Sabah kalktığımda vaktin geç olduğunu fark
ediyorum. Telefon çalıyor. Karakul gezisini iptal ettiğimi sanıyordum ama İskender
sandığımdan da ısrarcı çıktı. İlla git diyor bana. Paramın yanacağına
üzüldüğünden mi yoksa daha fazla para kazanma olanağından –gittiğimiz yerlerde
yediğim yemekten, aldığım hediyeli eşyalardan tur şirketi komisyon alıyor
olabilir- mahrum kalacağı için mi benim gitmemi istiyor, bunu kestirmem
imkânsız. Ben birkaç defa daha gitmeyeceğimi belirtiyorum. Artık gerekçe falan
göstermiyorum, sadece yorgun olduğum bahanesini sığınıyorum. Belki de böylesi
daha iyi, öteki türlü zor oluyor izah etmek geziyi iptal etme nedenimi. En
sonunda o da bıkıyor, yılıyor ve aramayı bırakıyor. Odamda, yatağıma uzanmış
bir halde bekliyorum uzun süre, pencerenin önünden gölgeler geçiyor arada, içi
domates ve salatalık dolu poşetin periyodik hışırtısı beklentiye sokuyor
zihnimi, aynı işi sürekli yapan bir insanın zihni nasıl olur da bir süre sonra
bambaşka dünyalara açılırsa benimki de açılıyor, saçılıyor, uzak köşelerdeki
uzak noktaları birbirine bağlıyor. Bir yandan tavanı izlerken bir yandan
dışarıdan gelen ve estirecin uğultusuna karışan sabahın keskin seslerini
dinliyorum. Okula giden çocukların çığlıkları ve kahkahaları, demir çubuğun
dövdüğü tenekenin çıkardığı tiz çınlama sesi, uzaklardan gelen araba kornaları,
polis düdükleri, belli belirsiz konuşmalar ve aceleci birisinin merdivenleri
tırmanırken ayaklarının topuğuyla yarattığı ritmik takırtılar. Gözlerimi
kapayıp birkaç metre ilerimde var olan Kaşgar’ı dinliyorum. Bir yandan da
soruyorum kendime, Çin’i, istikrarı ve güvenliği koruma konusunda çok mu
kayırıyorum acaba diye! Haksızlık mı ediyorum buranın insanına? Onların bu
konudaki fikirlerini çok bilmesem de!
Çin hakkında yazmak zordur çünkü henüz
kendisini kanıtlamış, dünyaya sunduğu sistemle başarılmış somut bir gelişme,
bir buluş ya da bir yenilik yok görünürde. Sözler var sadece, verilmiş binlerce
söz ve tutulmuş kendine has bir yol var. Çin usulü sosyalizmin ya da Çin usulü
demokrasi dedikleri şeyin ne kadar daha yürürlükte kalacağı bilinmiyor. Şimdiye
kadar yapılan icraatlardan yola çıkarak ortaya konan gelişmeler ümit veriyor. Mevcut
güçlerin tepkisine ve çekinceli tavırlarına rağmen Çin, bildiğini okuyarak
dünyaya ders verme çabasında. Bunun yanında aynı Çin, kendi demokrasi ve
sosyalizm anlayışını başarılı kılarak dünyaya alternatif bir sistem sunma arzusunu
da saklamıyor pek. Belki şimdilik mevcut rejimin başka coğrafyalara yayılma ya
da diğer bölgelerde kök salma gibi bir amacı olmayabilir ama ben eninde sonunda
bu amacın ortaya çıkacağını düşünenlerdenim. Birlikte çalıştığı, değer ürettiği
ve karşılıklı ticari ilişkiler kurduğu ülkelerde kendisininkine benzer yönetim
sistemleri olması işine gelecektir. Hiçbir şey olmasa kendisiyle iyi çalışan
rejimleri desteklemek isteyecektir ki bu da yeter dünyanın başka bir
köşesindeki huzuru kaçırmaya ya da en azından dengesizlikleri koruyup
ezilenlerin acısını artırmaya. Örneğin, bir ülkede askeri rejim varsa ve o
ülkede insanlar işkencelere, yargısız infazlara maruz kalıyorsa; Çin, ticari
standartları gereğince, bu ülkeye sesini çıkarmayacak ve ülkenin elit kesimiyle
–askeri rejimin uzantısıyla- iş yapmaya devam edecek, nihayetinde bu
alışverişte hiçbir ahlaki yanlış görmeyecektir. Kendisini yönettiği gibi onları
da ya yönetecek ya da ekonomik yaptırım gücünü kullanarak istediği şekilde
yönetilmesini sağlayacaktır. Bütün bu belirsizlikler Çin hakkında yazmayı
zorlaştıran etkenlerden birincisini oluşturuyor.
İkincisi ise Çin etrafında oluşan siyasi
okullar. Gördüğüm kadarıyla üç ana okul var. Çinseviciler, Çinyericiler ve
Çinçarpmışlar. Çinseviciler, Çin ne yaparsa yapsın övmeye proglamlanmış, Çin’in
her alanda yaptığı gelişmeleri sürekli öne süren ve olumsuz gelişmeleri
hasır altı eden kesimdir. Bu kişilerle konuşurken Çin’i eleştirmeye dikkat etmek
gerekir. Onlara göre Çin dünyanın değişen eksenindeki son hamledir ve batının
sömürgeci / kapitalist döneminin ölüm vuruşunu Çin gerçekleştirecektir. Gerçek
sosyalizm bu ülkenin topraklarında yaşanmaktadır ve geçmişte yaşanan bir takım
talihsiz deneyimleri ikide bir akla getirerek geleceğe yapıla yatırımları
sekteye uğratmak yanlıştır. Hem bu kadar büyük bir ülkeyi yönetmek için hem de
ülkenin kaynaklarını doğru kullanabilmek için sansür ve sıkı denetim şarttır.
Aksi halde ne büyüme olur ne de gelişme. Bireylerin özgürlüğü halkın huzurundan
sonra gelir, gelmelidir de. İnsan özgür olmadan da yaşar ama huzur olmadan
yaşayamaz. Çin hakkında yapılan olumsuz
haberlerin büyük bir çoğunluğu ya yalandır ya da abartıdır. Münferit olaylardan
yola çıkarak koca Çin hakkında yorum yapmak, sistemi acımasızca eleştirmek
ancak artniyetle ve / veya kapitalist zihniyetle açıklanabilir. Burası hem
güvenli, hem huzurlu hem de yasaların sınırlarında kalmak kaydıyla zengin olmak
isteyenlere her türlü fırsatı sunan birinci sınıf bir ülkedir.
Çinyericiler ise, Çin ağzıyla kuş tutsa bile
beğenmeyen, patlayacak inşaat balonunu ya da çökecek borsayı dört gözle
bekleyen, bireysel özgürlükten mahrum bir toplumun bilim, sanat ve teknoloji
alanında gelişebileceğine asla ihtimal vermeyen, batının demokrasisinin eninde
sonunda galip geleceğine inanan ve bunun kanıtlanacağı günün bir an önce gelmesini
arzulayan gruptur. Bunlara göre Çin’deki sistem baskıcı, halk da bu baskıcı
rejim altında inin inim inleyen zavallılardır. Bunun farkında olmamaları baskı
ve zulüm gerçeğini değiştirmez. Ellerinden gelse hemen isyan bayrağını açıp
devlet yapısının altını üstüne getireceklerdir. Çin şimdiye kadar almış aldığı
yolu ucuz iş gücüne ve taklitçilikten beslenen ekonomiye borçludur. Dolayısıyla bu
ülkenin bilim ve teknoloji üreten bir topluma dönüşmesi ham hayaldir. Dünyaya
sunduğu şeyler hep pratik alanda boşlukları dolduran araçlardır. Oysa teorik
alanda, salt bilgi üretme adına ciddi bir girişimi olmamıştır, ileride de
olmayacaktır.
Üçüncü grup ise benim de içine dâhil
olduğumu düşündüğüm (olmak için gayret sarfettiğim); arafta kalmayı tercih eden ve “Durum iyiye gidiyor ama dur
bakalım ne olacak?” diyerek kalabalığa katılmaksızın yürüyüşü kenardan
izleyenler. Çinçarpmıştır ve Çin'in kendisine çarptığının farkındadır. Ayılana kadar sağlıklı bir karar veremeyeceğini bilir. Yeri geldiği zaman Çinsevici olurlar, yeri geldiği zaman da
Çinyerici. Bir türlü karar veremezler hangi tarafta duracaklarına, karar
verememek rahatsız etmez onları çünkü nasıl ki batının kötü yanlarının yanında
iyi yanları da vardır, Çin’den de farklı bir tutum beklenemez. Münferit
olumsuzlukları, “münferit” kelimesinin meydana getirdiği kolaycılıktan izole
etmek için bu olumsuzluğun arkasında yatan sistemsel soruna odaklanarak analiz
etmeye çalışırlar. Bir dağın yüz ayrı yerinde kar birikir ama bu birikintilerin
birisi çığa dönüşür. Çığı var eden şey münferit bir aşırı ses ya da uzaklardaki
plansız patlama olabilir. Sorun yüz tane düşmeye hazır çığın yakınlarında neden
insanların konakladıklarındadır. Dolayısıyla potansiyel “kaza” olmadan kazanın
kendisini gerçekleşmesi de olmaz. Bunu gözardı etmek, suçluları
cezalandırmamak, sadece ve sadece gelecekteki benzeri kazaların tekrarını
sağlayacaktır. Bir düzelmenin olması, sorumluların sıkı çalışıp sorunları yavaş
yavaş da olsa çözüyor olmaları, insanların büyük bir çoğunluğunun mutlu ve
huzurlu olması sistemi eleştirilemez yapmaz. Samimi bir entelektüele (düşünen
zihne) düşen her iki tarafa da söz hakkı vermek ve ezilenlerin / masumların haklarının
önceliğini korumaktır. Devlet her ne kadar iyi niyetli olursa olsun hatalar
yapar ve bu hatalar kendisine gösterilmezse yapılmış hataların daha büyüğünü de
yapar. Çinçarpmışlar, bir yandan Çin’in son yirmi-otuz yılda göstermiş olduğu
olağanüstü başarıyla başlarının dönmesine izin verirken bir yandan da akli
melekelerini yitirmeksizin bu hızlı büyümenin getirdiği sorunlara insancıl,
tarafsız ve hakperest açılardan bakmaya çalışanlardır.
Bir Çinçarpmış olarak; Çin’in Sincian
politikasını güvenlik ve istikrarı koruma adına överken, Çin'in toprak bütünlüğüne saygı duyarken ve Sincian eyaletinin Çin'de kalarak hem ekonomik hem de kültürel* açıdan daha verimli / özgür durumda kalacağını düşünürken; yine de ara ara kendini gösteren sert uygulamalardan kaynaklanan bazı aksaklıkları görmezden gelemem. Örneğin
yola çıkmadan önce okuduğum “Yabani Güvercin**”
adlı öykünün yazarının on yıl hapse mahkûm edilmesini ve büyük bir olasılıkla
hapishanedeyken yeterli tedavi kendisine verilmediği için genç yaşta hayatını
kaybetmesini, kendim de bir öykü yazarı olarak nasıl affedebilirim? Nurmuhammet
Yasin Örkeş, sözünü ettiğim öyküyü, 2004 yılının mayıs ayında Kaşgar’daki
bir edebiyat dergisinde yayımlıyor. Aynı yılın kasım ayında dergi toplatılıyor,
Örkeş’in evine baskın yapılıyor. Defterlerine, bilgisayarına, notlarına el
konuluyor. Ardından yapılan avukatsız bir yargılamayla –kendisi istememiş
avukatı güya- Örkeş 10 yıl hapse mahkûm ediliyor. İnternette bulduğum bilgilere
göre yazar 2013’te ölmüş, yani hapisten çıkmasına bir yıl kala. Bu öykünün
şimdilerde ayrılıkçı Doğu Türkistan Dernekleri tarafından övülmesi (Çin böyle
sert bir önlem almasaydı ayrılıkçıların umurunda bile olmazdı bu öykü, unutulur
giderdi, Uygurca ve Çince bilmeyen benim de haberim olmazdı. Şimdi en az on
ayrı dile çevrilmiş halde, internetin her yerinde mevcut.) ve web sayfalarında
bu konuda yazıp çizmeleri, yazarın düşüncelerini ifade ettiği için
cezalandırılması yanlışını düzeltmiyor maalesef. Bağımsızlık istemek bir
şeydir, bağımsızlık adına eline silah alıp masumları öldürmek başka bir şeydir.
İkincisi insanın canına kıymıştır, suç işlemiştir ve cezasını çekmelidir.
Birincisi ise düşüncelerini ifade etmiştir. Bu düşünceleri beğenmiyorsanız
karşı düşünceler üretirsiniz, özgürlüğün kuşlar için ne kadar zararlı olduğunu
işlersiniz farklı sanat eserlerine. “Yabani Güvercin”in intihar etmediği, hatta
tam tersine kafesteyken daha mutlu olduğunu anlatan öyküler yazıp halka
dağıtırsınız. Düşünceye düşünceyle, eyleme eylemle karşılık verirsiniz. Devletin
gücü ve ciddiyeti bunu gerektirir. Düşüneni hapseden, düşündüğünü ifade edeni
susturan, ezen ve yok eden bir rejim içinde yaşadığımız dünyada düşman sayısını
artırmaktan başka bir iş yapmış olmaz.
Burada parantez açıp öyküyü sanatsal açıdan
pek de beğenmediğimi, metaforik anlatılarda duyduğum o meşhur acı tadı bu öyküde
de aldığımı söyleyeyim. Belki edebiyatla haşir neşir olmayan insanlar için
değerli bir anlatı olabilir, bilemiyorum. Ben Orwell’ın “Hayvan Çiftliği” ve
“1984” gibi romanlarını da “Burma Günleri” romanından ya da “Paris’te ve
Londra’da Beş Parasız” anı kitabından sanatsal açıdan daha düşük seviyede
görürüm. Anladık, Stalin’i domuz yapmışsın, Troçki’yi fare. Stalin köpeklerini
Troçki’nin üzerine salıyor ve Troçki çiftlikten kaçıyor, falan filan... Yaşım
ilerledikçe, kendi yazdıklarım da dâhil olmak üzere böyle metinlere dayanamaz
hale geldim. İçinde oyun olmasın, yazar zekâsını değil de duyarlılığını
göstersin, gözlemleriyle hikâyeyi harmanlayıp, bir mesaj vereyim kaygısı
duymaksızın anlatsın öyküsünü. Mesaj yine bulunur zaten, o istemese de bulunur.
Yeter ki samimi olsun, bir sancısı olsun, masanın başına otururken “Ben yazarım
ve bir şeyler yazmalıyım.”dan başka bir derdi olsun. Konudan uzaklaşıyorum.
Parantezi kapatayım burada.
Şunun da farkındayım. Yasaları uygulamanın
şiddeti noktasında dengeyi yakalamak çok zordur. Yani, eğer yasa koyucular çok
sert davranırlarsa pek çok masumu da gereksiz yere cezalandırmış olurlar. Yok, eğer
yumuşak davranırlarsa pek çok suçlu dışarıda elini kolunu sallayarak gezer ve
suç işlemeye devam eder. Bu dengeyi korumak ve halkın şikâyetlerini engellemek
için adalet sisteminin şeffaf, tarafsız ve eşitlikçi olması gerekir. Oysa Çin
bu konuda pek de iyi bir iş çıkarıyor denilemez. Bırakalım şeffaflığı,
eleştiriyi bile hoş karşıladığını sanmıyorum. Hoş karşılasa bile eleştirinin
dozunu kontrol eder, şikâyetlerin yayılmasını ya da duyulmasını engeller. Bunu
da yine istikrarın korunması ve / veya ekonomik büyümenin devamı bahanesiyle
yapar. Halk için bireyler feda edilir. Feda edilen bireyin şikâyet etme
araçları da elinden alınır. Çin'in toprak bütünlüğünü, terörle mücadelesini ve dini kullanarak dış kaynaklı ayrılıkçı hareketleri körükleyenleri cezalandırmasını anlamak ve bu tedbirlere hak vermek bir şeydir; bu tedbirler uğruna sanatın ve edebiyatın kurban edilmesini desteklemek başka bir şeydir. Birincisine ne kadar hak veriyorsam ikincisine o kadar karşıyım. Kendisine güvenen, haklı olduğunu düşünen bir güç kendisi gibi düşünmeyeni susturmaz, tam tersine ona karşı mantıklı tezler üretir ve onu ikna eder. Güce ve akla yakışan budur. Ancak haksızlar, karşı tarafın kazanacağından korkanlar sorulara izin vermez. Çin gaddar bir öğretmen değildir, ama arada kendisini tutamayıp gaddar bir öğretmen gibi davrandığı ve karşısındaki öğrenciyi ezdiği doğrudur. Bunu görmezden gelmek bir düşünürün / yazarın aydın kimliğine yakışmaz.
Bu düşünceler, ben böyle gözüm kapalı bir
halde yatağa uzanmışken gelmiyor aklıma tabii ki. Uzun süredir kafamı meşgul
eden sorular bunlar, Çin’e ayak bastığım ilk andan beri kafamda evirip
çevirdiğim ve asla yanıtlayamadığım için havasız bir ortamda salınan bir sarkaç
gibi beni, Çinsevicilikle Çinyericilik arasında sürekli götürüp getiren
sorular. Öykü yazdığı için hapse atılan ve hapishanede yeterli tıbbi tedaviyi
alamadığı için ölen, geride de iki çocuklu bir eş bırakan bir yazarın yerine
koymaya çalışıyorum kendimi. Koyamıyorum gerçi, “devletin bekası” denilen
saçmalığa inanmadığım için koyamıyorum. Tarihteki hangi devlet baki kalmış ki günümüzdeki
şu ya da bu devlet bundan sonra baki olsun? Sömürgeci ya da kapitalist
olmayacağım derken sanatçıyı sınırlayan, hatta sınırlamakla kalmayıp onu yazdıklarından
dolayı hapse atan, içinde Çin kelimesi bile geçmeyen bir öyküden dolayı eli
kalem tutmaktan başka bir şey yapmamış birisini öldüren bir rejime hak vermek
zorunda değilim. Batı saldırgan ve sömürgeci tavırlarıyla kötü diye Çin ne
yaparsa yapsın iyidir demek ya da böyle bir kural varmış gibi batının karşısına
hatasız bir Çin koymak saflıktan da öte bir şey, bir çıkar ilişkisini andırıyor daha çok. Ne zaman Çin’i övsem vicdanım
bir nebze rahatsızlık duyuyor bu yüzden çünkü Çin’i överken yapmış olduğu
adaletsizlikleri de övmüşüm gibi hissediyorum. Tarihte ne hükümdarlar, ne
halklar ve ülkeler gelmiş. Hepsi “devletin bekası” demişler ama hiçbirisi
tutunamamış, yok olup gitmişler. Beş bin yıl sonra, yirmi bin yıl sonra kalacak
mı bugün kurduğumuz devletler, onların güçlü orduları. Bir Hititli de en az
bugünkü bir Amerikalı ya da Çinli kadar çok güveniyordu ülkesinin sonsuza kadar
ayakta kalacağına. Hititleri yıkan Frigyalılar da aynı şekilde düşünüyorlardı. Ne
ona yâr oldu toprak ne de diğerine. Geride ise bu toprağı paylaşamayanların
acısı kaldı geriye, onların ahları, analarının gözyaşları, çocukların kapı ağızlarında
bekleyen umutsuz bakışları… Her şey geçici ama insanın acısı, ıstırabı ve
çilesi geçici değil, bir tek bunlar sabit, toprağın bağrına saplandıkça daha
gür çıkıyorlar ne yazık ki. Hükmetmek, en büyük olmak, en zengin ve nüfuzlu olmak her zaman
için iyi olmanın, güzel işler yapmanın ve geride güzel anılar bırakabilmenin
önüne geçmiş tarih boyunca. Bu yüzden de kavga asla bitmeyecek, benim
umutsuzluğum ölümümle sonlanacak.
Gözümü açıyorum. Odanın içi estirece rağmen iyice
ısınmış. Poşet periyodik hışırtısına devam ediyor, dışarıdan gelen ayak sesleri
seyrekleşmiş. Kalkıp duş almak için hazırlık yapıyorum. Ardından, dünden kalma
ekmek, kahve, domates ve salatalıkla karnımı doyuruyorum. Sonrasında da kendimi
sokağa, güneşin yakıp kavurduğu kaldırımlara atıyorum. Kaşgar'daki son günümde viranşehiri (eski Kaşgar'ı), halk parkını, dev Mao heykelini ve ayaklarımın beni rastgele götüreceği sokakları dolanacağım.
---
* Özgür bir Sincian çok kısa bir sürede civarındaki diğer ülkelerin kültürel hegemonyasının altına girecek ve çok hızlı bir şekilde asimile olacaktır. En azından Çin'in bir parçası olarak kültürünü yaşatabiliyor, dilini konuşup yazabiliyor, radyosunda ve televizyonunda kendi değerlerini yayımlayabiliyor.
** Öyküye ağbağı koymuştum ama web sayfası ABD destekli bir grubu temsil ettiği için ağbağını iptal ettim. İsteyen google'da ufak bir arama yaparak öyküye ulaşabilir. Benim okuduğum Türkçe çeviride hata çoktu. İngilizce biliyorsanız İngilizcesini okuyun.