Çölden çıkınca bir gölgelik bulup uzanıyorum.
Gözlerimi kapatıp çeşit çeşit imgelerin bana gelmesini bekliyorum nereden
estiğini bilmediğim rüzgârın tadını çıkararak. Bir şeyler aklıma geldikçe
kalkıp defterime notlar alıyorum, çöl ve göl hakkında. Ben beş-on dakika
bekleriz, sonra da gideriz diyordum ama genç çift bir türlü dönmüyor çıktıkları
göl gezisinden. Belki de benden intikam alıyorlar bu şekilde. “Biz o yabancıyı
iki saat bekledik, şimdi de o beklesin bizi!” diyorlar. Olan tabii yaşlı
amcalara oluyor. Onların kimseden intikam almak gibi bir dertleri yok. Bu dünya
böyle, başkaları hakkında hain planlar yapmayanlar haksızlığa maruz kalmaya
mahkûm. Gerçi bu genç çiftin intikam gibi bir amaçları olduğunu hiç sanmıyorum.
Gölden sonra belki onlar da çöle girmişlerdir. İleride, gölün öteki uzunda, gelin
gibi süslenmiş develer var çünkü, bu güzel hayvanlar göl turu yapmıyorlardır
herhalde.
Bir ara sızıyorum uzandığım sert zeminin
üzerinde. Uyandığımda yaşlı amcaların gençleri beklemeyip yemeğe gitmek istediklerini
öğreniyorum. Hep birlikte yürüyerek geniş bir Uygur lokantasına gidiyoruz. Atların
dinledikleri yere çok da uzak değil burası. Parkın içinde bir çeşit dinlenme
yeri, çölün ortasında bir vaha. İçeride bildiğimiz yüksek masalar var ama lokantanın yola bakan yan
kısımları, ortasında alçak sofralar barındıran renkli minderlerle döşenmiş.
Sanırım bu tarz yerlere “Şark Sofrası” deniyor bizde. Ben bu minderlere oturmak
istiyorum ama amcalar alışık olmadıklarından olsa gerek normal masayı tercih
ediyorlar. Onlara uyuyorum. Tavanlardan sarkan kavunvari kuru meyvelerin
altında bir şeyler atıştırıp –dışarıdaki fiyatın 2-3 katı fiyat var ve seçenek
çok az- karnı tok bir kedi gibi minderlere uzanıyorum. İçimden de kızıyorum
bizim şoföre, “Madem böyle bir yer vardı, neden beni yatırdınız pürtüklü
tahtanın üzerine?” Şoför yanıt veriyor, dudağını bile kımıldatmadan, “Sert yer
daha iyi senin belin için. Böyle yumuşak yerlerde yata yata fıtık olacaksın.”
Genç çift de geri gelip bir şeyler
atıştırdıktan sonra yola çıkıyoruz. Vakit çok geç sayılmaz. Polis engeline
takılmazsak gün batımına 3-4 saat kala varırız şehre. Yol boyunca cam
kenarından köylere, köyle ana caddeyi ayıran yüksek duvara, o duvardaki
resimlere ve resimlerde tasvir edilen hayata odaklanıyorum. Bir ara duruyoruz
tuvalet molası için, fotoğraf çekme şansım da oluyor. İki ana kategoriye
ayrılabilecek bu resimlerde birinci kategori buradaki halkın geleneksel yaşamı,
ikinci kategori ise halkın ÇHC yasalarına –ya da ÇHC hükümetine- bağlı kalarak
nasıl mutlu olabilecekleri. Tasvir edilen tüm resimlerde insanlar geleneksel
kıyafetler giymişler. Kadınların başı kapalı ama saçları kısmen görünüyor.
Burka yok, çarşaf yok, yüzlerini kapatan bir şey yok. Erkekler ise takkeli ve
bol entarili, sakalsız ve bıyıksızlar. Takke müslüman erkeğin müslüman
olduğunun göstergesi. Çin’in genelinde bu durum böyle ama arada merak etmiyor
da değilim, örneğin okuyup mühendis / doktor / öğretmen olmuş bir müslüman
çalıştığı yerde takmaya devam ediyor mu takkesini? Bu soru o anda kafamdan şimşek
gibi geçiyor, yanıtın “hayır” olduğunu tahmin ettiğim için durmuyorum üzerinde.
Erkeklerle birlikte dans eden kadınları tasvir eden resim radikal İslam’a karşı
seküler yaşamı teşvik edici nitelikte. “Bakın işte böyle olun.” diyor adeta.
“Eğlenmenize bakın. Hayatın tadını çıkarın. Geleneklerinizi devam ettirin.
Burka yok geleneklerinizde, çarşaf da yok. Sakal bırakmak da yok!”
Bu propagandalar bir işe yarıyor mu ya da
ters tepiyor mu bilmiyorum ama bana kalırsa doğru olana niyetleniyor Çin. Çünkü
doğa gibi insanların zihinleri de boşluk kabul etmez. Eğer devlet görevini
yapıp insanların –özellikle gençlerin- vakitlerini eğitimle, sanatla, sporla,
bilimle ve ölçülü eğlenceyle dolduramazsa insanlar çok kolay bir şekilde
kanıyorlar dışarıdan gelebilecek iştah açıcı tekliflere. Daha önce de yazdım,
Çin şimdiye kadar yaşadığım ülkeler içerisinde en güvenli ve en rahat olanı.
Tabii ki bu rahatlığın bir fiyatı olacak ve ödenen bu fiyat dışarıdaki rakipler
tarafından inatla eleştirilecek. Hele ki ABD gibi ülkelerin Çin’in istikrarla
ve inatla büyümesi karşısında takındığı kıskanç tavır, bir şekilde bölücü ve
fitneci politikalarla kendisini gösterecek. Her fırsatta kaşıyor Sincian
eyaletini; her fırsatta insan hakları ihlallerinden, din ve ifade özgürlüğünün
kısıtlandığından, insanların zulüm altında yaşadıklarından bahsediyor; sanki
kendi insanlık karneleri Çin’inkinden on kat, belki de yüz kat daha kirli
değilmiş gibi.
Radikalizm sadece Uygur bölgesi için değil,
tüm dünya için büyük bir tehlikelidir ve bunun acısını en çok çekenlerden
birisi de biz Türkiyelileriz. Az kurban vermedik memleketimizde patlayan IŞİD
bombalarına, eğlence yerlerini basan otomatik silahlı canilere. İşte Çin
kendisine de aynısının olmasını istemiyor, bu yüzden işi sıkı tutuyor. Bireysel
anlamda belki bazı kısıtlamalar vardır ama uzun erimde tüm toplumun yararına
olacak işler yapılıyor. Tabii ki arada tedbirlerin ayarı kaçıp gereksiz yere
acılar yaşatılmıştır ama bunun sistematik olduğunu ve sadece Uygur Türklerine
yönelik olduğunu sanmıyorum. Çin, ulusal güvenliğini tehdit eden veya gelecekte
edecek her türlü oluşuma karşı en sert tedbirleri almaktan çekinmiyor. Tarih
boyunca böyle yapmış, o binlerce kilometre uzunluğundaki set (The Great Wall of
China) neden yapıldıysa bugünkü internet sansürü de (The Great Firewall of
China) aynı nedenle yapılıyor. Konuyu daha fazla uzatıp, yazıyı siyasi bir
manifestoya dönüştürmeye niyetim yok ama Çin hakkında düşünen, fikir üreten
insanlara, batı medyasının yalanlarından biraz uzaklaşıp olaylara tarafsızca
bakmalarını tavsiye ederim. İşler hiç de öyle göründüğü gibi kolay değil.
Günümüz dünyası eksen değiştiren bir dönemden geçiyor. Dünyanın ekseni
Avrupa’dan Asya’ya, ya da en iyi olasılıkla Avrasya’ya kayıyor. Çin’in yerinde
hangi ülke olursa olsun, eğer yakaladığı ekonomik istikrarı sürdürmek istiyorsa
benzeri politikalar sürdürmek zorunda kalacaktır. Hele ki süper güç olma
yolunda kendisini aday olarak görüyor, dünyaya farklı bir vizyon önermeyi
planlıyorsa.
Kaşgar’ın merkezine vardığımızda Pekin
saatiyle saat altı buçuk. Yerel –halkın kullandığı ama hiçbir resmiyeti
olmayan- saat ise henüz dört buçuk. Akşama daha çok var. Odamda biraz
dinlendikten sonra akşam serinliğinde çıkıyorum dışarı. Önce pazara gidip
karnımı doyurmak istiyorum. Yoğun bir şekilde koyun ve tavuk ızgarası kokuyor
pazarın girişi. Bizim mahalle pazarlarına çok benziyor buradaki pazar;
satıcıların “Gel beş kuay, gel beş kuay” diye bağırmaları bana çocukken annemle
gittiğimiz pazarları anımsatıyor. Sanırım en büyük fark pazarın girişine ve
çıkışına metal tarayıcının konmuş olması. Bu tarayıcıdan geçmeden içeriye
almıyorlar.
İlerledikçe et kokusu yerini meyve ve sebzelerin kokusuna bırakıyor. Sağdaki ekmekçiden ekmek, soldaki narcıdan taze sıkılmış nar suyu alıyorum ama kesmiyor ekmek açlığımı. İnsanların oturup yemek yedikleri kısımda etsiz bir şeyler arıyorum uzun süre ve tam vazgeçecekken nohutlu bir yemek buluyorum yiyebileceğim. Yanında da ayran içiyorum. Buranın yoğurdu biraz ekşi, ayrıca ayrana tuz katmıyorlar. Zaten ayran değil de hafiften sulandırılmış yoğurt gibi daha çok. Sanırım ayran haline gelmesi için içine konan buzun erimesini beklemek gerekiyor. Ben beklemiyorum tabii ki… Nohut zaten bol acılı, üzerinde uzun ince şekilde rendelenmiş salatalık ve fasulye filizi var. Yanında da haşlanmış yumurta. Bu yemekle ilgili bir başka ilginçlik de yemeğin servis ediliş şekli. Yemek kirlenmesin diye tabağa konur ya, burada tabak kirlenmesin diye etrafına plastik poşet geçirilmiş. Dolayısıyla plastik poşete geçirilmiş porselen bir tabaktan yemek yemiş oluyorum.
Karnımı iyice doyurduktan sonra özgür
hissediyorum kendimi. Artık fettan kokuların peşinde sürüklenmeyeceğim, sağa
sola savrulmayacağım. Haşlanmış koyun kafalarının, şişlere geçirilmiş tavuk
kanatlarının, fokur dokur kaynayan suyun içinde eriyip liflerine ayrılan sığır
etlerinin yanlarından geçiyorum. Burada oturup yemek yiyen Çinli turist sayıca
çok. Sanırım pek çoğu Kaşgar’ın farklı havasını en çok bu pazarda
hissediyordur. Çin’in diğer kesimlerinde böyle bir pazar görmedim ben. Bizim
evin yakınlarında taze sebze ve meyvelerin satıldığı iki katlı bir yer var.
Pazardan çok dev bir manavı andırıyor. Tofudan karidese, domatesten muza her
şey var burada ama açık havada değil ve geçici değil. Her gün açık ve içerisi
iyi temizlenmediğinden olsa gerek genelde küf / nem kokuyor. Zaten bu kadar sebzenin
ve meyvenin içeride uzun süre tutulmasından sonra duvarlar ister istemez
nemlenecektir. Koku da kaçınılmaz olacaktır. Açık alanda nem olmuyor, kokular
sadece meyvelerin, sebzelerin ve pişen etlerin kokusu oluyor.
Pazardan çıkınca eski Kaşgar’a dönüyorum.
Bu arada meydandan geçerken İskender’in yanına uğramak geliyor aklıma. Bugün
başıma gelenlerden sonra yarınki Karakul gezisini iptal etmek istdeğimi söyleyeceğim
kendisine. Hiç mecalim yok açıkçası. Tekrar aynı polis tacizini çekesim yok
daha doğrusu. Üst üste iki gün olmaz en azından. Tamam, Karakul (Kara Göl) Çin’in
en batısındaki köyü olarak biliniyor. Çok güzel manzaraları varmış, yolları
dağları delip yapmışlar, göl ayna gibi yansıtıyormuş uzaklardaki yamaçları ve
tepeleri karlı dağları… İyi de yolda içi turist dolu minibüsü durdurup, benim
yüzümden iki saat bekleteceklerse istemiyorum işte. O mahcubiyet duygusu tüm
geziyi daha başlamadan bir işkenceye dönüştürüyor benim için. İskender’i bulamıyorum.
Arayıp telefonda söylüyorum. “Paranı geri ödeyemeyiz.” diyor. Zaten öyle bir
beklentim olmadığı için sesimi çıkarmıyorum. Kaşgar’daki son günümü şehrin
içinde dolanarak geçirmeye karar veriyorum.
Meydandan çıkıp, kaldığım kervansarayın arkasındaki
geniş sokaklara dalıyorum. Her ne kadar eski hali kalmamış olsa da yine de insana
farklı bir dünyaya girmiş olduğunu hissettiriyor burası. Tamam, orijinal yapılar
yıkılmış ve yerine “sahte” oldukları her hallerinden belli evler, duvarlar,
kemerli kapılar, süslü pencereler, sağlam kaldırımlar yapılmış. Bir çeşit soylulaştırma (gentrification) projesi aslında
yapılan. Kocaman bir alanı yıkıyorsun, bu alanın bir kısmını eski haline benzer
şekilde yeniden inşa ediyorsun. Arta kalan alanı da ranta açıp hem kâr
ediyorsun hem de harcanan masrafı karşılıyorsun. Ayrıca tursitlerin rahatlıkla
girebilecekleri bir mekân yaratmış oluyorsun. Eleştirilebilecek yanları çok ama
güzel yanları da yok değil. Daha önce de yazmıştım. Holywood filmlerindeki,
Avrupalıların zamanında hayalini kurduğu zengin Arap kasabalarını andırıyor.
Köşeden Ömer Hayyam çıkıp bir rubai okuyacak ya da Bağdad emirinin askerlerinden kaşan Sinbad koşarak yanımdan geçip ilerideki kalabalığa karışacak gibime geliyor.
Derinlere girdikçe, dar ve gölgelik
sokaklara daldıkça daha çok buluyor gibi oluyorum aradığımı. Yenilenmiş,
törpülenmiş, çirkin görüntüleri ortadan kaldırılmış, cilalanıp kullanıma
hazırlanmış bir Anadolu kasabası var karşımda, her ne kadar bir turistin
aradığı / arayacağı bu olmasa da! Sokaklarda top oynayan çocuklar, bir masanın
etrafında oturmuş birbirlerinin kartlarını yutan ilkokul öğrencileri –okul önlükleri
hâlâ üzerlerinde bazılarının-, kardeşinin bebek arabasını gezintiye çıkarmış
ablalar, evlerinin önündeki saksıları sulayan yaşlı amcalar, kapı önlerinde
oturmuş yaşlı kadınlar… Bildiğim bir coğrafyadaymışım hissi uyanıyor bende;
yüzler tanıdık, sokaklar tanıdık, sokaklarda dolanan insanların halleri ve
tavırları tanıdık. Belki de bir ben varım yabancı. Çocuklar benim yabancı
olduğumu anlayınca pek de yanaşmıyorlar. Belki anne babalarından aldıkları
tembih böyle, belki de benim geçici bir heves için –fotoğraf çekmek gibi-
onları kullanacağımı seziyorlar. Şikâyetçi olmadan, sesimi çıkarmadan
dolanıyorum. Konuşabildiklerimle konuşuyorum, ürküp kaçanların arkasından
seslenmiyorum. Yaşlı bir amca bir akrabasının İstanbul’da çalıştığını söylüyor.
Bir kadın çocuğuyla birlikte fotoğrafını çekmeme müsaade ediyor. Hatta poz
veriyor fotoğraf için.
Buzlu yoğurt satan pazarcı. |
Acılı nohut |
Acılı nohutu hazırlayan kadın pazarcı |
Şişlere geçirilmiş etler |
Koyun kafaları / bacakları |
Pazarın tadını çıkaran Çinli turistler |
Bal ve benzeri ürünler |
Buradan ekmek aldım. Soğanlı olan ilk birkaç ısırışta iyi geliyor ama bir süre sonra rahatsızlık veriyor. En azından bana öyle oldu. |
Akrabası İstanbul'da çalışan amca buydu. |
Yollarda gördüğüm sayısız dişçiden birisi... |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder