Bu Blogda Ara

12 Haziran 2024

Yurt Dışında Yaşamak: Heba vs Nema


 İki hafta kadar önce Shenzhen'deki okuma grubumuzun müdavimlerinden -zaten benimle birlikte üç müdavimi vardı, bir tanesi vefat etti- birisiyle buluştuk. Amacımız hem hal hatır sormaktı hem de daha önce birbirimize ödünç verdiğimiz kitapları iade etmekti. Uzun uzun konuştuk tabii; edebiyatı, yaşamı, içinde bulunduğumuz ülkenin koşullarını, geride bıraktığımız (bırakamadığımız) ülkemizin dertlerini... Bir ara konu, gurbette türlü yalnızlıklar içinde yaşayarak acaba hayatımızı heba mı ediyoruz sorusuna geldi. "Hocam" dedi, gençliğinin verdiği heyecanı saklamayan gözlerini kocaman kocaman açarak, "Ömür bu sonuçta, geldi geçiyor. Biz bu yaban ellerde sağa sola koşturarak günlerimizi geçiriyoruz; gençliğimizi, gücümüzü, diriliğimizi harcıyoruz ama ileride arkamıza dönüp baktığımızda derin bir pişmanlıktan başka bizi ne bekliyor olacak?" O gün de tazesiyle konuştuk ama yetmemiş olacak ki akşam eve gidip sular durulunca bu soru zihnimi daha çok meşgul etmeye başladı. Hani Ahmet Kaya diyor ya şarkısında, "Hep sonradan gelir aklıma, hep sonradan..." Benimkisi de o hesap. Hem zaten yazar kısmısına başka türlüsü de yakışmaz. Yazan insan, akıntısıyla sabahtan akşama kadar sürüklediği çerin çöpün ağırlığından dolayı gün batımıyla yavaşlayan, durma noktasına gelen su gibidir. Durur ve ayıklar içindekileri. İşe yaramazları atar, işe yarayanları bir kenara kor, ileride lazım olur diye. İşte ben de öyle yaptım. Oturdum yazdım... Hatta yazdıktan sonra metni ona da gönderdim, üzerinde şakalaştık biraz. Aşağıdaki metin ona gönderdiğim halinden az biraz farklı. Azıcık daha işledim bazı yerleri, süs alabilecek yerleri süsledim, -Ehh, er meydanına çıkıyoruz, o kadar olacak!- biraz daha çeki düzen verdim ama temeldeki üsluba ve anafikre dokunmadım. Buyurun, uzun sürmüş bir günün akşamının acı meyvesinden bir ısırık da siz tadın... 

***

 Yıllar önce, yani 2000li yılların başlarında, Tayland’ın küçük bir kasabasında öğretmenlik yaparken mektuplaşmayı severdim. O zamanlar elmek (bir hotmail hesabım vardı 2 MB’lık) tabii ki vardı ama mektuba inanan insanların inadı henüz tamamıyla sönmemişti. Ulaş'a, Orhan’a, Cem’e, İbrahim’e, Şeyhan’a ve Fatih’e mektuplar yazardım, kartlar atardım. Onlar da bana yazardı. Orhan, içine şair kaçmış matematikçi ruhuyla döktürürdü mektuplarını. “Cogito” derdi -beni hâlâ fakülte yıllarından kalma bu takma adla çağırır-, “Her tohum her toprakta yeşermez. Git toprağını bul, seni yeşertecek münbit toprağı, filizlenince seni koruyup kollayacak ılık rüzgârı, başını okşayacak ve seni büyütecek güneşi bul...” Bu minvalde laflar ederdi. Ben daha o zamandan kararlıydım zaten tutunmaya. Tayland olmazsa Vietnam, Vietnam olmazsa Çin... Bir yerde bir şekilde birileri beni anlayacaktı, eninde sonunda yazdıklarım bir duvarda yankı bulacak ve ben de hayatımı evinden, dilinden ve kültüründen uzakta boşuna yaşamamış olacaktım. 24 yıl geçti, 24 yıldır yazıyorum. 9 kitabım yayımlandı. Nereye vardım? Hiçbir yere. 9 tane sadık okurum çıkmaz tüm Türkiye'yi bir uçtan diğer uca gezsek. Hiçbir yere varamadığım gibi ödediğim bedel de yanıma kaldı. 24 yıl boyunca edindiğim dostluklar hep kısa süreli oldu. En sıkı arkadaşlarım, hafta sonu bisiklet turlarına çıktığım, birlikte başka ülkeleri gezdiğim, birlikte koştuğum, birlikte sarhoş olduğum dostlarla yollar bir bir ayrıldı. Nerede şimdi onlar? Bir selam versem 10 gün sonra yanıt verirler. Eninde sonunda yine aile ve anavatanındaki dostlar kalıyor geride. Diğerleri hep geçici, ilk yol ayrımına kadar kol kola, sonrasında gözden ırak gönülden ıpırak. Aile de ayrı bir muamma.  Kan sonuçta, önüne geçemiyorsun. Eninde sonunda yakalıyor seni yakandan. Kaçıp saklanamıyorsun bir yere. Bir gün ben de elden ayaktan düşersem yine onlara muhtaç olacağım diyorsun. Başka her şey fani, bir tek ailenin verdiği sıcaklık samimi ve gerçek diyorsun. Bir de yaşlanıyoruz, sadece onlar değil, ben de yaşlanıyorum. Yaşlandıkça daha da duygusallaşıyorum. Bazen kendimi saçma sapan bir konuda durduk yere hüzünlenmiş halde yakalıyorum. Bir arkadaşın benim daha önce hiç görmediğim kedisi öldü diye ağlayabiliyorum mesela. Hani olur ya filmlerde, kendi cenazesini hayal edip hüngürdeyenler. Anne babanın yaşlanması daha can sıkıcı durumlar yaratıyor tabii ki. Sağlık sorunlarının nüksetme sıklığı artıyor. Eskiden ayda bir, bazen iki ayda bir arardım bizimkileri, şimdilerde haftada birkaç defa aramam gerekiyor. Bir yanım hep tetikte, felaket gelirse hazırlıklı olayım diye bekliyorum, serhat boylarına gönderilmiş askerler gibiyim açıkçası. Dostların durumu ise biraz daha farklı. Onlarda özlediğim gençliğimi buluyorum sanırım, 25-30 yıl öncesinin şen şakrak, deli dolu Ali'sini, gerçekte değişen anılarda değişmeyen kendimi, anıların geçtiği ama artık var olmayan sokakları, binaları, sınıfları buluyorum eski dostlarla geçirdiğim vakitlerde. Yaz buluşmaları bu eski günleri bulamamanın hüznünü ve hayal kırıklığını da taşıyorlar bir nebze. Yaz buluşması oluveriyor yas buluşması. Neyse, oraya girmeyelim şimdi. 

Geçiyor işte günler, aileden ve dostlardan uzak; iş, eş, aş üçgeninin içinde köşe kapmaca oynayarak. Her biri bir öncekinin aynısı, farklı olanı düşünmeye ve tasarlamaya takatim yok. Gelecekte yaşanacak güzel günleri görmek adına erteliyorsun bu günleri güzel yaşamayı. Çalmadığı halde yanımda taşıdığım bir telefon en yakın arkadaşım artık. Herkesin en yakın arkadaşı telefonu aslında, farkında değiller. Bir gün döneceğim hayali. 24 yıldır aynı hayalle tüketilen bir ömür. Yağmurun Durmasını Bekleyen Adam'ın ta kendisiyim. Ya farkında değilim durumun vehametinin ya da farkındayım ama darağacına gönderilen mahkûm gibi bîçareliğime razı olmuşum. Döneceğim, döneceğim, döneceğim... Nereye döneceksin, bir kere denedin, gördün gününü. Dönülecek bir ülke yok artık senin için. Dönülecek bir ev yok. En fazla ziyaret edersin çocukluğunu, gençliğini. Gerisi boş bir hayalden öteye gidemez. 47 yıllık hayatının 24 yılını Türkiye’de, 23 yılını yurt dışında geçirmişsin. Seneye 24-24 olacak. 2026 yılında da yurt dışı öne geçecek... Hem sanki seni bekleyenler var Türkiye'de, yolunu gözleyenler, gelse de bir tavla çevirsek diyenler. Uzaktan seviliyorsun -kutup ayıları gibi-, ayarını kaçırma, haddini bil. 

Heba oldu mu geçen 23 yılım? Bu 23 yılı Türkiye’de geçirseydim farklı olurdu elbet. Bambaşka birisi olurdum. İstanbul’un sokağıyla, gürültüsüyle, curcunasıyla, tantanasıyla; kuruyemişçilerin önündeki leblebiler gibi kavrulur, derimin üstünde görmüş geçirmişliğimin nişanı olarak küçük siyah benekler biriktirirdim. Yığınla arkadaşım olurdu, hayatın her kesiminden: bakkal, manav, börekçi, kasap, nalbur, tamirci.. Edebiyat dünyasından insanlarla tanışır, aralarına sızar, olur olmaz konularda ahkâm keser, yazdıklarımı okuturdum. Söyleşilere, sergilere, sinemalara giderdim. Büyük olasılıkla yüksek lisans ve doktora yapardım. Şimdiye profesör olmuştum. Yurt dışına yine çıkardım ama bilet paramı beni davet eden okullar öderdi, ya da beni konferansa gönderen kurumlar... Eşim Türk olurdu, belki çocuklarımız da olurdu. Onların eğitimiyle ilgilenirdim. Türkçeyi daha yavaş konuşur, daha çok okur, daha kötü yazardım. Annemi babamı haftada en az bir kere görürdüm, üzerine yoğurt dökülmüş lahana sarmalarını ve kabak dolmalarını bıkana kadar indirirdim boğazımdan aşağıya. Eşim Türk yemekleri yapardı, haftada en az bir kere mantı, bir kere de musakka, göbeğim bir cumba gibi çıkardı öne doğru. Koşmayı, dağ yürüyüşü yapmayı ya da et yememeyi büyük olasıkla hayatımda hiç denemezdim. Haftada bir rakı içerdim. Yanında beyaz peynir, kavun, kızartmalar, en çok da patlıcan ve kabak.. Cuma namazlarına da giderdim. Hutbeyi dinler, kendi kendime değişeceğime dair sözler verirdim. Eşit muamelede bulunurdum her iki tarafa da yani. Bir ayağım dünyada olurdu diğer ayağım ukbada. Akrabaların cenazeleri için işyerinden yılda üç dört kere izin alırdım. Tabutu sırtlardım. Kuzenim S. Abi’nin mezarına girer, kefenin altını sağlamlaştırırdım. Ölüm haberini duyunca odamda hüngür hüngür değil de mezarın başında sessizce, gözyaşlarımı içime akıtarak ağlardım. Köyün derneğine takılırdım. Orada kendimi dinletirdim. Çocuklara ücretsiz İngilizce ve Matematik öğretirdim. Zırt pırt telefonumu çaldıran arkadaşlarım olurdu. Dedikodu yapardım. Futbolu takip ederdim. Fenerbahçe’yle aramı açmazdım. Belki maça giderdim. Futbol olmasa, basketbol, o da olmasa voleybol... Zehra Güneş’le bir fotoğraf çektirirdim. Belki kendi işimi kurardım, ilerletirdim, büyürdüm, paraya para demezdim. Ya da tam tersine iflas eder, beş parasız kalırdım. Ailemin yüz karası olurdum. Hanım beni boşardı, çocukları da alıp babasının evine giderdi. Ben tek başıma, ellime birkaç yıl kalmışken, sahanda yumurta ve makarnayla akşam yemeği yerdim. Modaya uyup sakal bırakırdım, otobüs duraklarında sigara içip, kapı kapanmadan hemen önce son bir soluk verip otobüse öyle binerdim. Beyaz atlet giyer, bahçede ya da piknikte mangal yapar, parmak uçlarımı yaka yaka tüm aileyi doyururdum...

İşte bunların hiçbirisi olmadı. Onun yerine yurt dışında yaşadım. Aralıksız 24 yıl öğretmenlik yaptım. Kimsenin okumadığı ve okumayacağı kitaplar yazdım. Yığınla blog yazısı yazdım, yayımladım. Ödüller aldım. Çeviriler yaptım. Sayısını bilmediğim kadar yarı-maraton koştum, sağlam ve yoğun dostluklar kurdum her ne kadar bu dostluklar zaman sınavında elenseler de. Yüzlerce, belki birkaç bin öğrenci yetiştirdim. Evlendim, çocuğum olmadı ama kedilerim oldu, köpeğim oldu... Sevdim, sevildim, hayran oldun, hayran olundum, güldüm, eğlendim, zil zurna sarhoş oldum, âşık oldum –yanlış zamanda yanlış kişilere-, kalbim paramparça oldu, hasta oldum, kıskandım, beğenildim, hakarete uğradım, görmezden gelindim, ama hep yazdım, ne olursa olsun yazmayı bırakmadım... Heba olmadı, hayır. Belli bir bakış açısıyla bakınca değil "hebalanmış", "nemalanmış" bile denilebilir. Yine ben iyi değerlendirdim. Bir yerlere gelemedim ama bir yerlerde tutundum. Daha ne yapayım. Benden bu kadar. Bundan sonrasında da değişecek değilim. Yazmaya, üretmeye devam. Yılmak yakışmaz bizim gibilere. Okunmazsa okunmaz. Onlar kaybeder, ben ne yapayım yani. Kendimi hırpalayacak, duvardan duvara vuracak değilim ya onlar beni okumuyor diye! Umut her şeye rağmen güzel şey, yaşamayı değerli kılıyor. Ürettiğim, öğrettiğim, birilerine yararlı olduğum sürece gocunacak, kendimden nefret etmeme neden olacak bir gerekçe yok gibi. Buraya kadar gelmişim, bundan sonrası zaten yokuş aşağı. Bir şey yapmasam bile ömrün kalan kısmı kolay geçecektir. Hedef 40 yıl öğretmenlik. Sonrasında da emeklilik ve emeklilik yıllarında yine yarı zamanlı ders vermek. Hedef sınıfta ölmek aslında. Bugün yemekte Biyoloji hocasına dediğim gibi, nasıl ki bir askere yatakta ölmek yakışmaz, gerçek bir kahraman gibi savaş meydanında ölmesi gerekir, ben de bir öğretmenin savaş meydanı sayılan sınıfta vermek istiyorum son nefesimi. Hani böyle bir denklemin ortasında, x’i bulmuş, y’ye doğru ilerlerken dursun kalbim. Çocuklar biraz korkarlar ama olsun. Ölümden daha büyük ders mi var bu dünyada? Öylece gideyim işte, iki bilinmeyenli bir denklemin tam ortasında... Pun intended :D 


Haşiye: Tepedeki fotoğrafın konuyla bir ilgisi yok. Fotoğrafsız gitmesin dedim. Çekildiği yer Changzhou, parkın yanındaki tarihi köprüden Tarakçılar Sokağı'na bakarken. 

1 yorum:

  1. Harika bir yazı olmuş. Türkiye'nin tüm profillerini , bir yazar olmanın tüm iniş çıkışlarını, duyguyu, 2 sayfaya sığdırmışsınız. Yazının girişinde kendimi buldum. Konuşmayan , yazan biri... Sevgiler🌷💗

    YanıtlaSil