Bu Blogda Ara

10 Haziran 2024

Yaz Yağmuru Üzerine

                                                   

  

Yaz Yağmuru’nu okumayı iki gün önce bitirdim. Sanırım bu üçüncü okumam oldu. Öyküyü ilk defa bu okumada hakkıyla anlamışım gibi bir duyguya kapıldım desem abartmış sayılmam. Sanki daha önceki okumalarım otobüste ayakta giderken ya da sınav gözlemi yaparken vakit geçsin diye yapılmıştı. Hayır, ilk iki seferde de çok sevmiştim bu öyküyü, hayranlık duyarak okumuş, Tanpınar’ın üslubundaki zerafete bir nebze imrenmiş, hatta büyük oranda kıskanmıştım. Zaten nitelikli edebiyat yapıtlarının sırrı  biraz da bu dizginlenemeyen duygularda gizlidir. Mükerreren okunsalar da bıktırmazlar, her seferinde ilk defa okunuyormuş hissini okuyucuya tattırırlar ve en önemlisi, çok katmanlı ve aşırıyoruma açık olmaları yönüyle okurun yaşı, cinsiyeti, hayat deneyimi, ideolojik konumu ve benzeri kimlik belirleyicileri değiştikçe metin yeni anlamlara ve tezahürlere bürünür. Nasıl ki bir gülün dış çevrelindeki birkaç yaprağı koparıldıktan sonra ortaya çıkan yeni gül canlı renkleriyle, narinliğiyle ve tazeliğiyle bizi kendisine tekrar hayran bırakır, iyi edebiyat metinleri de yazarın içine gizlediği efsunlu tabakalar birer birer söküldükçe, insanda tarifi imkânsız coşkulara ve mutluluklara sebep olacaktır. Birden fazla çözümü olan bir labirent gibidir iyi tasarlanmış ve uygulamaya konmuş edebiyat çalışmaları. Her yeni denemede daha önce fark edilmemiş daha derunî kapılar keşfedilir, bu kapılardan ağızları karanlık ama dipleri cıvıl cıvıl olan hayat dolu dehlizlere, ışığın her daim türlü manevralarla mevcudiyetini hissettirdiği ıssız kuyulara, camgöbeği ışıltıların kayaların ıslak yüzeylerinde fütursuzca dans ettiği sualtı mağaralarına ulaşılır. Tatlı bir rüyayı andıran bu hayali mekânlardan çıkmaz istemez insan, uyanıp da gerçeğin mat ve pürtüklü yüzeyiyle göz göze gelmek istemez. Bu yüzden bu tür eserler, biter bitmez insanda “Bir daha okuyayım, belki bir şeyleri kaçırmışımdır.” gibisinden bir duyguyu yaşatır. İlk defa birbirinden ayrılan genç âşık çiftlerin yaşadığı özlemi, eksiklik ve tatmin olmamışlık duygusunu ve sönmemiş arzu ateşinin tende bıraktığı ince acıyı hissettirir.     

Yaz Yağmuru aslında Tanpınar’ın daha çok bilinen kült eserlerinden (Huzur, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Sahnenin Dışındakiler) pek çok unsur barındıran bir yapıt. Yazmakta olduğu tarihi roman için İstanbul’un kütüphanelerini arşınlayan orta yaşlı bir adam vardır bu öyküde. Mümtaz’ın evlenip, iki çocuk sahip olmuş ama Huzur’daki huzursuzluğundan pek de ödün vermemiş halidir Sabri. Eşiklerde geçen bir hayat, kararsızlık, her cümleye sızan bir teyakkuz hali, her eylemini saran mütereddit bir zihin; yine okuyucunun içini şişiren, kabz ve bast arasında mekik dokuyan, adeta içinde yaşadığı toplumun tezatlarını her an bünyesinde barındıran ve zırt pırt tıkandığı için yarı mefluç bir halde yaşamını idame ettiren bir kafa yapısı. Daha ilk sayfada Sabri’yi Hacivat ve Karagöz’le konuşturur Tanpınar. Bunu yaparken okuyucuya, sıradan bir öykünün içine girmediğini ve her an tetikte olması gerektiğini hatırlatmaktadır aslında. Ey okuyucu der babacan tavrıyla, dikkatini ver, başka şeylerle uğraşmayı bir kenara bırak, sadece benimle ilgilen diye fısıldar kulağımıza. Sadece zahirin değil, bâtının da dile geldiği “tatlı bir işkencedir” bu okuyacağın öykü. Zihninde karakterler yaratıp onları konuşturan Sabri, aynı zamanda “kenarları billurdan” aynaya sığdırılmış binlerce Tanpınar yansımasından bir tanesidir. Dolayısıyla okuyacağımız metin Tanpınar’ın değil de Sabri’nin uzun vakit alan roman projesine -bir ömür boyu süren aile sergüzeştine- ara verip, kısa bir nefes almak için kurguladığı önemsiz bir kaçamaktır da aynı zamanda. Tanpınar’ın şu cümlelerle ifade ettiği bir hayal kurma halidir: Bütün varlığı, bu kapanık havada tıpkı bahçenin son gülleri gibi, her türlü gerçek fikrini reddediyor gibiydi. Bir insandan ziyade bu bahçenin bir köşesinde bu güzel yaz gecesinden kalmış bir rüya olabilirdi.      

Öykü, adını çok sonra dolaylı bir yoldan öğreneceğimiz Fatma adlı genç bir kadının Sabri’nin boğaz kıyısındaki (Beylerbeyi) evinin önünde, ıslanmış ve üşümüş bir halde belirmesiyle başlar. Hacivat’ın “Benim mecanin taifesiyle işim yok. Ben Karagöz gibi âkil zevat isterim.” diyerek bize ipucu vermesi de kadının gerçekliği hakkında aklımıza ilk kuşkuyu düşürür. Kadının, adeta lambadan çıkan cin gibi evin kapısında bir anda belirmesinin bir tesadüf olmadığını, bahçeye ve içindeki eve -en azından yanmadan önceki haline- aşina olduğunu, imâlı konuşmalarından az biraz anlarız. Sabri’nin iyi niyetle evine davet ettiği bu gizemli kadın içeriye adımını atar atmaz sadece ev sahibini değil, okuyucuyu da ürkütecek nitelikte cesurca hareketler sergiler. Su, saflık, pınar, deniz, temizlenme, günahlardan arınma gibi imgelerin sıklıkla işlendiği öyküde, Fatma’nın attığı her bir cesur adım karşısında Sabri’nin sergilediği motoru bozulmuş geminin kayalara doğru sürüklenişini andıran çaresizliği ve işleri oluruna bırakmışlığı okuyucuyu türlü şaşkınlıkların ortasına salar. Sabri, ömründe ilk defa gördüğü bu kadını, kurulanması ve üstünü değiştirmesi için yatak odasına gönderir. Zaten daha bu noktada okuyucu olarak inanması zor bir serüvenle karşı karşıya kaldığımızı anlamış oluruz. Bu sahneden az biraz sonra kadının, Sabri’nin karısının elbiselerinden birisini giymiş bir halde odadan çıkması, okuyucuda ister istemez derin bir “Yok daha neler, bu kadarı da olmaz, olamaz!” tepkisi yaratacaktır. Oysa Fatma yaptığı her şeyi kendisine has bir doğallıkla, sevecenlikle ve samimiyetle yapmaktadır. Tarihin ve geleneklerin dışından, belki birkaç yüzyıl sonrasından ışınlanarak gelmiş bir rahatlığı, kalıplara sığmayan bir adamsendeciliği vardır. Sabri’nin kelimeleriyle “Kırk yıllık ahbapmış, hatta daha yakın, sanki hakikaten müşterek bir hayatları varmış gibi davranıyordu.” Sabri, içindeki uysallığı, boyuneğmişliği ve kabullenmişliği yenebilmek için Fatma adında cilveli, yerinde duramayan, adeta haylaz bir çocuk gibi sürekli sağı solu kurcalayan bir kadın yaratmış gibidir. Fatma’nın arkaik metinlerde kadına biçilen kaostan, isyandan ve akıldışılıktan sorumlu olduğunu, öyküde bu rolü üstlendiğini ve Sabri için de az çok benzeri anlamları omuzlarında taşıdığını aşağıdaki kısacık konuşmadan anlarız.  


-        Zaten evde kadın bulunmadığını anlamıştım, dedi.

-        Nereden anladınız?

Genç kadın aynadan doğru cevap verdi.

-        Eşyada mukavemet yok. Kadın olan evde bu kadar uysallık olmaz.  

      Bu konuşmadan hemen sonra kendisine biçilen role doğru ilk adımını atar Fatma:

Sabri karısının ve çocuklarının resimlerini onun elinde görünce sanki evi, saadeti, her şeyi başkasının tasarrufunda imişçesine titredi. Böyle bir hissi şimdiye kadar hiç duymamıştı. Galiba bu kadın bütün zaaflarını ortaya çıkarmak için gelmişti.

Fatma, Sabri’nin hayatına yolunu kaybetmiş ıslak bir kedi yavrusu gibi girmiş olsa da kısa sürede kendisini bîçare ve aciz konumundan kurtarır, Sabri’ye de bunu unutturur. Anlatacak çok şeyi vardır. Bu yönüyle Fatma, her ne kadar üzerleri örtülüp unutulmaya çalışılsa da hayatın genel akışı sırasında olur olmaz yerlerde ve zamanlarda karşımıza çıkıp bize aslında kim olduğumuzu hatırlatan kültür nesnelerine (bir çeşmenin ayna taşı, eski bir caminin bahçesindeki mezarlar, okuyamasak bile görünce bizden bir şeyleri içimizde kıpraştıran uzun ve karmaşık hat yazıları...) benzetilebilir. O bir bakıma, modern Cumhuriyet rejiminin başlamasıyla ihmale uğrayan bir medeniyetin, Osmanlı üst sınıf sanatının, musikisinin, mimarisinin ve edebiyatının şirin bir hortlağıdır. Tanpınar’ın hemen tüm eserlerinde ucundan köşesinden sitemkâr bir üslupla dokundurduğu, Türk modernizminin Osmanlı elit tabakasının kozmopolit ve kucaklayıcı dünyasından kopmaması gerektiği düşüncesi metaforik bir düzlemde de olsa ağır ağır öyküye sızar. 

Tanpınar için Türkiye Cumhuriyeti köklerini inkâr ederek değil, köklerini daha iyi tanıyıp besleyerek, canlı köklerin yardımıyla dallarında daha çılgın, daha delidolu, daha muhteşem fışkınlar bitirerek varlığını devam ettirecektir. Bu yönüyle Tanpınar, dönemin diğer devrimci ve aydınlanmacı zihniyetinden farklı bir yerde konumlandırır kendisini. Yakup Kadri, Peyami Safa, Reşat Nuri gibi dönemin önde gelen yazarları gibi düşünmez. Müspet bilimlere sırtını dönmemek kaydıyla bir halkın maneviyatıyla da kalkınması gerektiğini, kültürüyle gurur duymasının elzem olduğunu ve edebiyatta, şiirde, musikide geçmişten öğrenmemiz gereken çok şeyin olduğunu savunur. Burada önemli bir çizgi çizip Tanpınar'ın günümüzdeki şekilci Osmanlıcı / İslamcı güruhtan farklı olduğunu belirtmek şart olmaktadır. Hatta, onların takdim ettiklerinin tam tersine şekilciliğin ve sathiliğin en azılı düşmanıdır kendisi. Kültürün her alanında derinlik, orijinallik, sonsuz güzellik onun için vazgeçilemez unsurlardır. Tanpınar bu noktadan bakınca devrimlere karşı değildir, bilakis onların halk tarafından daha çok kabul edilmesini, daha derinlere nüfuz etmesini, geçmişin değerleriyle daha da güçlendirilmelerini arzulamıştır. Kendisi devrimlerin meyvelerinden alabildiğince yararlanmıştır, Anadolu'da yaşayan halkın da aynı derecede bu devrimlerden yararlanamaması onun gönlünü yaralamaktadır ve bu yaranın ağrısı hemen hemen tüm eserlerine sızar. Hikâyeler adlı kitaptaki bir sonraki öyküde (Teslim) geçen şu paragraf Tanpınar'ın hayal kırıklığını ifade etmesi bakımından manidardır: 

Emin içinden: "Ayten... Aysel..." diye tekrarladı. Bütün bu inkılâplar, zahmetler, ümitler, sonunda birkaç yeni erkek ve kadın isminin değişmesine yaramıştı. Tıpkı Meşrutiyet senelerinde olduğu gibi... 

Bu meseleyi burada kapatıp asıl öykümüze geri dönelim. Karakterler gergindir, aralarındaki yakınlaşma her an patlamaya hazır barut dolu bir fıçıya benzetilebilir. Belki de bu yüzden yazar, gerçek niyetinin ortaya saçılması için karakterlerin biraz gevşemesi, rahatlaması ve dillerinin çözülmesini gerekli görmüştür. İçki bardakları doldurulup, pikap çalardan Debussy’nin melodileri, “yanı başlarında uyuyan bir mahluk gibi olduğu yerden silkinmeye” başlayınca Sabri ile Fatma arasındaki buzlar da çözülmeye başlar.

Biz de takvim dışı yaşardık. Her şey bizim için müsavi idi. Fakat başka türlü. Daha doğrusu şikâyetimiz yoktu. Sadece hatırlardık. Büyükannem, dedem, babam, kalfalar hepsi hatırlardı. Bir de bakardınız ki, bütün Boğaziçi odanın içine doluverirdi.  

Birkaç paragraf ileride de kendisinin bir dinleyici, olaylara dışarıdan tanıklık eden bir gözlemci olduğunu itiraf eder.

Bütün anlattıkları bende külçelenirdi. Birdenbire içim ağırlaşırdı. Hani akşamla ağırlaşan sular vardır. Her şeyi içine ala ala. Bütün gün, başkalarının yaşadığı şeylerle zengin, işte öyle olurdum...

Öykünün birinci bölümü, Fatma’nın Sabri’nin ruhunda meydana getirdiği çalkantılar, kaygılar ve arzu imgeleriyle dolu dolu geçer. Sabri için Fatma; çiçek açmış bir erik ağacı, bir deniz masalı, yağmurun altında geceden kalmış bir rüya, en ufak şeyleri bile bünyesinde bir bilmeceye dönüştüren gizemli bir varlıktır. Yağmurun durmasıyla evden ayrılan Fatma, arkasında onu özlemekten başka bir şey yapamayan ve gündelik hayatına odaklanamayan bir Sabri bırakır. Vapurların kalabalık, halkın bîçare olduğu 1944 Türkiye’sinde belki herkes değildi ama Sabri (Tanpınar) gibiler her daim kendi hisarlarının mahpuslarıydılar. İlerleyen kısımlarda çok ciddi bir gelişme olmaz. Fatma ve Sabri bir yakınlaşıp bir uzaklaşırlar. Farklı kutupları birbirine bakan iki mıknatıs gibidirler. Tam birbirlerine değeceklerken kutuplar değişir ve birbirlerini itmeye başlarlar. Mektep çocukları gibi sokakta sevişmeleri (birbirlerini sevmeleri, flörtleşmeleri) belki de bu ikircikli hali anlatan en iyi ifadedir. Fakat bu sürüncemeli durum öykünün sonuna doğru bir karara bağlanır. Zaten okuyucu olarak bu işin bir yere varmayacağını çoktan anlamışızdır. Yazarın amacı sıradan bir aşk hikâyesi anlatmak olmayacağına göre başka bir derdi, içini yakan başka bir kıvılcımı olmalıdır. Koskoca Tanpınar, kendisinden önce binlerce kere yazılmış bir “aşk-ı memnu” teranesiyle neden çıksın karşımıza! Böyle olmadığını, Fatma’nın son tiradıyla anlamış oluruz. Öykünün neredeyse son 15 sayfasını (dörtte birini) alan bu uzun anlatı, Fatma’nın akşamla ağırlaşmış bir su akıntısı olduğunu gözler önüne serer.

Bu bölümde büyük yangından önceki ev vardır. İçi tıklım tıklım eski eşya dolu bir ev. Bu evde dede musiki toplantıları yapar, evin altındaki yeraltı odasından ihtiyar bir kadının sesi gelir, çöküşün habercisi olan bir tüccar ha bire eve uğrayıp evdeki değerli eşyaları ucuza satın alır ve bedestene satar, birbirinden değerli kuşlar kendilerine ait bir mekânda beslenir... Öyle ki yangından önceki haliyle ev adeta Osmanlı İmparatorluğu’nun son birkaç yüzyılını anımsatır. Bir yanda üst kültürünü yaşatmaya çalışan eşraf vardır bir yandan da türlü bâtıl inançla hayatını idame ettiren, kimsenin laf geçiremediği kalfalar, bakıcılar. Öyle ki dede hasta olduğunda doktoru görmek istemez, kendisine verilen ilaçları almaz, en sonunda güçten takatten düşünce bu ilaçlar kendisine verilir ama artık iş işten geçmiştir. Evin altında kapalı kapılar altında yaşamaya devam eden bir kadın (Tanpınar’ın düşüncesine göre medeniyetimizin üst unsurları) vardır. Ölmez bu kadın, açım, suzuzum diye bağırır ama ölmez. Gün yüzü göreceği zamanın hayalini kurar. Bahçede beliren ve her geldiğinde evdeki değerli bir eşyayı eksilten “pejmürde kılıklı, kalabalık ağızlı” tüccar da Osmanlı’yı parça parça kemiren ve geride değerli bir şey bırakmamaya ant içmiş batılı devletlere ya da oryantalist zihniyetli aydınlara benzetilebilir.

Evimizi çok iyi bilirdi. Herkesi tanırdı. Kuşlara kadar herkesin hatırını sorar, her çeşit dalkavukluğu yapardı. Dedemle hep “Arslan paşam, vallahi daha fazla veremem, işler kesat gidiyor!” diye sızlanırdı.

Ve sonunda ev yanar, bütün o hatıralar ve yaşanmışlıklar küle, ise ve dumana dönüşür, uçup gider. Geriye bir tek Fatma kalır bize bu anıları anlatabilecek.

İnsanların hepsi kurtulmuştu. Ama bilenler bu işe mucize diyorlardı. Ben hep teyzemi düşünüyordum. O eski odamda kalmıştı. O kurtulmayacaktı. Kuşlar da kurtulamadı. Çoğu yandı, bir kısmı dumandan boğuldu. Sonra evin büyük bir kedisi vardı. Masallardaki gibi, dedem, Çavuş koymuştu adını. Çavuş da yandı.

Öykünün başkahramanının adını o doğmadan önce ölmüş olan teyzesinden almış olması -yeni bir insan değil, var olanın dirilmiş hali- ve öykünün adının “Yaz Yağmuru” olması bu noktadan bakınca özenle yapılmış seçimlere benziyor. Bin yıllık Türk-İslam kültürünün tanınması, anlaşılması, hakkıyla araştırılması modern Türkiye’nin sanatının ve edebiyatının bu köklerden beslenmeye, en azından bu bağları inkâr etmemeye başlaması ve nihayetinde cumhuriyet çocuklarının bu geniş ve derin kültürün getirileriyle yetişmesi Tanpınar için gerçekliği her zaman kuşkuyla karşılancak bir yaz yağmurundan başka bir şey değildir. O, geri dönülmez bir modernleşme yolunda, kaybedilmiş bir umranın yasını içinde taşıyan ve bu yası farklı renklerle ve biçimlerle kâğıda dökmesini bilen son birkaç münevverden birisiydi. Bunu başarıyla yaptığını, yüreğindeki sancıyı ve zihninin müşevveş halini yapıtlarına çok sağlam bir şekilde nakşettiğini kabul etmek de bize düşen son görev olacaktır sanırım. Sabri’nin Fatma için söylediği “Kaybolmuş bütün bir dünya, küçücük bir insanın omuzlarına yüklenmişti.” ifadesiyle vücut bulan bir buhran hali...  

Yine de, metin boyunca okuyucunun zihnini esir alan mahzun havaya rağmen iyimser bir cümleyle biter öykü. Bu rüyadan uyanınca -bizi de uyandırınca- kendisini şu sözlerle çimdikler Tanpınar:

“Bunun farkına varınca kendi kendine kızdı. Hakikaten hiç iradesi yoktu. Hayatına bütün müdahalesi kendi kendisini göz hapsine almaktan ileriye gitmiyordu.”


                             


 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder