarmaları, ipek gibi yumuşacıklar. Çubuklarla daha kolay yenilirler.

Naci: Burada su apayrı lezzetli. Havasından mı dağından taşından mı bilmiyorum. Belki de çocukluğumda alıştığım tat olduğu içindir ama su bambaşka Türkiye’de. Şarap gibi lezzetli. İçmeye doyamıyorum.

Devamı yayınlanacak kitapta... 

15 Ekim 2024

A MANIFESTO FOR THE RUNNERS AND WRITERS OF THE 21ST CENTURY*

   


1.      Break your chains, and be free. Running (writing) is about freedom, loosening the bolts and screws that identify us as members of a rigid social hierarchy. To regain your freedom, you first need to leave your devices behind, the devices that wrap your consciousness like invisible threads of a spider. We leave them behind for two reasons. One, they are physically heavy, and cause trouble to your physical movements. Two, they distract your mind, and keep you connected with the world. When you run (write), you run against the world, against your demons, against the people who constantly watch you and expect you to get their approvals.

 2.      Be ready for running (writing). Grab your gear. Shorts, running shoes, a light T-shirt, good socks, a water bottle… Do not run or do another heavy physical activity during the daytime if you plan to run in the evening. Stop creating excuses, and stop succumbing to their alluring calls. The world is full of people and events that want to keep you away from yourself. However, you know the cure is in solitude, it’s in truth. Only when you run, will you realize that “you are not a drop in the ocean, you are an ocean in a drop.**”

 3.      When you come to the tracks (sit on your chair to write), set your goal as a distance. 20 laps, from here to there, 5 km etc… Don’t worry about your time or speed. Time doesn’t exist for runners especially if you are a beginner. All you must do is to reach your goal without stopping. Once you start running, you cannot stop and sit. You can slow down, speed up, and sometimes walk, but no matter how slow you are, you always need to move and finish your goal before you start having rest or chitchat.

 4.      While running (writing), stay away from long conversations. Brief greetings and a few casual words between you and another fellow runner are more than enough. Keep your mind focused on running, let your mind wander on random thoughts. Think of nice things in life, or a conversation you had with your parents a few days ago, or a math problem that you couldn’t solve.

 5.      If you ran 10 laps and then walked 2 laps and then ran another 8 more laps, you basically ran 10 laps on that day. Not 20, not 18. You still reached your goal of 20 laps but you ran only 10 laps. So, running means doing it non-stop from beginning to end. The most important thing is to find your rhythm, your pace, your comfortable speed, and then go with it until the end. If you feel out of breath, slow down. If you feel too relaxed, speed up. You are your own boss, and nobody here has the right to judge your speed. Running very fast for 10 seconds and then stopping for 2 minutes and then running another 20 seconds… This is NOT running. Go slow but go steady, go continuously. Great achievements in life are like digging a well with a needle. It is the same for writing a novel or running a marathon…

 6.      Why do you think this club is called “Creative Writing and Running Club”? Because both of these human activities require the same three things: strong self-discipline, exceptional stamina for long-lasting pressure, and a clear, focused, goal-oriented mind. So, this club is not aiming to train you better runners only, it also aims to make you achievers, not quitters.  Those who quit easily can never get to a good point in life. You need to have self-discipline, stamina for hardship, and a mindset for your goals. Running is a kind of training that will eventually prepare your mind for your future life. It cannot guarantee wins but at least you will learn not to quit a task before you complete it with high quality (without cheating or using the shortcuts).  

 7.      Remember running is not for physical health, it is for mental health. We don’t believe in the Cartesian Dualism of body and mind. Mind is nothing but an invisible part of your body and body is nothing but a physical extension of your mind.  If you don’t feel better after running, that means there is a bigger problem in your life that cannot be solved by running. Running is more like an iron. It can smoothen the creases on your clothes, but it cannot fix the broken parts that need to be patched.

 8.      If you feel nauseous, dizzy, have shortness of breath, or stomach pain (spasms); you must stop immediately, get some water, and rest for 10-15 minutes. Dehydration or heat strokes are extremely dangerous, and they can happen in climates like ours in Shenzhen. Do your best to reach your goal but do not kill or injure yourself. Drinking one or two glasses of water and visiting the restroom before the start of running can be a good idea.  

 9.      When you run on the tracks, be respectful to others. Keep on one lane and once you want to take over another runner, do it with kindness. Don’t push or pull anyone, don’t cut anybody’s way, don’t cause trouble. Remember, it is you and the world only. The others should not occupy your mind and you should not occupy their lanes.

 10.  After running, go home, take a shower, and start having rest. Drink plenty of water and don’t eat a heavy meal. Spend time with your family and friends (preferably offline). Don’t do another physical activity, don’t push yourself too hard. Go to bed early and have a spotless sleep. Next morning, you will feel genuinely fresh and energetic. And happy as well. You are happy because you reached your goal on Friday, so you are better than 95% of the people on Earth who talk, complain, and whine but do nothing tangible to reach their goals. You are a doer, not a quitter! You are a lion, not a Mickey Mouse! One day, when you feel ready, you will run a marathon, and with a medal on your neck, you will look back and read this manifesto again. You will smile with a little bit feeling of nostalgia and thank me. Until that day, keep working for your goals and be proud of yourself… 

                                                                                     October 1st 2024, Shenzhen

** Rumi, 12th century sufi poet from Anatolia.

* A little piece of writing to motivate my students (club members) and to ensure they will come to our Friday afternoon runs, they will run (not walk or stand still) and complete their goals. 

03 Ekim 2024

Sürgünden Öte (7)

  


Yukarıda yazdıklarımı neden bu kadar detayına girerek, bir de senden öğrendiğim basmakalıp tekniklerle niçin bu derece dramatize ederek anlattığımı ben de bilmiyorum. Tamamlamak için aylardır bir taraflarımı yırttığım -Ne kadar zormuş yazmak!- bu metne faydadan çok zararı mı olacak acaba, en başta senin olmak üzere diğer tüm okurların içini mi şişirmiş oldum bu lüzumsuz tali yollara sapmakla? Aramızda bir nebze mütekabiliyet ya da eşitlik olsun diye anlattım sanırım. İçimdeki susmak bilmeyen adalet duygusunun galip gelişi, beni ve planlarımı alaşağı edişi de denilebilir. Bu vakte kadar benim gözümden kendini dinledin, şimdi biraz da benim gözümden beni dinle diye aklımdan geçirmiş olabilirim. Öyle ya, sen böyle evliliğin getirdiği düzenli hayatın renkli nimetlerinden, hiç beklemediği bir anda cennet bahçesine düşmüş bir şapşal gibi nemalanırken; benim hayatımda da tam tersi yönde olayların gerçekleşmiş olduğunu, sen çıkıyorken benim indiğimi, Fizik biliminin tartışma götürmez bir kanununu bir kere daha gözlemle tasdik ediyor oluşumuzu bilmek istersin diye düşünmüş de olabilirim. Ne de olsa hiçbir zaman yüz yüze buluşmayacağız değil mi? Bir masanın iki tarafına karşılıklı oturup senin en sevdiğin Hakka usulü doujiaoqiezi[1]  yemeyeceğiz ya da Barfly’da kirli bir sarı ışığın altında, karşılıklı bira içip amatör gitarcıların gece yarısına doğru yayılan melankolik melodilerini dinlemeyeceğiz. Adımı bile öğrenemeyeceksin, yukarıda verdiğim bilgilerin doğruluğunu kabul etsen ve üniversite kayıtlarını didik didik etsen bile beni bulman, benimle bir araya gelmen, benden hesap sorman imkânsız. Bu metinde duygular ve olaylar gerçek, kişiler ve kurumlar kurmaca. Buna anlatıcı da dahil. Dikkat ettiysen yazdığım şeye öykü ya da mektup diyemiyorum artık, metin diyorum. Anı desek daha mı iyi olur acaba? İyi ama kimin anıları bunlar? Adı bile bilinmeyen, varlığı kuşku götüren, takip ettiği adama sırılsıklam tutulan Çinli bir ajanın mı? Bu satırları müstehzi bakışlarınla okuduğunu ve sol elini, yol verdiğin bir yayaya sallıyormuşsun gibi sallayarak “Bunlar teknik detaylar kuzum, geçelim bu lafazanlıkları.” dediğini duyuyor gibiyim, “Sadede gel, hikâyeye dön, okuru sıkma kendi küçük hayatının küçük sorunlarıyla. Kime ne senin aşk meşk dalgalarından.”

Bölümlerin tamamı ileride yayınlanacak kitapta yer alacaktır. 

30 Eylül 2024

Sürgünden Öte (6)


Ahh o gün, anımsadıkça yüreğimin mangaldaki et gibi cız ettiği; aydınlıkla karanlık arasında, umutla yeis arasında, cesaretle korku arasında gidip geldiğim, havanın bile kafasının karışık olduğu, bir açılıp bir yağdığı o hercai gün. Seni hayatımın neresine koyacağımı bilemediğim, bir an çok sevip bağrıma bastığım, birkaç saniye sonra nefret edip balkondan aşağı attığım o meşum gün. Sen havaalanında heyecanla sıranın sana gelmesini beklerken, senden dokuz kişi arkada sırada bekleyen bir kadın vardı, bilmem hatırlar mısın? Beyaz çiçeklerle süslü, omuz kısmı şişkin, kısa kollu, uzun etekli, açık mavi bir elbise giymiştim. Suratımda hafif bir makyaj vardı, uykusuz gecelerin izlerini silmek için biraz krem ve allık, soluk dudaklarımda belli belirsiz bir sakura pembesi. Kafamın içinde kördüğüm olmuş yolakların tersini temsil edercesine saçlarım uzun, yumuşak ve düzdü o gün, bir de bordo taç vardı , yanları yıldız desenli. Bir ara göz göze bile geldik, dalgınlığıma gelmiş olmalı ki bakışlarımı kısıp yanaklarımı şişirerek, yedi yaşındaki oğlunu okul çıkışında karşılayan bir anne gibi gülümsedim sana doğru. Sen de elindeki telefondan başını kaldırıp, boş gözlerle benim olduğum tarafa doğru baktın. Benim sana gülümseyip gülümsemediğimden ya da gülümsediğim kişinin sen olup olmadığından emin olamıyordun. Arkamdaki bir noktaya -dışarıdaki yağmura?- yarım yamalak odaklandın ama zihninin kancası takılmıştı bir kere bana. Kimdi bu kadın? Neden gülümsemişti sana? Daha önce onu bir yere görmüş müydün acaba? Süpermarkette? Lokantada? Eskiden sıklıkla gittiğin Insomnia’da? Yüzü pek yabancı gelmiyordu aslında! Hayır, hayır, ilk defa görüyordun bu yüzü. Senden birkaç yaş büyük görünüyordu, belki de aynı yaştaydınız. Seni birisiyle karıştırmış olmalıydı. Ama yok, sen de fark etmiştin o gözlerde sana ait bir şeyler olduğunu, sen de anlamıştın bunun anlık bir hatanın içine gizlenmiş uzun soluklu bir mahpusluk olduğunu. Bir çaresizlik, bir umut arayışı, denize atılan şişedeki yalnızlık vardı o bakışlarda. Bunu fark etmiştin ama yapabilecek bir şeyin yoktu. Gelip merhaba diyemezdin bana. Yanında karın, çocuğun, önünde iki aylık bir yaz tatili, gideceğin diyarda annen, ablan, yeğenlerin, arkadaşların... Suçlanacak birisi varsa bu kadın olmalıydı, böyle lambadan çıkan cin gibi karşına çıkıp kafanı karıştıran.

Bölümlerin tamamı ileride yayınlanacak kitapta yer alacaktır. 

Bir sonraki bölüm: Yer Üstünden Notlar: Sürgünden Öte (7) (sessizkuyu.blogspot.com)

24 Eylül 2024

Sürgünden Öte (5)


 Dışarıda ise Çin’i baştan keşfeden, bir ressam gibi kırmızının elli tonunun her birine ayrı bir meyve adı veren, balta girmemiş bir yağmur ormanına hasbelkader düştüğü için hayatında ilk defa gördüğü hayvan ve bitki çeşitliliğiyle başı dönen, dili tutulan, gözleri hayranlıkla yerlerinden fırlayan, meraklı ve çalışkan bir bilim insanı vardı. Xiao Ma ile sık sık konuşmak zorunda kaldığın için ve çocuk senin tüm ısrarlarına rağmen seninle İngilizce konuşmayı reddettiği için Çince konuşma kabiliyetin bir nebze ilerlemişti ve bundan aldığın cesaretle sokaktaki insanlarla iletişime geçmekten, derdini anlatmaktan ya da onların dertlerini dinlemekten daha az çekinir olmuştun. Ayrıca, Wang Chenxi ev işlerinin sorumluluğunu üzerine aldığı ve senin de artık kadın peşinde koşman hukuken olmasa bile örfen yasak olduğu için boş vaktin bir hayli artmıştı. Sebzelerin en tazesini almak için sabah erkenden manav önlerinde tekerlekli alışveriş çantalarıyla sıraya giren ninelerin ve asırlık sandal ağacının altında oturup majiang oynayan üstsüz, tasasız ve dişsiz -ama sigarasız değil- dedelerin arasına karışmıştın adeta. Sıradanlık ilk defa seni rahatsız etmiyordu; bilakis kalabalıklar içinde eriyip yok olabildiğin, kimse tarafından parmakla gösterilmediğin, küçük bir sabun köpüğünün ya da sınırları alabildiğine dar bir yankı odasının içinde ömrünü çürütmediğin için seni gururlandırıyordu üzerine oturttuğun bu yeni mizacın. 11 yıllık bir mücadelenin sonunda nihayet Çin’e varmıştın çünkü öncesinde evinde Türkçe kitaplar okuyup Türkçe hikâyeler yazan, çalıştığı okulda Amerikan müfredatı okutup çoğu vaktini yabancı öğretmenlerle İngilizce konuşarak geçiren bir Naci Bey vardı. Çin sadece evle okul arasında geçmek zorunda kaldığın ölü sokaklara verdiğin addı. Oysa, evlilikle gelen rahatlık ve sıradanlık -Ehhh olsun o kadar değil mi, karının ve seni her saniye izleyen biricik ajanının memleketi sonuçta!- içinden geçtiğin bu sokakların renklerini, seslerini, kokularını ve hatta biraz daha gayretle ruhlarını algılamana yol açmıştı. Kaldırımda yürürken karşıdan gelen ve yiyecekmiş gibi seni tepeden tırnağa süzen yaşlı kadınları, o kocaman Karadenizli burnunu görünce İngilizce konuşabildiklerini belli etmek için bir şeyler mırıldanarak yanından geçen genç erkekleri, senin onlara doğru hızlı ve kararlı adımlarla yürüdüğünü fark ettiklerinde bakışlarını önlerine düşürüp kirpiklerinin gölgesini gözlerinin altına seren utangaç genç kızları, öğlen yemeklerinden sonra Si Hai parkında yürürken sen bir anda karşılarına çıkınca ilk iş olarak çocuklarını kendi bedenlerine doğru çekip şaşkın yavrularının başını okşamaya başlayan genç anneleri, Hong Kong lokantasında karekodu taratmak yerine resimli menü istediğini duyunca kızan ama kızdığını belli edemeyen bitkin garsonları, Guangdong eyaletinin küçük şehirlerinden Shenzhen’a çalışmaya gelmiş temizlikçi kadınların yorgun ama samimi gülümsemelerini, öğlen yemeğinden sonra gölgelik bir yere serdikleri kartonların üzerinde şekerleme yapan inşaat işçilerini, pisuvara işerken boşta kalan eliyle ikide bir kendi kıçına şaplak atan adamları, Alaçinko[1] tuvaletlerde hiç sıkıntı çekmeden işlerini gören, hatta sigarasını içip telefonunda oyununu oynayan aşçı yamaklarını, sırtı sana dönük halde karşı masaya oturan ve iki saat boyunca acaba bana mı bakıyor, bir yerim mi açıldı, iç çamaşırım mı görünüyor gibi yaşlı kız kuruntularıyla sürekli bluzunu ve eteğini çekiştiren ama bir yandan da saçıyla başıyla oynamaktan usanmayan dedikoducu kadınları, içine duman basılmış kovandan kaçan arılar gibi akşamları neredeyse hep aynı saatte ofis binalarını terk eden binlerce beyaz yakalıyı, sabahları egzersiz adı altında baldırlarını ve göbeklerini tokatlayan orta yaşlı yaşam gurularını, eline VIP kart tutuşturup sana 10 saç tıraşı sözü veren ve bunun için senden toplu para alan berberin sen ikinci tıraşını olduktan sonra dükkânını kapatıp sırra kadem basmasını, torunlarına hava aldırmak için sitenin bahçesine çıkaran ama hava çok sıcak olduğu için çareyi klimanın her daim çalıştığı süpermarkete sığınmakta bulan nineleri, parklarda dans eden teyze topluluklarına dahil olmak isteyen ama utandıkları için ışığın en az vurduğu köşelerde sessiz sakin danslarını icra eden dayıları ve önceki hayatında, o bildik oryantalist kibrinin gözünün önüne perdeler çekmesiyle göremediğin daha pek çok ayrıntıyı görür olmuştun. Yine bu zamanda civardaki işçilerin öğlen yemeği yediği ucuz lokantalara gidip onlarla aynı masada yemek yemiş -Karşı masada sessiz sakin bir halde çorba kaşıklayan soluk yüzlü kadın kimdi acaba, hiç merak etmedin mi?-, sırf içinden geldiği için Çin yeni yılında okulun hademelerine ufak hediyeler vermiş, motokuryelerin çalışma koşullarının düzeltilmesi için düzenlenen bir çalıştaya katılmış ve misafir katılımcı olarak bir konuşma yapmıştın. Hatta bu konuşmanın Çince çevirisi sosyal medyada hızla yayılmış, sen tam “yıllardır beklediğim ilgi ve alaka hiç ummadığım bir yerden beni bulacak galiba” dediğin anda, metnin içinde geçen birkaç siyasi atıf malum çevrelerde rahatsızlığa neden olduğu için -buna ben bile mâni olamam maalesef!- konuşma metninin Çince çevirisi tek bir parmak hareketiyle tüm platformlardan bir anda silinmişti.

Bölümlerin tamamı ileride yayınlanacak kitapta yer alacaktır. 

17 Eylül 2024

Sürgünden Öte (4)

                                
 

 Yaaa işte böyle, Naci Hocam. Şaka maka, ilk on yılı devirdik birlikte. Hatıratını yazmaya kalksan senin bile aklına gelmeyecek detaylarla nasıl da süslüyorum öykümü, değil mi? Eh, kendime üstat olarak seçtiğim kişiye bakmak lazım, şanımız ondandır, hürmetimiz onadır, iftiharımız onun peşinden -her anlamda- gidiyor oluşumuzdandır... Senin rahle-i tedrisinden geçtim, sen nasıl ki Orhan Pamuk hakkında konuşurken “Onun yayımlayıp benim okumadığım tek bir kitabı yok.” diyerek hava atmayı seversin, ben de senin hakkında “Senin yazıp yayımladığın ya da bir yerlerde sakladığın ve hatta unuttuğun ne varsa okudum” diyerek kendimle gurur duyarım. Asıl neyi merak ediyorum biliyor musun? Sen bu öyküyü okurken yüzüne yayılan şaşkınlığı, içini dolduran paranoyakça korkuyu, gözlerini bulandıran damlaları, diken olup ayaklanan tüylerini görmeyi ne kadar çok isterdim! Belki o da olur, hele bir bitirelim, son harfe bastığımda kim nereye savrulmuş bir görelim, ondan sonra döner bakarız bu paragrafa tekrar…

Seni bokstan kurtaran şey bu sefer ayağına takılıp bedenini kanalizasyon çukuruna baş aşağı yuvarlayan bir zincir olmadı. O kadar sefil bir haldeydin ki bir daha hayatın boyunca tek bir fiske bile yememen ya da çıplak bir kadının resmine bir daha bakmaman kaydıyla esrar veya kumar bağımlısı olmana bile razı olabilirdim.  Neyse ki evrenin çarklarını kontrol eden mekanizma seni bu sefer lüzumsuz bir çılgınlığın, malayani bir uğraşın peşine salmadı. Bilakis; yılardır hırpaladığı, duvardan duvara savurduğu, şekilden şekle soktuğu o ne istediğini bilmeyen cıvık hamura biraz soluk aldırmaya, nefesini meltem esintileriyle doldurup istikrarı sağlamaya, huzurun en dikensiz yanını ona tattırmaya karar vermişti. Bu yüzden de bir boks maçı çıkışında karşına Wang Laoshi’yı çıkardı. O gün, “Bir kahve içelim mi?” teklifiyle başlayan yakınlığınız Weixin’de saatler süren mesajlaşmalara, birbirinizi uzaktan da olsa anlamaya ve sabahları çalışma masalarına konan ufak hediyelere dönüştü. Seni en çok etkileyen yanı da sana yazdığı uzun bir mesajda “Biz Çinliler, Çin’de yaşayan siz yabancılar gibi şanslı değiliz. Dayak yemek için özel bir çaba sarfetmemiz gerekmiyor. Çin’in kendi vatandaşlarına sunduğu koşullar yumruğunu her sabah öyle bir indiriyor ki karnımıza, akşama yatağa düşüp sızdığımızda kendimize ancak gelebiliyoruz. Ertesi sabah tam iyileştik derken yine bir yumruk, yine cenin pozisyonunda iki büklüm, yine gün boyu sürecek bir sancı. Sonsuz bir döngüde, Deve Xiangzi’den[1] beri değişmeyen kaderimizle baş başayız senin anlayacağın, ya da asla anlayamayacağın… Lao She’yi okudun mu ki?”  cümlelerini kullanmış olmasıydı. O gün onu kendine yakın hissetmiş, onu daha iyi tanımak için çaba sarfetmeye karar vermiştin. O gün aynı zamanda boks salonuna bir daha adım atmama kararını verdiğin gündü. 

Bölümlerin tamamı ileride yayınlanacak kitapta yer alacaktır. 

Bir sonraki bölüm: Yer Üstünden Notlar: Sürgünden Öte (5) (sessizkuyu.blogspot.com)



07 Eylül 2024

Sürgünden Öte (3)


Evliliğe en çok yaklaşacağın ama nihayetinde direğinden döneceğin, kış güneşi gibi umutlandırıp ısıtmayan o delimsirek maceranın başladığı yıldı altıncı yılın. Boyu boyuna, huyu huyuna, suyu suyuna uygun İspanyol bir kız bulmuştun. Tam İspanyol da sayılmazdı ya! Kanarya Adaları’ndandı. Shenzhen’e yüksek lisans yapmaya gelmiş ve şimdilik Çince öğreniyormuş. Bukleli saçları ikide bir kulaklarının arkasından zıplayarak çıkardı da sen nasıl zevkten çıldırırdın, hatırlıyor musun? Omzunun bitip boynunun başladığı yerdeki o minik gölgeli çukur bakmaya doyamadığın, her hareket ettiğinde seni bambaşka haz evrenlerinin kapısının önüne savuran ne bereketli bir pınardı değil mi? Ham fındık yeşili gözleriyle seni süzdüğünde, o zeytinyağı rengi teniyle tenine dokunduğunda, o kolundan yükselen altın sarısı ayva tüyleri en beklenmedik zamanlarda gözüne takıldığında, sen sen olmaktan çıkar, zamanın ve mekânın ötesinde meçhul bir noktada, zebun bedenini tanrısal zevklerin ılık nehrine bırakırdın. Ama en çok da tuzlu çekirdek çitlemekten çilek gibi kızaran dilini senin ağzına sokup sana emdirirken -Dili kopasıca Avrupalı kaltaklar, nasıl da biliyorlar işlerini!- kafan karışır, beynindeki devreler kısa devre yapar, hak etmediği bir güzelliği şans eseri kapısında bulmuş müzmin bir yoksul gibi sonsuz genişlikte bir şenlik moduna girerdin. Kanarya, Çin’in diğer kentlerini ziyaret etmek için bahanen olmuştu. Xian’a, Pekin’e, Şanghay’a, Hangzhou’ya, Xiamen’e, Nanjing’e, Suzhou’ya, Chengdu’ya hep onunla gittin. O şehirleri kendi gözünle gördüğün kadar bir de onun gözüyle gördün. Oraların yemeklerini kendi dilinle tattığın gibi bir de onun diliyle tattın. Birbirinize olan tutkulu bağlılığınız sadece zihinsel bir uyumluluk değildi, tenleriniz de mıknatısın ters kutupları gibi birbirlerine karşı sabırsız, aceleci ve engel tanımazdı. Birlikte geçirdiğiniz ilk yıl toplumsal normlarda delikler açacak, hatta var olan delikleri afaki boyutlarda genişletecek kadar delişmen ve ateşliydi. Gün içinde sokak ortasında öpüşmeler, parkta neredeyse son noktasına varacak olan fiziksel yakınlaşmalar, araba parkının izbe bir köşesinde şipşak düzüşmeler, Dameixia’daki plaja gece yarısından sonra gidip kayalıkların kısmen kapattığı bir kumlukta sahili usul usul öpen dalgaların eşliğinde sevişmeler… Senin bile Kanarya’yı tanımadan önce kendine yakıştırmadığın, başkalarında görecek olsan ayıplayacağın davranışlardı bunlar. İçindeki o utangaç, o tutucu, o yaptığı her hareketi “başkaları ne der?” sorusunun yanıtına göre yönlendiren birisi için devrim niteliğinde değişimlerdi yaşadıkların. Tam olarak da bu yüzden ona, daha önce hiçkimseye bağlanmadığın sağlam bir zincirle bağlanmıştın. Bu zincirlerin seni ürkütmeye başlaması çok sonraları, ateş harını yitirip közlerin sıcağıyla yetinme evresine geçince gerçekleşecekti.

Bölümlerin tamamı ileride yayınlanacak kitapta yer alacaktır. 

Bir sonraki bölüm: Yer Üstünden Notlar: Sürgünden Öte (4) (sessizkuyu.blogspot.com) 

01 Eylül 2024

Sürgünden Öte (2)

 

    


 

Yine de olmadı Naci! Seraplardan başka bir şeyle karşılaşamadım arkanda bıraktığın uzun ince çizginin bitmeyen kıvrımlarında; dizlerim, karnım ve dirseklerim üstünde sürünürken. Kadınlığımın pürtüklü mağaralarında hayalin için dahi olsa sana da yer açtım ama sen bir türlü giremedin o geniş eşikten içeriye. Kimsenin sığamadığı zihnimin dar dehlizlerine o çocuksu cüssenle sığmayı başardın ama her akşam cam gibi parçalanan ve her sabah yeniden toparlanıp tutkalla yapıştırılan bedenime bir adım bile yanaşamadın. Ay ışığının çarpıp yumuşattığı ıslak kaldırımlarda hep senin silüetini gördüm ama sen bir kere bile görmedin beni, varmadın farkıma; çalıştığın okulda karşılaştığın, yıllarca aynı katta çalışmış olmanıza rağmen adlarını öğrenme zahmetine bile katlanamadığın o çıtı pıtı idareci kızlara cömertçe dağıttığın mahcup gülümsemeni benimle bir kere bile paylaşmadın. Tıpkı, doğmamış çocuğumun, doğuma birkaç hafta kala kaybettiğim oğlumun annesinin yüzünü bir kere bile görememesi gibiydi aramızda gerçekleşen met cezir hadisesi. Ben sana yakındım, sen kendinden bile uzaktın. Ben cıvıl cıvıl dünyaydım, sen ıpıssız ay! Ben çömlek gibi şişkin karnına bakıp hayaller kuran anne adayıydım sen varışı müjdelenmiş olan kutlu yüz. Evet, ben onu da aylarca beklemiş, onun bana bakıp gülümseyeceği günü hayal etmiş, bana “anne” diyeceği ânı bedenimdeki tüm hücrelerle arzulamıştım. Ne o bakabildi yüzüme ne de sen! Ne o sevebildi beni, ne de sen! Ondan bana her daim yanımda gezdirdiğim ve hiç büyümeyen altı-yedi yaşlarında, dolgun yanakları soğuk havalarda pembeleşen gözleri ışıl ışıl bir rüya kaldı. Senden ise metruk bir kent, soğuk bir gezegen ve içinde akreplerin ve yılanların cirit attığı ürkünç bir çöl gecesi. Yangzte nehrinin karşı yakasında kalmış topal yavru tavşanlardınız ikiniz de. Sizi takip ederken nehir boyu aşağı yukarı koşuyor, umutla ve sevdayla önüme çıkan çalı çırpıları elimin tersiyle itiyor, tenimi yırtıp kanatan dikenlere aldırmıyor, kimi zaman sizin bana bu derece yakın olmanıza şaşırıyor, ara sıra daralan nehir yatağıyla umutlanıyor ama nihayetinde Doğu Çin Denizi’nde son bulan maceramın makus kaderini değiştiremiyordum. En çok acı vereni de neydi biliyor musun Naci Hocam? Uyku tutmayan gecelerde o altı-yedi yaşlarındaki çocuğun pürüzsüz yüzünün senin tıraşsız yüzündeki beneklerle buluşması, onun yüzünde senin gözlerinin, senin yüzünde onun dudaklarının belirmesi, aklımın başımdan gitmesi ve tüm bu kafa karışıklığının sonunda kendimi, sabahın üçünde balkonun serin demirlerine dirseklerimi dayamış bir halde sessizce ağlıyorken bulmam…

Seni o barda, hiçbir zaman çıkmayacağın seyahatin planlarını yaparken gördüğüm akşam hastaneden taburcu olduğum günden tam altı ay sonrasıydı. Bu kaybettiğim üçüncü bebekti. İlk defa sekizinci aya kadar yaşamıştı bebeğim, ilk defa bu kadar umutlanmış, ilk defa bebek için alışveriş yapmıştım. Olmadı! Ve kocam ve ben tekrar denememeye karar verdik. Ağaçtan düşüp bacağını kıran ve altı ay boyunca çaresizce inim inim inleyen bir yabani hayvan gibiydim. Bedenim bir şekilde zamanla iyileşmişti ama zihnim! Onu ancak sakinleştirici haplarla uyutabiliyor, beynimin guddelerinde yankılanan bebek ağlaması sesini bir nebze kesebiliyordum. Aklımı başka bir şeyle meşgul edersem ruhumdaki bataklık daha çabuk kurur demiştim. İl İstihbarat Dairesi’nin psikiyatrıyla yaptığım üç ayrı görüşmeden sonra benim kaldığım yerden göreve devam etmem için yeşil ışık yakılmıştı. Her ne kadar ilk başlarda seni izlemenin verdiği heyecanla acılarım dinmiş olsa da bir süre sonra bendeki yaranın asla iyileşemeyecek türden olduğunu kavramıştım. Günde üç defa yutulup zihnimi eski bir ayakkabının köselesine çeviren o kırmızı haplara bir de seni eklemiştim, hepsi bu!  Artık mümkün olan tüm vakitlerde peşinde dolanıyor, senin yazdıklarını okuyor, senin çektiğin fotoğraflara -beğenmeyip sildiklerin dahil- bakıyor, dinlemekten bıkmadığın müzikleri dinliyor, bilgisayarında şifreyle kaydettiğin metinleri hayretle karışık bir tecessüsle didik didik ediyor, çok önceden yazmış olduğun öyküleri ve şiirleri okuyup ilham kaynaklarını bulmaya çalışıyor, aldığın soluk, içtiğin su, dalıp gittiğin manzara, boğazından aşağıya inen lokma oluyordum. Ve hep şu soruyu soruyordum kendime: Senin yaran nerede? Hani o yıllar sonra yazacağın anılarının başında bahsettiğin, buraya gelen yabancıların hepsinde var olduğuna inandığın, iyileşmeyen, kurumayan, yok olmayan, sönük bir yanardağ gibi sinsi sinsi çok derinlerde kızıl korlarını canlı tutan yaraların neredeydi? Çok derinlere gömmüştün de sen bile bulamıyor muydun? Yoksa seni gerçek anlamda sevecek, cılız bedenini kollarına aldığı anda karınlarınızın birbirine temas ettiği noktadan bahara tomurlanmış erik ağaçlarının fışkıracağı, emdiğin dudağından ab-ı hayat kaynaklarına kavuşacağın kadına mı saklıyordun sırrını, pek sayın Naci Öğretmenim?

Bölümlerin tamamı ileride yayınlanacak kitapta yer alacaktır. 

Üçüncü Bölüm: Yer Üstünden Notlar: Sürgünden Öte (3) (sessizkuyu.blogspot.com)



21 Ağustos 2024

Sürgünden Öte (1)

                           

 1 – Bana Yalan Söylediler, Bana Yalan Söylediler, Kaderden Bahsetmediler

Naci Azra Arılı’nın dosyasının süper güvenlikli mesaj kutuma düştüğü günü dün gibi anımsıyorum. Sırtımın arkasında Tibet desenleriyle süslü sert bir yastık, kanepenin öteki köşesinde kendi kuyruğuyla amansız bir mücadeleye girmiş olan yavru kedimiz Hundun, radyoda doksanlardan kalma bir sesin söylediği Bu Zhi Shi Peng You, karnımda ise hiçbir zaman doğmayacak olan oğlum vardı. Dışarıda sert bir Temmuz yağmuru kentin beton zeminlerini döverek yumuşatma işine umarsızca girişmişti. Torunlarına yelpaze olmaya ant içmiş diğerkâm babaanneler ve dedeler bacaklarına bir anda üflenen gençlik iksiriyle binaların altlarındaki mobilet parklarına kaçmışlar, gökten düşen her bir damlayla biraz daha harabe hale gelen sitenin ortasındaki yeşil bahçe salyangozların ve solucanların sabırlı bekleyişine kalmıştı. Güvenlik görevlilerinin kaldığı müştemilatın metal çatısına çarpıp sıçrayan su damlaları hare hare ışıltılar saçarak dalgalar halinde bahçenin sınırlarının dışına taşıyordu. Çamaşırları asmak için kullandığımız iki uzun metal sopa balkonun tavanından ağrı beşik gibi sallanarak birbirlerine çarpıyor, gökyüzü kendisine kazık atmaya çalışan seyyar satıcıya çemkiren yaşlı bir teyze gibi homurdanıyor, duman rengindeki bulutlar şenlik günlerinde çatapattan vaz geçemeyen ergen çocuklar gibi göğün ortasında anlık kıvılcımlar çakıyordu…

Ne oldu? Sıkıldınız mı hemen? Zora gelmeye alışmamış, her on saniyede bir aksiyon bekleyen, umduğunu bulamayınca ufak bir parmak hareketiyle bir sonraki eğlenceye geçiveren, sebatsız Z-kuşağı zihninize ağır mı geldi betimlemelerim? Çok mu abarttım basit bir yağmuru? Shenzhen’da[1] Temmuz ayında şiddetli yağmur yağmasından, etrafı selin götürmesinden, hatta trafiğin allak bullak olmasından daha doğal, daha sıradan ve kimilerine göre daha rezil ve kahredici ne olabilir! Ama ben ne yapayım; doğanın kendisi abartıyorsa, çılgınlıklar peşinde koşuyorsa, en yalın haliyle bile uyuşuk ruhları sarsabiliyorsa benim suçum ne! Ben gözümün önünde gerçekleşeni, yüreğimin tellerini titreten sesleri ve görüntüleri, sanki bir daha tecrübe edemeyecekmişim gibi kaygıya yakın bir hisle kaydetmekle sorumluyum. Öyle arzu ediyorum ki sizin içiniz de titresin. Deneyimlediğim bu eşsiz an, zamanı ve mekânı aşsın, binlerce yıl sonra Shenzen’ın adını bile duymamış insanların içinde bir kıpırtıya, bir harekete neden olsun. Bilincimde bir virüs gibi gezinen bu imgeler evrenin ve tarihin ulaşılamaz kıyılarında konuşlanmış başka bilinçlerde yaşasın, ölümsüzleşsin, hep canlı kalsın. İnsanlar benim yazdıklarımı okurken topuklarında bir ıslaklık, omuzlarında serin bir esinti, dudaklarında belli belirsiz bir kaşıntı hissetsinler. Kulaklarında en donuk sevgililerde bile sevişme isteği uyandıracak bir yağmur şırıltısı duysunlar. Fena mı olur yani? Hem edebiyatın bundan başka bir misyonu var mı ki ona odaklanayım, o konuda yeteneklerimi bileyeyim, geliştireyim, yeri ve zamanı geldiğinde sınırlarımı zorlayayım, hatta üzerlerinden atlayıp aşayım! Naci burada olsaydı o da hak verirdi bana. Belki de daha az kelimeyle, daha az kasarak yapılabilecek bir şeydir yazma eylemi. Bilemiyorum. Nihayetinde yazmaya yeni başlamış bir çaylağım ben. Bir tür emeklilik uğraşısı da denilebilir benimkisine, can sıkıntısının ve maddi anlamda rahatlığın beni getirip bıraktığı son nokta. Kâğıt boyamak ya da parkta yaşıtlarımla toplu halde dans etmek bana göre değil! Deniyorum işte, belki ilk ve son öykümü yazdıktan sonra hevesim kaçar, kurtulurum bu dertten. O gün gelene kadar gayretten kısıntı yapmak yok bana. Hem sık görülmez mi yeni başlayanlarda kantarın ayarını kaçırıp işin cılkını çıkarmalar? Olur, olur, hem de âlâsı olur.  Beğenmediyseniz okumamış olun bu paragrafı. Ben de bir daha araya girmem, konuyu gereksiz yere bölmem. Bu durum Latin Amerikalıların Avrupalılara kıyasla daha koyu Hristiyan olmaları gibi bir şey aslında! Analoji yanlış mı oldu? Yoooo! Gayet de isabetli bir buluş oldu, ama konuyu daha fazla deşip ilerletmeyeceğim. Futbolda da iyiler gerçi, oradan da bakılabilir meseleye. Neyse!...

Oturduğum yerden karnı tok bir ayı yavrusu gibi salınarak kalkmış, balkona doluşan su salona girmesin diye kapıyı pencereyi sıkı sıkıya kapatmış, ne olur ne olmaz diye eşiğin bu tarafına kocamın eski giysilerinden birkaçını sermiştim. Sonrasında evin içine dolan derin sessizlik, dışarıdan gelen uğultunun bir anda kesilmesi ve yerini kımıltısız bir yalnızlığa bırakması beni önce biraz şaşırtmış, sonrasında kısmen de olsa rahatlatmıştı. Evet, tek başınaydım; artık telefon kulübesine gazeteci olarak girip Süpermen olarak çıkan Clark Kent gibi, ya da geceleri Mr. Hyde’a evrilen Dr. Jekyll gibi ben de dönüşebilir, içimdeki casusun yakında anne olacak ev kadınını ele geçirmesine izin verebilirdim. En az bir buçuk saat kadar başka bir işle ilgilenmem gerekmeyecekti. Akşam yemeği için buzluktan çıkardığım et mutfak tezgâhında çözülüyor, sitenin girişindeki manavdan aldığım sebzeler sodalı suyun içinde mikroplarından arınıyorlardı.  Kocamın eve gelmesine üç saat vardı. Demek ki doya doya dosyayı inceleyebilir, bana verilen yeni görevin tüm detaylarını ezberleyebilir, hatta bilmediğim bazı konular için internetten bilgi edinebilirdim. Kocamın eve gelmesine 1 saat kala da mutfağa girer; sevecen, çalışkan, güzel ve alımlı eş kimliğime geri dönerdim.

 Ah benim saf kocacığım, ah karısının yaptığı iş hakkında en ufak bir kuşku bile duymayan dünyanın en iyi kalpli, en naif, en mülayim adamı… Etrafındaki herkesi de kendin gibi “dışı neyse içi de odur” olarak gördüğün için seni suçlayamadım hiçbir zaman! Bilâkis, senin gibi olamadığım, tüm hayatım boyunca senden büyük bir sır sakladığım, aralarda yaptığım ufak tefek hatalara rağmen yakalanmamayı başardığım için kendimi suçladığım çok oldu. Hem sadece sen değildin ki benim ikinci hayatımdan bîhaber olan. Ailem, senin ailen, ortak dostlarımız… Herkes beni, oturduğum yerden ufak tefek alışverişler yaparak küçük kârlar elde eden zeki, çalışkan ve hamarat bir kadın olarak bildi. Adım Lai Zi Ran, dışarıda toptan alıp satım işlerini takip eden insan sarrafı bir tüccarım, evde biricik kocasıyla mükemmel bir hayat kurmuş olan döşürüklü bir ev hanımı! Çoğu zaman ben de inanamadım ikinci bir kimliği ağır bir vicdan azabı gibi ruhumda taşıyabiliyor oluşuma. Şu yokuşu da çıkayım, yükümü bırakır, kanatlarımı çırpa çırpa özgürlüğüme kavuşurum dedim ama ne çıkılacak yokuşlar bitti ne de üzerimdeki yükün ağırlığı. İşin tuhafı, bazen televizyonda gördüğüm birbirinden bağımsız iki hayat yaşayan insanları -başka şehirlerde iki ailesi olan erkekleri, muhasebecilik yaparak kazandığı parayla üç çocuk büyütüp bir yandan onlarca masumu öldüren seri katilleri, size çok para kazandıracağım diyerek insanlardan para toplayan asıl işi motosiklet tamirciliği olan finans danışmanlarını, dev salonlarda şatafatlı gösteriler eşliğinde Bitcoin reklamı yapan ve birkaç yıl sonra milyarlarca dolar parayla birlikte sırra kadem basan piramitçi dolandırıcıları…- kendime bile kabul ettiremediğim bir gıptayla takip ettim yıllarca. Nasıl oluyordu da vicdan azabı çekmiyorlardı? Nasıl oluyordu da içlerinde taşıdıkları bu dev sır, bedenlerini ele geçirip çatlaktan sızan siyah sirke gibi dışarıya sızmıyordu? Bu sorunun yanıtını hiçbir zaman bilemeyeceğim. Belki de beni onlardan farklı yapan unsur, tıpkı bir öğretmen, hemşire ya da asker gibi, halkımın refahı için çalıştığıma inandırılmış olmamdı. Kocasını aldatan fettan bir kadın, gizli gizli kumar oynayıp ailesinin servetini çarçur eden bir derbeder, eline geçen tüm parayı uyuşturucuya harcayan bir hergele değildim ben. Görevim kutsal, hedefim net, kalbim temizdi. Bu sonuncusuna inanamadığım zamanlar da oldu ama o kadar kusur siz Türklerin deyimiyle “Kadı kızında da olur!” değil mi? Hem geçmiş karalama defteri mi ki beğenmediğimiz yerleri bulup silelim? Önceki sayfalardan sileceğin her bir cümle ileriki sayfaların tamamının yanıp yok olmasına neden olabiliyor… Bu yüzden kimseye bir borcum yok. İstediğim gibi, içimden gelen tüm sesleri dinleyip tüm renklere kucak açarak, utanmadan, sıkılmadan, her ne kadar küçük bir olasılık da olsa, bir gün gelecek Naci de bu yazdıklarımı okuyacak hayaline tüm kalbimle inanarak yazabilirim bundan sonra.

Önce üç ayrı şifreden, yüz tanımasından ve parmak izinden oluşan güvenlik aşamalarını geçtim. Öyle ki bu şifreleri yazarken bir harfi yanlış bassam sistem beni iki saat dışarıda bırakır. Benzeri bir hatayı ikinci denemede tekrar etsem kendimi Shenzhen İli İstihbarat Daire Başkanı’nın karşısında hesap verirken bulurum. Neyse ki sakar biri değilim, hem zaten sakar olsam bu işi bana niye versinler! Dikkatli, meraklı ve kuşkucuyumdur. Girdiğim bir odada baktığım ilk şey çıkışların nerede olduğudur. Sokakta yürürken nerede kamera var, nerede çıkmaz sokak var, nerede araç girişine kapalı yaya yolu var, hepsini ezbere bilirim. İnsanlarla konuşurken gözlerinin içine bakar, söylediklerinden ziyade söyleyemediklerinden yola çıkarak onların ruhlarını, arşivde karşıma çıkan Tang Hanedanlığından kalma tarihi bir ruloyu inceler gibi derinlemesine tetkik ederim. İyi yemek yaptığım gibi iyi de iz sürerim. Saatlerce hiç sıkılmadan takip ederim hedefimi. Öyle ki bazen, kocamla ya da yakın bir arkadaşımla birlikte alışverişe çıktığımda birisini takip etmiyor oluşumun sıkıntısını yaşarım. Ter basar her yerimi, kafam karışır, uçsuz bucaksız bir okyanusun ortasında ne yöne yüzeceğini bilemeyen bir kazazede gibi gökyüzünden bana bir işaret gelmesini beklerim. Öyle ya, birinin peşi sıra gitmek kolaydır, aklını kullanmazsın, karar vermezsin, herhangi bir ikilemde kalmazsın. Güdümlü bir füzeden tek farkın hedefini yok etmek değildir amacın, bilakis takip etmek, sana lazım olan bilgiyi elde etmek ve hedefinin yaşadığından emin olmaktır.   Söylediğim yalanlar o kadar tutarlı, o kadar inandırıcı olur ki gerçeklikle karışmamaları için ben bile ara sıra kendime notlar gönderir, hangi hikâyeyi hangi amaçla kurguladığımı kendime anımsatırım. Günce diye tuttuğum defter aslında hangi tarihte hangi yalanı kime söylediğimin şifreli kaydıdır. Bir casus olarak en büyük korkum birilerinin bana casus muamelesi yapmasıdır. Biri tarafından adı konduğunda kendi kendini imha eden bir meslektir bizimkisi. Aklımızın bir köşesinde ikinci kimliğimiz, o herkesten sakladığımız sırlarımız vardır. Bir yandan da çocuksu bir hevesle “Keşke etrafımdakilere casus olduğumu söyleyebilsem de dumura uğrasalar, derin bir ohaaaa çekseler, ağızları bir karış açık kalsa.” şımarıklığını ruhumuzun en kırılgan köşelerinde her daim diri tutarız. En yakınımızdakilerin bile bizim yürüyen bir sır küpü oluşumuzu bilmiyor oluşu, yeni alınmış pahalı oyuncaklarını arkadaşlarına göstermesine izin verilmeyen zengin ailelerin şımarık çocukları gibi sıkar içimizi, yeri ve zamanı değilken hırçınlaştırır ruhumuzun derinliklerindeki sakin yeraltı göllerini.

Öyle ya da böyle, biz de insandık nihayetinde, etten ve kemikten ve sabırsızlıktan ve zaaftan ve sadakatten ve ihanetten ibaret, babadan olma anadan doğma evlatlardık. Aklımdan çok geçmiştir kocama sıkı sıkı sarıldığım, boşta kalan başparmağımla hafif hafif onun göğsünü okşadığım kış gecelerinin birinde “Sana bir sırrımı söyleyeceğim ama kızmayacaksın ve kimseye söylemeyeceksin, tamam mı? Ölene kadar aramızda kalacak.” demeyi. Hatta kafamın içinde onun vereceği yanıtları da kurgulayıp birkaç senaryo yazdığım bile olmuştu ilk yıllarda.

-          Sana bir sırrımı söyleyeceğim ama kızmayacaksın ve kimseye söylemeyeceksin, tamam mı? Ölene kadar aramızda kalacak.

-          Çok uykum var, yarın sabah söylersin.

-          Amaan sana da bir şey söylenmiyor…

-         Unutma sakın.

Ya da

-          Sana bir sırrımı söyleyeceğim ama kızmayacaksın ve kimseye söylemeyeceksin, tamam mı? Ölene kadar aramızda kalacak.

-          Dur söyleme, ben tahmin edeyim. Sen aslında genç bir kadın değilsin. Yedi defa bıçak altına yattın ve ıvır zıvır bir ton plastik operasyonla bu hale geldin…

-          Güldürme beni, altıma kaçıracağım!

-          Bildim yani?

 Ya da

-          Sana bir sırrımı söyleyeceğim ama kızmayacaksın ve kimseye söylemeyeceksin, tamam mı? Ölene kadar aramızda kalacak.

-          Senden önce ben söyleyeyim ama kızmak yok. Söz mü?

-          Söz!

-          Bir metresim var ve beş aylık hamile…

-          Hayvan herif. Böyle şaka mı olur?

-          Kız olursa senin adını koyacağız… Ha ha ha… Dur vurma!

Yıllarca bir sırrı içinde acı bir zehir gibi taşırsan ortaya böyle turşuvari bir sonuç çıkıyor işte. Yalnız kaldığım zamanlarda kendimle değil de sırrımla konuşur oldum hep. Uyku tutmayan gecelerde sırt üstü yatıp tavandaki ışık danslarını izlerken, tren istasyonlarında kalabalıktan sızıp sıramı kapanlara gülümseyip kavga etmeyi gereksiz görürken, parklarda sana benzeyen başka yabancıları görüp sırf eğlence olsun diye peşlerine takılırken, akşamları senin peşinde puslu sokakları arşınlarken ve en çok da seni zil zurna sarhoş bir halde yol kenarındaki çalıların dibine kusuyorken görüp uzaktan çaresizce izlerken, arkandan usulca yaklaşamazken, ceplerimde ısıttığım sıcak ellerimle sırtını sıvazlayamazken, kulağına eğilip “Geçti artık, geçti, hepsini çıkardın!” diyemezken…

 Ve işte dosya karşımda, Türkiyeli bir Matematik öğretmeni. Kentin en prestijli liselerinden birisinde işe başlayacakmış. Sadece bununla kalsa iyi. Bir de yazıyormuşsun. Denemeler, şiirler, öyküler falan. Yani saklamasını bilen zümredensin ve dünyaya başkalarının gözleriyle de bakmayı becerebildiğini iddia ediyorsun. İşimiz hem çok kolay hem çok zor desene! Hakkında yürütülen tahkikattan milliyetçi mi, muhafazakâr mı, demokrat mı, radikal mi sorusuna tatmin edici açıklıkta bir yanıt bulamamışlar. Neye inanıp neye karşı olduğunu, ülkemiz hakkında olumsuz düşüncelere sahip olup olmadığını ve bu düşünceleri yaymak için uğraşıp uğraşmayacağını, TTXT[2] hakkında hangi tarafı haklı gördüğünü tam olarak çıkarsayamamışlar.  Liseli gençlerimizin körpe dimağlarını zehirleme potansiyelin olduğu gibi başka amaçlara ulaşmak için işini bir paravan olarak kullanma olasılığın da varmış.  Bu yüzden attığın her adımın izlenilmesi, telefonuna yüklenen casus programla tüm yazışmalarının ve konuşmalarının gözden geçirilmesi, telefonunu bir yere bırakıp sağa sola gittiği zamanlarda da fiziksel takiple kimlerle görüştüğün, kimlerle dostluk kurduğun, kimlerle hangi konularda kavga ettiğin kayda geçirilmeliymiş. Daha önce bana verilen görevlerde Siirtli bir iş adamını, Erzurumlu emekli bir subayı, Kayserili bir gazeteciyi ve son olarak da baba tarafından Yozgatlı anne tarafından Alman bir aktörü takip etmişliğim olmuştu. Bu sonuncusu hariç hepsi monoton, heyecandan ve derinlikten uzak, bitsin diye neredeyse kendimi yakalatma noktasına getirdiğim işlerdi. Tek ilginç yanları bir araya geldiklerinde ilginç bir örüntü meydana getiriyor olmalarıydı. Sanki verilen her görevde biraz daha batıya gidiyor, Çin’den biraz daha uzaklaşıyordum. Senin dosyanın elime geçtiği gün de kendime en çok bu soruyu sormuştum. Acaba bir sonraki görevim Edirneli bir ayçiçeği tüccarı mı olacaktı? Olmadı, bir sonraki görevim olsaydı belki yapmış olduğum bu tahmini sınamaya ve nihayetinde hipotezimi kabul ya da reddetmeye hakkım olurdu ama sen benim son görevim oldun. Yaklaşık 20 yıl süren, okyanuslar kadar derin, Himalayalar kadar yüksek, yanardağların içi kadar sıcak ve kış gecelerinin dinmeyen diş ağrıları gibi sızılı bir görev.

Ahh Naci, seni tanıdığımda 28 yaşındaydın.  Barda tanıştığın o reklamcı kıza dediğin gibi en mükemmel yaştaydın. 6 ya da 496 olamayacağına göre! O gün demiştim içimden “Ne kadar da dangalakça kur yapma teknikleri var bu adamın?”. İşe yarıyor olmaları ise ayrı bir muammaydı benim gibi, araya başkaları girmiş olsa da nihayetinde lise aşkıyla evlenmiş bir kadın için. Seni ilk defa canlı kanlı orada görmüştüm, ben kapının arkasındaki köşede oturmuş limonlu soda içiyordum, sen ise Kanadalı arkadaşınla -hani şu saçları döküldüğü için Geleneksel Çin Tıbbına başvuran bebek yüzlü çocuk- barda oturmuş bisikletle Pekin’e gitme planları yapıyordun. Simsiyah, gür ve kıvırcık saçların vardı. Sakalsız ve bıyıksız yüzünde bir üniversite öğrencisinin mülayimliği ve neşesi okunuyordu. Benden beş yaş küçüktün. Gülüşün, hareketlerin, kıpır kıpır bedeninle, ödevini bitirip kendisini basketbol sahasına atmış bir ortaokul öğrencisinden farkın yoktu pek. Aramızdaki üç dört sandalyelik mesafe bir dolup bir boşalıyordu. Müzik susunca konuştuğun her kelimeyi duyabiliyordum, diğer zamanlarda da hâlâ nasıl o kadar ince olabildiklerini anlayamadığım dudaklarını okuyordum. Haritanın üzerinde parmaklarınla, fethe hazırlanan bir kumandan gibi ilerliyor, yanındaki arkadaşına “Beraber gidersek çift yataklı otel odalarında kalırız, ucuza getiririz seyahati.” gibi heyecanlı laflar ediyordun. Beşinci birayı bitirmiş altıncıyı söyleyecektin ki o kız yanında belirmiş, sizin peçete kâğıdına çizdiğiniz çarpık çurpuk haritaya gözünü dikmişti. Onun bahanesi de birasını tazelemekti ama belliydi niyeti. “Beni gör, benimle konuş, beni avla ki zor elde edilen bir ceylan olayım ve sen de kendinle gurur duy.” diyordu ilgiye muhtaç kadın bedeninin pek de yorum gerektirmeyen diliyle. Ben ise içimden, inanmadığım tanrılara dualar ediyordum o kadından uzak durasın, bu tuzağa düşmeyesin diye. Ama tutmadı dualarım, büyük olasılıkla yeteri kadar inanmadığım için ya da tanrılar beni pek samimi bulmadıkları için. Gerçi sonunda istediğim olmuştu. Kızla iki kere öğlen yemeği yemiş, bir kere de sinemaya gitmiştin. Yemekler neyse de o saçma sapan film neyin nesiydi öyle! Zaten 14. dakikada sızdığını ve filmin son sahnesinde uyandığını telefonundan gelen hareket sinyallerinden biliyorum. Ben bildiğime göre, kocaman bir paket patlamış mısırı tek başına midesine indiren potansiyel yavuklun da çakmıştır herhalde durumu.  Sonrasında da tekrar görüşmemiştiniz. Üzülmüştün biraz. Kızın senin mesajlarına yanıt vermemesine değil de yürümeyeceği baştan belli olan bir ilişkiye bu derece gönül bağlamış olmana. Oysa ben baştan beri biliyordum böyle olacağını, o yüzden sessizce çırpınmıştım olduğum yerde. Neyse ki sarsmadı seni bu o kadar. Hem o zamanlar seni sarsacak şeyin bu tarz yüzeysel ayrılıklar olmadığını bilmiyordum. Başka pek çok konuda olduğu gibi ilişkiler konusunda da aramızda dağlar kadar fark vardı. Aşılması gereken değil de anlaşılması gereken farklardı bunlar. Benim gibi gördüğü ilk çiçeği koparıp saçına takan ve bir daha da bahçedeki bilumum nebatata gözlerini kapayan bir eski dünya sofusundan seni öyle bir bakışta anlamamı beklemek haksızlık olurdu zaten. Ama yılmadım, merak etme. Ne yıldım, ne yoruldum, ne de şikâyet ettim. Debelendim durdum kum tepelerinin sürekli yer değiştirdiği bir çölün ortasında yönümü tayin etmek ve içimi serinletecek vahaya geç de olsa ulaşabilmek için…  

Yine de olmadı Naci! Seraplardan başka bir şeyle karşılaşamadım arkanda bıraktığın uzun ince çizginin bitmeyen kıvrımlarında; dizlerim, karnım ve dirseklerim üstünde sürünürken. Kadınlığımın pürtüklü mağaralarında hayalin için dahi olsa sana da yer açtım ama sen bir türlü giremedin o geniş eşikten içeriye. Kimsenin sığamadığı zihnimin dar dehlizlerine o çocuksu cüssenle sığmayı başardın ama her akşam cam gibi parçalanan ve her sabah yeniden toparlanıp tutkalla yapıştırılan bedenime bir adım bile yanaşamadın. Ay ışığının çarpıp yumuşattığı ıslak kaldırımlarda hep senin silüetini gördüm ama sen bir kere bile görmedin beni, varmadın farkıma; çalıştığın okulda karşılaştığın, yıllarca aynı katta çalışmış olmanıza rağmen adlarını öğrenme zahmetine bile katlanamadığın o çıtı pıtı idareci kızlara cömertçe dağıttığın mahcup gülümsemeni benimle bir kere bile paylaşmadın. Tıpkı, doğmamış çocuğumun, doğuma birkaç hafta kala kaybettiğim oğlumun annesinin yüzünü bir kere bile görememesi gibiydi aramızda gerçekleşen met cezir hadisesi. Ben sana yakındım, sen kendinden bile uzaktın. Ben cıvıl cıvıl dünyaydım, sen ıpıssız ay! Ben çömlek gibi şişkin karnına bakıp hayaller kuran anne adayıydım sen varışı müjdelenmiş olan kutlu yüz. Evet, ben onu da aylarca beklemiş, onun bana bakıp gülümseyeceği günü hayal etmiş, bana “anne” diyeceği ânı bedenimdeki tüm hücrelerle arzulamıştım. Ne o bakabildi yüzüme ne de sen! Ne o sevebildi beni, ne de sen! Ondan bana her daim yanımda gezdirdiğim ve hiç büyümeyen altı-yedi yaşlarında, dolgun yanakları soğuk havalarda pembeleşen gözleri ışıl ışıl bir rüya kaldı. Senden ise metruk bir kent, soğuk bir gezegen ve içinde akreplerin ve yılanların cirit attığı ürkünç bir çöl gecesi. Yangzte nehrinin karşı yakasında kalmış topal yavru tavşanlardınız ikiniz de. Sizi takip ederken nehir boyu aşağı doğru koşuyor, umutla ve sevdayla önüme çıkan çalı çırpıları elimin tersiyle itiyor, tenimi yırtıp kanatan dikenlere aldırmıyor, kimi zaman sizin bana bu derece yakın olmanıza şaşırıyor, ara sıra daralan nehir yatağıyla umutlanıyor ama nihayetinde Doğu Çin Denizi’nde son bulan maceramın makus kaderini değiştiremiyordum. En çok acı vereni de neydi biliyor musun Naci Hocam? Uyku tutmayan gecelerde o altı-yedi yaşlarındaki çocuğun pürüzsüz yüzünün senin tıraşsız yüzündeki beneklerle buluşması, onun yüzünde senin gözlerinin, senin yüzünde onun dudaklarının belirmesi, aklımın başımdan gitmesi ve tüm bu kafa karışıklığının sonunda kendimi, sabahın üçünde balkonun serin demirlerine dirseklerimi dayamış bir halde sessizce ağlıyorken bulmam…

 


[1] “Şıncın” diye okunur.

[2] Tibet, Taiwan, Xinjiang, Tiannanmen

İkinci Bölüm

06 Ağustos 2024

Kişisel Kütüphane

Pek sevgili yeğenlerim,

Malumunuz bu yılki doğum günlerinizde hepinize birer kitap hediye ettim. Büyük bir olasılıkla bundan sonraki doğum günlerinizde de kitap hediye edeceğim sizlere. Yazar ve öğretmen bir amcanız olduğu için bir nebze şanssız sayabilirsiniz kendinizi. Belki de şanslı olanlardansınızdır. Bunu zaman gösterecek, hem de çooook uzun bir zaman... Ayrıca, diğer ihtiyaçlarınızı zaten harçlıklarınızdan biriktirdiğiniz paralarla karşılıyorsunuzdur. Yani, iki-üç ay kullandıktan sonra sıkılıp bir tarafa koyacağınız ıvır zıvır şeyleri istediğiniz zaman alıyorsunuzdur. Ama kitaplar gelip geçici hevesler değildirler. Onlar hep vardırlar, dedelerden ve ninelerden kalma yadigâr hediyeler gibi her daim bizimle kalırlar. Bu yüzden kitaplardan oluşan bir hisarın yegane muhafızı olmanız yolunda şimdiden atacağınız küçük adımlar istikbalinizin ışıltılı yolunda ciddi ve sağlam bir yatırım olacaktır. Nihayetinde hepiniz -en küçüğünüz 15 yaşında- kendi kütüphanenizi kurma yaşına erdiniz. Uzun ve çetrefilli bir yolculuğun ilk adımlarını atıyorsunuz, belki de ilk birkaç adımı çoktan attınız bile. O meşhur toz ve gaz bulutu küreye benzer bir şekle büründü ama her an, bilinmeyen bir kaynaktan beslenen meşum bir rüzgârın etkisiyle bambaşka şekillere dönüşebilir. Dikkatli, özverili ve titiz olmak lazım. Çünkü hâlâ yolun başındasınız; heyecanlı, hırslı ve meraklısınız. Bu heyecan, hırs ve merak ömür boyu en büyük yarenleriniz olacaktır. Bu yüzden ben onları zaten cepte hazır sayıyorum. Gelelim kendine ait bir kütüphanenin bizim için ne anlama geldiğine.

Kendinize ait birkaç rafınız olsun demek istiyorum, bu raflarda sadece sizin dokunabileceğiniz ya da sizin izninizle hayatınızdaki özel insanların dokunabileceği her birinin hususi bir hikâyesi olan kitaplarınız olsun. Bir insanın kendi kütüphanesi onun kişisel gelişiminde, toplumun içinde kendisine bir yer açmasında ve uçsuz bucaksız dünya sahnesinde varoluşunu kanıtlamasında önemli bir rol oynar. Size ait bir kaç raf deyip geçmemek lazım, orada sizi siz yapan eserlere yer verirsiniz sadece. Hani bir laf vardır, bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim. Bu lafın bir muadili kişisel kütüphaneler için de söylenebilir. Bana kütüphaneni göster, sana kim olduğunu söyleyeyim. Okuduğunuz ve dokunulmaz hale getirdiğiniz bu eserler sizin karakteriniz, kişiliğiniz ve duygusal zekânız hakkında pek çok önemli bilgiyi saklar yıpranmış sayfalarında. Onları büyük bir iştahla yine ve yeniden okursunuz, daha önce okuyup da farklı paradigmaların yardımıyla anladığınız yerleri şimdi bir de yeni edindiğiniz deneyimlerin ışığıyla değerlendirirsiniz. Yepyeni ışıklar yanar zihninizin puslu karanlığında. Öyle ki bu kitaplar defalarca okunmalarına rağmen her seferinde ilk defa okunuyormuş duygusu hissettirir okumanın müptelası olmuş insanlara. Bu yüzden kişisel kütüphanenizin ayrılmaz bir parçası haline gelirler. Bir arkadaşınız, çok ısrar edip de bu kitaplardan birisini ödünç aldığında dişiniz çekilmiş gibi bir ağrı saplanır teninize. İkide bir gözünüz kitaplıktaki o boşluğa takılır, tıpkı dilin istemsizce çekilen dişten kalan boşluğa girmesi gibi. Saplanır kalır o kaygan kuytuluğa, kitap geriye gelene kadar da huzur vermez size bu eksiklik duygusu. Uzun yolculuklara çıkarken, sırf yeni bir kitabın riskini almamak için, daha önce defalarca okumuş olsanız bile, bu raflardan bir kitap seçip çantanıza atarsınız. Artık yalnız değilsinizdir, tanıdığınız, iyi bildiğiniz, sevdiğiniz bir dostunuz vardır yanınızdaki koltukta.

Ben öyle yaparım. Karasu’nun “Göçmüş Kediler Bahçesi”si, Tanpınar’ın “Huzur”u, Nabokov’un “Konuş, Bellek”i, Tolstoy’un “Anna Karenina”sı, Durrell’ın “Justine”i, Bowles’ın “Sheltering Sky”ı, Alice Munro’nun “Bazı Kadınlar”ı, Sait Faik’in “Semaver”i, Montaigne’in “Denemeler”i ve benzeri eserler benim kitaplığımın demirbaşlarıdır. Uzun bir seyahate çıkarken çantama bunlardan birisini atarım, kadim bir dost ile eski(meyen) anılara dalmak gibidir bu kitapları mükerreren okumak benim için. Her bir karakterin, her bir olayın, her bir cümlenin hayatımda unutulmayan bir yeri vardır. Bu kitapları kimseye ödünç vermem, arada elime alır sayfalarını çevirir, orta bir yerden okumaya başlarım. Bir çeşit ilham kaynağıdır bu sayfalar aynı zamanda. Unutulayazan düşünceleri ve duyguları, tırpanın samanları havaya savurması gibi ortaya çıkarır, tembel bilincimi o hayati konularda tekrar düşünmeye zorlar ya da taze yaşanmış deneyimlerin ışığında yeni yorumlara yelken açmama vesile olur. Bu yüzden ayrı bir öneme sahiptir kendinize ait bir kütüphaneyi şimdiden inşa etmeye başlamanız. Ben yılda bir kitap hediye ederim size ama siz benim verdiklerimin çağrıştırdıklarıyla yolunuza devam edersiniz. Aynı yazarın başka bir kitabını ya da o kitapta adı geçen bir kitabı satın alır ve sadece size ait olacak bir okuma serüvenini başlatırsınız. Zincirleme bir reaksiyon gibidir bu. Bir kitap ancak başka kitapları okumanıza vesile oluyorsa yararlı olmuştur. Münbit bir toprak parçası gibi sürekli üretmeli, çarkları durmaksızın çalıştırmalı, kendisinden sonra gelecek olanlara yol açmalıdır. Dolayısıyla, kişisel kütüphanenizi kurarken bu ilkeyi aklınızdan çıkarmayın. İlginizi çeken kitapları alıp okuyun, kalenizin surlarına yeni taşlar ekleyin ve duvarları yükseltin. Mutlaka içlerinden beğenmedikleriniz de çıkacaktır. Olsun, doğal ve doğru olan da budur. 

İyi okur seçici okurdur, bu seçicilik doğuştan değil, yıllar süren bir tecrübenin sonucu olarak gelişir, rafine olur, billurlaşır. Bir çeşit mikro-evrimle elenenler elenir, üstte kalanlarla yolunuza devam edersiniz. Yavaş yavaş ne tür metinleri beğendiğinizi, ne tür metinleri okumakta zorlandığınızı ya da okumaktan haz almadığınızı anlayacaksınızdır. Bazı konularda kendinizi geliştirecek, bazı konularda da geliştirmek istemediğiniz için güdük kalacaksınız. Nihayetinde, on yıllar sürecek bir serüvenden bahsediyorum. Okul bitince bir kenara atılacak bir hobiden değil, hayat boyu zihninizi ve yüreğinizi diri tutacak bir alışkanlıktan, sizi içinde yaşadığınız toplumda sıradışı yapacak, etrafınızdakilerden yüzlerce adım ileride tutacak bir özellikten, bir zihin açıklığından, bir olgunluk göstergesinden... İşte tam olarak da bu yüzden kendi kütüphanenizi inşa etmeniz ve ona sadık kalmanız hayati bir önem arz etmektedir. Okuyan, okuduğunu anlayan ve eleştiren, okuduklarından yola çıkarak içinde yaşadığı evreni ve toplumu her saniye zihninde yeniden inşa eden, anlamlandıran ve yorumlayan bir dimağ olmak 21. yüzyılda başarılı olmak için en gerekli teçhizattan birisi olacaktır. Nitelikli metinleri okuyamayanlar harc-ı alem olmuş basitliklerin peşinden gitmeye ve hayatları boyunca sürünün pasif bir üyesi olarak yaşamaya mahkûmdurlar. Bu nedenle de nitelikli edebiyatın en temel unusurunu tanımak, kavramak ve hayat boyu seçtiğimiz kitaplara bu kriterleri uygulamamız olmazsa olmaz bir koşuldur.

İster Latin Edebiyatı’nın büyücü gerçekçiliğine hayran kalın, ister Kuzey Avrupa’nın soğuk ve acımasız korku hikâyelerine... İyi edebiyatın ilkeleri az çok aynıdır, binlerce yıldır değişmemiştir. Güncel olayların kısır döngüsüne odaklanmaz nitelikli metinler, basmakalıp cümlelerden uzak durur, kelimeleri dikkatli kullanır ve en doğru yerde en uygun boşluğa yerleştirir, tirübünlere değil de geleceğe, yani sonsuzluğa hitap eder, insanın makus kaderini -zaaflarını, faniliğini, cehaletini, iradesizliğini...- deştikçe deşer. Bugün üzerinden yüzyıllar geçmesine rağmen neden Baki’yi, Shakespeare’i, Cervantes’i, Montaigne’i hâlâ okuyoruz? Çünkü bu yazarlar insanın değişmeyen yanlarına odaklanmışlardır. Hırsına, hevesine, acısına, kibrine, sevincine, huzuruna, korkusuna tutmuşlardır merceklerinin odak noktasını. Ve insan yüzyıllardır, hatta bin yıllardır aynı değişmeyen hataların ve sevapların bir ürünü olarak, tıpkı binlerce yıl önce yazılmış olan Gılgameş Destanı’nda ya da İlyada’da olduğu gibi bitmeyen hedeflerin ve arzuların kurbanı olmaktan kurtaramamıştır kendisini. Üzerimizdeki elbiseleri değiştiririz ama içimizde doğup batan kızgın güneşi asla değiştiremeyiz. O güneş bizim özümüzdür ve yeryüzünde yaşamış ve yaşayan tüm insanları çelik zincirlerle birbirine bağlar. Bu yüzden, eğer iyi bir okur olma yolunda taviz vermezseniz, nitelikli edebiyat bir süre sonra sizin raflarınızı bulacak ve sizi kış geceleri sıcak tutan kalın yorganlarınız gibi sarıp sarmalayacaktır. Bunu unutmayın, kendinize kurduğunuz o minik krallıkta güzel, doğru ve hakikat yıldızları, yani sanatın değişmeyen üç ilkesi her daim parlayacaktır.

Edebiyat yolunda bahtınız açık, gönlünüz zengin, zihniniz hep aç olsun... Unutmayın, nitelikli edebiyat okunmaz, sadece ve sadece “tekrar okunur”. Ve yine unutmayın iyi bir okurun en temel göstergesi okurken yanında bir sözlük bulundurmasıdır.

Kişisel kütüphaneniz şimdiden hayırlı uğurlu olsun. 


Amcanız Ali Rıza Arıcan – 4 Ağustos 2024 – Maltepe, İstanbul 

 

Haşiye: Bu mektubu da en az iki kere okuyun. İlk okumada kaçırdığınız yerler mutlaka olmuştur...