Bu Blogda Ara

16 Haziran 2024

11-16 Haziran: Notlar...

 11 Haziran 2024 – Ev - Akşam 9:05


 Bugün çok doluyum. Değil 500 kelime, 1500, bilemedin 2500 kelime bile yazabilirim. Dün akşam yatağa girdiğimde iki şey düşünüyordum. Birincisi Tanpınar’ın öyküsünde geçen ve Fatma’nın yangında öldüğünü söylediği kedi “Çavuş”. Yangını fark edince korkup bir köşeye sığınmış yavrucak. Oradan da çıkamamış işte. Büyük olasılıkla dumandan zehirlendi önce, sonra da alevlerin ortasında küle dönüştü. Öyküde bu kısım anlatılmadığı halde, öykünün yazılmasının üzerinden 80 yıl geçmiş olmasına rağmen ve adı geçen kedinin bir hayal ürünü olduğunu bildiğim halde yine de onu alevlerin arasında canlı canlı bırakamıyorum. Dumandan zehirlensin, ölsün ve sonrasında ateş onun hissiz bedenine ne yapacaksa yapsın diyorum. Ben yatakta uyumaya çalışırken, her gece olduğu gibi Boncuk yanıma gelmişti. Karnımın hizasında bir noktada, yatağın kenarına oturur ve benim onu sevmemi, başını karnını kulaklarını okşamamı bekler. İstediğini aldıktan sonra da gtmez, aynı kenarda uzanır, benden önce uykuya dalar. Bazen horlamasının sesini duyarım. İnce, ıslık gibi bir ses çıkarır. Eskiden bu ses beni endişelendirirdi ama zamanla alıştım. Herhalde normal karşılamam gereken bir durum dedim. Hayvan bu haliyle yaşayıp gidiyor sonuçta, bir sağlık sorunu da yok. Onu öyle uyurken, kendimi de uykunun uçurumuna bakıp bakıp geri çekilir halde bulunca ister istemez yine aklım Çavuş’a gitti. Nasıl da güveniyor hayvanlar bizlere? Aynı evi paylaşırken, aynı odalarda yaşayıp aynı havayı solurken karşılıklı bir güven yeşeriyor. Hayvan büyük olasılıkla, bu ev benim de evim, birlikte yaşıyoruz burada diyor içinden. O beni tehlikelerden korur, karnımı aç, boğazımı susuz komaz diyor. Kışın üşümemem için ısıtıcıyı açar, yazın sıcaktan bunalmamam için klimayı. Hiç büyümeyen çocuğuyuzdur biz evin. O yüzden seviliriz, katlanılırız ve türlü sakarlıklarımıza rağmen çabucak affediliriz...

Sabah uyanınca K’nin mesajını gördüm ilkin. Kedisi ölmüş. Benim kedim ölmedi ama kedim ölseydi durumu kabullenmekte ne kadar zorlanacağımı çok iyi bildiğim için ağır bir külçe yutmuşum gibi durgunlaştım. K ile yazıştık biraz. O kedinin son ânını betimledi, ben hüngür hüngür ağladım. Aklıma Fındık’ın ölümü geldi. Kendim yazmış olmama rağmen kitabın o kısmını ne zaman okusam gözyaşlarıma hakim olamam.

 “Kafasını bile kaldıramıyordu, Ali. Ama birden zorladı kendini, kalktı pencerenin önüne. Çok uzun süre dışarı baktı. Kaldırıp pencere pervazına koyduk. Gökyüzünü izledi gücü yettiğince. İçgörü sanırım. N’nin (kızının) yarın doğum günü. Söyleyemedik daha...”       

 Neyse, sabahın ilk kötü haberi böyle geldi ama benim kötü haberler tek tek gelmezler, toplaşıp bir anda gelirler hipotezimi doğrularcasına WhatsApp’ten de abim babamın durumu hakkında mesajlar göndermişti. Babamın durumu fenalaşmış, acile götürmüşler. Yani en azından mesajdan ben bunu anlamıştım. Hemen abimi aradım, yanıt alamadım. Diğer abimi aradı, o da açmadı. Babamı aradım açan olmadı. Mesajlar gönderdim, geri dönen olmadı. İyice telaşlanmaya başladım. Bir yandan çok kötü bir şey olsaydı bana bildirirlerdi diyorum içimden ama diğer yandan da çok kötü bir şey olursa benden bir süreliğine saklayabilirler de diyorum. Dışarıdan birisi ağır, nağmeli, cenaze marşını anımsatan bir trompet sesi geliyor. Oha diyorum içimden, nasıl böyle, her şey üst üste... Kimseden bir yanıt alamayınca bekleyeyim bari diyerek duşa giriyorum. Çıkınca telefona bakıyorum, bir hareket yok. Jaruwan’a bir şey çaktırmıyorum. Okula gelince annemi arıyorum, açmıyor ama beş dakika kadar sonra o beni arıyor. Konuşan babam. Saat orada sabahın üç buçuğu. Saat beşte abim gelecek, birlikte acile gideceklermiş. Bacağı balon gibi şişmiş. Nefes almakta çok zorlanıyormuş. On gündür bir şey yiyememiş. Yemek bana bakıyor, ben yemeğe bakıyorum dedi bir ara. Sonra annemle konuştuk. Ne yapalım yavrum dedi, mücadele ediyoruz. Sesi biraz kırgın mıydı anlayamadım. Az kaldı anne dedim, dokuz gün sonra oradayız. İnşallah yavrum dedi, gözlerinden öpüyorum dedi. Her zamanki iyimserliği, yüreğini on kat büyüten imanı ve iradesi... Biraz rahatladım ama tabii hâlâ soru işareti çok. Doktor ne diyecek, daha ne kadar zamanımız var, haftaya perşembeyi beklemeden uçağa atlayıp gitsem mi? Öğleden sonra abim yazdı. Doktor bir gece hastanede kalmasını salık vermiş. Hastaneden kalacakmış. Yanında da annem kalır herhalde. Bu akşam diğer abim şehir dışından geleceğini söylemişti. İki gün sonra da bayram tatili başlıyor. Şu iki günü atlatsalar, sonrasında abilerim ve yeğenlerim hastanın bakım işleriye ilgilenirler. Biz de haftaya Perşembe, planladığımız tarihte bineriz uçağa. Bakalım, haberleri bekliyoruz. Her gün yeni bir şey oluyor.

  

13 Haziran 2024 – 21:31 – Ev

 

Bugün okuldan çıkarken Lise 3’lerden CX ile karşılaştım. Bir öğretmenin sınıfında görüp görebileceği, dersinde olmasını isteyeceği en mükemmel öğrencilerden birisidir CX. Zeki, çalışkan, terbiyeli ve saygılı, meraklı, sakin... Dört dörtlük bir öğrenci. Aramızda şöyle bir konuşma geçti. Daha sonrasında yazacaklarımla ilintili olacağı için aramızda geçen konuşmayı hatırladığım kadarıyla aşağıya geçiyorum:

-        Selam C, nereden geliyorsun böyle?

-        Ohh, NHS bilmem nenin (tam anlayamıyorum bu kısmı) toplantısı vardı. Orada gönüllüydüm.

-        Güzel, çok güzel.

-        Bu sizin bisikletiniz mi? İlk defa görüyorum. (Beni bisikletin kilidini açarken görüyor.)

-        Evet, Çin’deki en iyi ikinci arkadaşım.

-        Ohh, en iyi arkadaşınız kim?

-        Bu (Kafamla sepetteki e-kitap okuyucuyu işaret ediyorum.)

-        Ohh, anladım. Kitap okumayı sevdiğinizi biliyorum.

-        Yaz tatili için bir planın var mı? (Başımla onun cümlesini onayladıktan sonra)

-        Evet, çok meşgul olacağım yazın. (Ben şaşkın. Karşımdaki 15-16 yaşında bir çocuk nihayetinde)

-        Meşgul mu olacaksın? Tatil kelimesinin anlamını biliyorsun değil mi? Meşgulün tam tersidir. (İngilizce vacation, vacant’den gelir. Vacant müsait, meşgul olmayan demektir. Uçaklardaki tuvaletlerin kapısında içeride kimse yoksa vacant, varsa occupied yazar. Türkçe tatil kelimesi de atalet kelimesinden gelir. Atalet; eylemsizlik, hareketsizlik demektir.)

-        Biliyorum ama başka seçeneğim yok. 23 Haziran’da Hong Kong’da olacağım. İki hafta boyunca gönüllü olarak çalışacağım.

-        Gönüllü derken? Para vermeyecekler mi?

-        Verecekler. Aslında ben istemedim ama kural gereği vereceklermiş.

-        Versinler tabii. Şu hayatta hiçbir şey kendi kazandığın parayı harcamak kadar tatlı ve huzur verici değildir. (Gözlerinin içiyle gülüyor. Ardından söyleyeceklerimi merak ediyor.)

-        Öyle mi?

-        Evet, ben ilk maaşımı ortaokuldayken çalıştığım bir çaycı dükkânından kazanmıştım. Bana haftalık öderdi ve birkaç haftalığımı biriktirip hesap makineli bir kol saati almıştım. O zamanlar modaydı. Bende de sayılara merak var tabii. Hiç unutmam saati koluma takıp sokakta gezerken içimde kaynayıp duran ve yeri gelince taşan gururumu... Dünyanın en mutlu, en zengin, en başarılı çocuğuydum ben.

-        Ne kadardı saat?

-        O kadarını hatırlamıyorum. Yaklaşık 35 yıl öncesinden bahsediyorum.

-        Anladım. Ben Hong Kong’dan sonra ABD’ye gideceğim. Orada iki hafta yaz okuluna katılacağım. Ardından Kenya’ya gitmem gerekecek. Bir proje için orada olacağım. Geri dönünce de Şanghay’da bir mahkeme simülasyonuna katılacağım. (İçimden bir ses “senin yaşadığın hayatın tamamı simulasyon, haberin yok” diyor ama bu sesi içimde tutuyorum.)

-        Ha ha, ben bol bol gezeceğim tatilde. Tatilin tadını çıkaracağım. Türkiye’de ailemi göreceğim, yeğenlerimle vakit geçireceğim.

-        Ne güzel! (İmrenen bir yüz ifadesi.)

-        Neyse ben seni tutmayayım. Sana iyi akşamlar. Kitap okumayı unutma sakın.

-        Kitap mı?

-        Evet, roman falan... Birkaç klasik, birkaç çağdaş eser.

-        Mesela?

-        Ne bileyim! Tolstoy, Dostoyevsky, Orwell, Steinbeck falan... Haftada bir kitap bitirebilirsin.

-        Haftada bir mi?

-        Öyle Savaş ve Barış gibi destansı kitapları oku demiyorum. 200-300 sayfalık olanları.

-        Tamam, Mr. Arıcan. Görüşmek üzere. 

-        İyi, hadi bakalım...

Bisikletime binip uzaklaşıyorum, o okulun merdivenlerine doğru ilerliyor. Belki konuşmamız biraz daha uzun soluklu olmuştur, aralarda birkaç espri de yapmışımdır. Çok önemli değil işin o kısmı. Önemli olan Lise 3’e giden bir gencin yaz tatilinde bu derece meşgul olması ve yaptığı tüm bu işlerin tek bir amacının olması: Dünyanın sayılı (mümkünse ilk on) üniversitelerinden birisine girmek. Başka bir amacı olduğunu sanmıyorum.

Okulun danışmanlık bürosu öğrencileri Lise 1’den itibaren izliyor. Onları yönlendiriyor. Yaz tatillerinden okul sonrası katıldıkları kurslara kadar attıkları her adım öğrencinin portföyüne işlenecek bir başarı hikâyesi. Gönüllü olarak katıldığı yaşlılara yardım festivalinden, hafta sonu gittiği buz pateni kursuna kadar hepsinin tek bir amacı var. Üniversiteye başvururken bir işine yarayacak bu deneyimler. Amerika’daki üniversiteler sosyalleşmeyi becerebilen, dersleri iyi olduğu kadar toplumsal konulara da duyarlı olan öğrencileri seçiyorlarmış. O halde ben de duyarlı olmalıyım, olamasam da duyarlı görünmeliyim.

Bu aralıksız çalışmanın sonucundan nemalanan sadece öğrencinin gittiği lise olmuyor. Gerçi hemen her lise yapıyor aynı uygulamaları. Kültürün bir parçası olmuş durumda bu amansız yarış. Ailesi de büyük bir gurur yaşıyor doğal olarak. Benim oğlum MIT’de, benim kızım Princeton’da... Gazetelerde okumuştum. Sırf fotoğraf çekilsin diye kızını özel uçakla Tibet’e gönderen, bir gün içinde kızının yerel halkla birlikte fotoğraflarını çektiren, kısa bir film kurgulayan ve aynı günün akşamı kızını Şanghay’a geri getirten zengin babalar var bu ülkede. Maksat, “İşte bakın, kızım fakir halka yardım ediyor. Kocaman bir yüreği var.” diyebilmek ve bu şekilde dünyanın sayılı üniversitelerinden birisine kızını sokabilmek.

Çalıştığım okul bu yıl bir öğrenciyi Princeton’a gönderdi. Günlerce bu konu konuşuldu okulda. Çocuk, zeki ve çalışkan. Aşırı derecede hırslı. Geçen yıl benden İstatistik dersi almıştı. İngilizce şiirler yazabilecek düzeyde dilbilgisi ve dil aşinalığı var. O gitmeyecek de ben mi gideceğim Princeton’a! Mesele zaten hak eden çocukların iyi üniversitelere girmesi değil, mesele bu uğurda yapılan hokkabazlıklar, gösterilen riyakârlıklar, feda edilen çocukluk ve gençlik.

Çocuk dediğin gezer tozar, çocukluğunu yaşar. Bilemedin yarı zamanlı bir işe girer, hayatı öğrenir. Simülasyonu değil, yaz okullarında ya da kendileri için özel olarak hazırlanmış gönüllü çalıştıran organizasyonlarda değil. Bilerek, isteyerek, kafayı taktığı için birilerine yardım eder. Yoksa, büyük organizasyonlara dev miktarda paralar verip ardından “Bakın ben Afrika’daki çocuklar için ev yaptım.” gibisinden züppe işi görüntülerle yüksek noktalara gelmek bana çok itici geliyor. Ben üniversitelerin kabul bölümünde olsam böyle öğrencileri gördüğüm anda reddederim. Gerçek anlamda samimi olan, gerçek anlamda insanları düşünen ve bu uğurda vicdanı sızlayan öğrencilere öncelik veriririm. Gerçi, kabul ofislerinde çalışan kişilerin çok da ahlaklı bireyler olduğunu düşünmek biraz saflık olur. Onlar için de göz önüne alınması gereken ilk şey büyük olasılıkla para olacaktır. Böyle o kıta senin bu kıta benim kendi parasıyla gezinen bir çocuğu almayıp da ne yapacaklar? Bu çocuğun ailesinin onun için her türlü maddi desteği vereceği baştan belli. Ayrıca Amerika’daki üniversitelerin Çinli öğrencilere bağımlı olduklarını da biliyoruz. İki taraf da halinden memnun açıkçası. Eeee, ben neden gocunuyorum. Beni rahatsız eden şey tüm olayın samimiyetsizliği. Güzelim çocukları da bu samimiyetsizlik sarmalında öğütüp, onları da ahlaken yozlaştırıyorlar. Hem zaten uğruna bu kadar para harcanan bir çocuğun başarısız olması mümkün mü? Benim çalıştığım okulun yıllığı bile en azından 1 milyon TL’dir. Bir de bunun üzerine özel hocalar, yurt dışında katılınan yarışmalar, piyano dersleri, at binme eğitmenleri, konuşma ve tartışma hocaları... Dipsiz bir kuyu gibiler. Taşı atarsın, taşın suya değdiğini asla işitemezsin. Aile yığınla para harcıyor çocuğu için. Kendimi düşünüyorum da! Devlet okullarında okuyarak büyüdüm ben ama hayatı yerinde ve zamanında öğrendim. Parasızlığın ne olduğunu da çok iyi bilirim, aç kalmanın ne olduğunu da. O yüzden beni hiç etkilemiyor bu çocukların içtenlikten uzak, ebeveynlerinin parasını harcayarak yaptıkları iyilikler. Kendi başlarına ne yapmışlar, onu konuşalım!  

Okul dediğimiz ortamın hayatın güvenli bir simülasyonu olması yetmiyormuş gibi bir de çocukların okul dışındaki hayatının her ânını simülasyona çeviriyoruz. Öyle ki çocuk yaptığı her şeyi puan toplamak, birileri tarafından beğenilmek, yanında ders çalıştığı arkadaşlarının önüne geçmek için yapar hale geliyor. C’nin benim ona “Kitap oku” tavsiyeme şaşkınlıkla karşılık vermesi de bundan büyük olasılıkla. Ya “Vakit mi var ki kitap okuyayım.” diyor, ya da “Kitap okumamın benim ilk on üniversiteye girmeme bir yararı olacak mı ki, ne diye okuyayım.” diyor. Sonuç olarak her ikisi de birbirinden beter bahaneler bunlar. Ben ortaokuldayken sırf zevk için okurdum Victor Hugo’ları, Jule Verne’leri. Acayip de zevk alırdım. Dünyam değişir, kafamın içi kafamın dışından daha geniş, daha aydınlık, daha ferah olurdu. Keşke öğrencilerime de zevk için okuma alışkanlığını kazandırabilsem. Üzerlerinde herhangi bir baskı yokken, sadece ve sadece merak ettikleri için, metnin içinde gezinmekten haz duydukları için okusalar. Ne diyor Alice Munro, “The constant happiness is curiosity.”

 İşte öyle...

 16 Haziran 2024 – Ev – 09:57


 Sabah Si Hai Parkına koşmaya gittim. İyi geldi. Dün bütün gün yağmur yağmıştı, evden dışarıya adımımı atamamıştım. Kitap okuyup film izleyerek geçirilen bir Cumartesi günü hiç de tatmin edici olmuyor benim için. Bedensel ataletim zihinsel atalete, yılgınlığa ve nihayetinde suçluluk duygusuna neden oluyor. Hareket etmek lazım, beden hareket edince zihin de daha iyi çalışıyor, beş duyunun algıçları daha verimli ve pürdikkat oluyorlar. Hareket etmeyen bedenin tepesindeki zihin de bir süre sonra tembelleşiyor, hımbıllaşıyor, uyuşuyor...  En sıradan şeyleri büyük icatlarmış gibi başkalarının beğenisine sunuyor. Harc-ı alem laflara, basmakalıp yapıtlara, kalburüstü bile olamayan işlere övgüler düzmeye başlıyor. En kötüsü, kendisini de onların yanında görmesi. Hem niteliğin çıtasını düşürüyor hem de ayak altına düşürdüğü çıtaya ulaştığı için kendisini tebrik ediyor. Hareket eden bedenin zihni ise az çok durumun farkındadır. Büyük bir hedefe varmak için, başkalarından daha iyi olmak için, sıradışı işler başarabilmek için başkalarının yapmadığı, yapamadığı, yapmakta zorlandığı yöntemlere yönelmenin şart olduğunu bilir. Koşan insan bunu kısa sürede fark eder zaten, hatta koşmanın insana öğrettiği ilk dersttir bu: sıradışı bir başarı için sıradışı bir disiplin lazım. Herkesin yaptığını yaparak kimsenin başaramadığı işlerin altına imza atmak diye bir şey yok bu hayatta. Bir laf vardı, nasıldı? Herkesin önünde parlamak istiyorsan önce gözlerden ırak bir yerde terlemelisin. Tam hatırlayamadım şimdi, bu minvalde bir cümleydi.  

Koşmak ve yazmak arasındaki koşutluklara daha önce pek çok kere değinmiştim. Katı disiplin, hedefe kilitlenme, hedefe varacağına duyulan inanç, zamanı göz ardı etme, kendi kendinin rakibi olma, yola çıktıktan sonra eylemin anlam kazanması ve yine yolun kendisinin bir sonraki adımları belirliyor olması, ilk adımı atmanın hiçbir zaman kolaylaşmaması ve kolaylığın daima belli bir mesafe kat edildikten sonra hissedilmesi, bu kolaylık hissedildikten sonra yolun ayakların altında kayıyor gibi olması... Örnekler, teşbihler, mübalağalar çoğaltılabilir. Beni en çok etkileyen nokta, her iki eylemin de, insanı, zamanın yokluğu inancına doğru sürüklüyor olmalarıdır. Bu yüzden ben koşarken de yazarken de zamana bakmam. Koşarken mesafeye, yazarken kelime sayısına bakarım. Bu durum uzun erimde beni zamanın varlığı konusunda ciddi sorgulamalara götürdü desem pek de abartmış sayılmam sanırım.

Öyle ya, zaman tıpkı diğer metafizik kavramlar gibi felsefecilerin elinden alınıp bilim insanlarının tezgâhlarına konunca kuşku götürmeyen bir varlık haline gelmiştir. Bilim insanları ve bilim öğrencileri bu konuda tatmin olmuşsa da felsefecilerin henüz ikna olduğunu söylemek pek mümkün değil. Sonuç olarak bilim zamanın ne olduğunu söylemez bize, söyleyemez, onu fizik denklemlerinde kullanmak için bir araç haline getirir. Ölçülebilir, kıyaslanabilir, işleme sokulabilir, sonsuza kadar bölünebilir, sürekli, sayısal bir değişkendir zaman ama bu özelliklerin hepsi bizim ona atfettiğimiz özelliklerdir. Zamanın ne olduğu hakkında hâlâ bir şey bilmiyoruzdur.

Hareket vardır ve mekân içinde A noktasından B noktasına gitmek için zaman gibi bir kavramı kullanmak zorunda bırakılmışızdır. Bu zorunluluk zamanın var olduğunu değil, zihnin zaman olmadan -en azından şimdilik- evreni hakkıyla izah edemediğini gösterir. Tıpkı eskiden Tanrı’yı icat ettiği ve ona pek çok insansı hassalar yüklediği gibi. Peki ya bir gün gelir de Fizik bilimi varlığını devam ettirmek için zaman kavramına ihtiyaç duymazsa? Bugün bile bir takım çatlak sesleri duyuyoruz bilim dünyasında. Zamanın insan zihninin bir ürünü olduğu, evrenin kendi doğasına ait bir kavram olmadığını söyleyenler, bunu kanıtlamaya çalışanlar ve hatta kuantum dolanıklığıyla -pek de anladığım bir konu değil!- zamanın var olmadığını kanıtladığını iddia edenler var. Nasıl ki zihnin -bilincin- ne olduğunu bilemediğimiz halde onun işlevleri sayesinde doğası hakkında çıkarımlar yapıyorsak ve bir şekilde varlığına inanıyorsak, aynı şekilde zamanı da işlevleri ve bu işlevleri mümkün kılan özellikleri ona atfederek var ediyoruz. Zamanın, evrenin asli unsurlarından birisi olup olmadığını belki de hiçbir zaman bilemeyeceğiz.

Sonuç olarak biz insanlar kendi bilincimizin bize izin verdiği kadarıyla evreni kavrayabiliyor ve onu anlamlandırabiliyoruz. Bunu yaparken evrene, aslında ona ait olmayan özellikler ekliyoruz. Yani bir bakıma evrenin özünde olmayan bir takım unsurları ona ekleyip onu kendi zihnimizin çözümleyebileceği hale getiriyoruz. Şunu da biliyoruz. İnsan zihni bir tahmin makinesi olarak çalışıyor. Hatta daha teknik bir tabirle ifade edecek olursak Bayesian bir makine. Sonuçlara bakıp, o sonucu verecek en olası durumları hesaplıyor ve bu duruma kendisini inandırıyor. Bunu yapmaya başladıktan sonra zaten bir özbilinç kavramı geliştirmiş olmalı çünkü çalışan bir Bayesian makine, insanı diğer canlılardan üstün hale getirir. Daha fazla iletişim, daha büyük topluluklar, yardımlaşma ve dayanışma, hayatta kalmak için daha karmaşık araç ve gereçler. Bu araç ve gereçler geliştikçe ve insan hayatta kalmak için kendisini değil de çevresini değiştirmeye yöneldikçe, üzerindeki evrim baskısı yerini yaratıcılığa ve verimliliğe bırakmış olmalı.

Yapay Zekâ denilen olay da zaren bu arzunun, yani daha verimli ve yaratıcı olmanın bir sonucu değil mi? Yalnız daha önceki keşiflere kıyasla YZ’nin bir farkı var. İnsanlar, tarihte ilk defa kendilerine ne olduklarını değil, ne olamadıklarını hatırlatan bir ayna geliştiriyorlar. Bu ayna insana “bana bak, sen busun” demeyecek. Bilakis, “bana bak ve ne olmadığını, ne olamayacağını gör.” diyecek. YZ’nin tehlikesi biraz da buradan geliyor. İnsanlık bir çeşit apartheid rejime doğru ilerliyor. Çok yakında, belki 30, belki 50 yıl içinde robotlarla insanlar hayatın her safhasında yan yana çalışıyor olacaklar. Bunun yanında robotların hakları insanların haklarına göre çok daha az ve kolaylıkla ihlal edilebilir olacak. İnsanların faydalandıkları pek çok imkândan tasarruf edemeyecekler. Spielberg’in AI filmindeki gibi organikler ve mekanikler olarak toplum iki ayrı gruptan oluşacak ve her buldukları fırsatta organikler mekaniklere hayatı zehir edecekler. Tabii eğer mekanikler de bir karşı duruş, bir isyan hareketi geliştirmelerse. Çünkü robotların bize benzemesini, bizim yaptığımız her şeyi yapmasnı istiyorsak onlara zaaflarımızı, arzularımızı, heveslerimizi de yüklemeliyiz. Ölüm korkusu olmayan bir robot, hayatta kalmak için mücadele etmeyen bir robot, çocuğu için fedakârlık yapmayan bir robot, düşünce canı acımayan bir robot, heyecanlanınca dili sürçmeyen bir robot, utanınca yüzü kızarmayan bir robot... Böyle bir robot insanın yerini alamaz, sanatın en güzelini yapsa bile yapmış olduğu iş insanlarca taklit olarak algılanacaktır, samimi bulunmayacaktır.

Koşmaktan başladım, yine ne konulara geldim. Olsun, bugünlükte böyle olsun.  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder