Son günlerde
iyice Çin kimliği sorununa taktım kafayı. Sanki bu sorunu halledince her şey
düzelecek, Çin daha yaşanılabilir bir ülke olacak. Böyle bir iddiam olamaz,
olmayacak da. Yalnız, geçmişte yapılan ve günümüzde de yapılagelen bir
haksızlığı reddetme, bu haksızlığı yapanlara hesap sorma ve en azından gelecek
de karşımıza çıkacak benzer retoriklerin önüne geçme adına önemli bir yanı var
bu işin. Çünkü Çin’in yakın tarihinde henüz bu konuyla ciddi bir hesaplaşmanın
yapılmış olduğunu söylemek güç. Ülkenin sevip saydığı, büyük yazar olarak
dünyaya takdim ettiği Lu Şun gibi dev kalemler bile aynı kimlik sorunundan
mustarip olmuşlarsa, Bertrand Russell gibi aydın kimliğiyle milyonlara örnek
olmuş keskin bir zekâ bile kendinden önce gelen oryantalist söylemi reddetmek
yerine, kolaya kaçıp üzerine yatmışsa; bu konuda söylenecek şeyler henüz
bitmemiş demektir.
Öncelikle
kimlik sorunsalı ile başlayalım. Bir milleti, bir ırkı diğerlerinden ayrı yapan
alamet-i farikası var mıdır? Soruya hayır yanıtı vermek zor çünkü hepimiz bir
şekilde bir yere, bir topluluğa ait hissederiz kendimizi. Aşağıdaki parkta, pijamalı ve atletli adamları mangal yapıyorken görsem, "Aha Çanco'ya Türkler gelmiş." derim hemen. Kesişim noktalarımız "biz" kelimesinin içini doldurur ve bir noktadan sonra "aidiyet" sorumluluğunu meydana getirir. Bu aidiyet her ne
kadar toprağa doğru olsa da zamanla toprağın üzerinde yeşeren ürünlere de yayılır bu his.
Bu ürünlerden birisi de hiç kuşkusuz insandır.
İnsan, tıpkı buğday gibi, tıpkı koyun gibi, tırtıl gibi, çiçek gibi toprağın bir ürünüdür. Sadece toprak değil tabii; iklimin, coğrafyanın, nüfus yoğunluğunun, suyun, havanın ve birbirini etkileyen yüzlerce farklı doğal değişkenin bir ürünüdür insan. Fonksiyon hem çok değişkenlidir hem de değişkenler arası var olan pozitif ve negatif korelasyonlar, insanı tam olarak anlamamızı olanaksız hale getirir. Bu zorluk kimi zaman düşünen insana tuzaklar hazırlar. Çünkü sindirilmesi gereken bilgi çok fazladır ve insanın hem zamanı hem de akıl gücü sınırlıdır. Bu yüzden pek çok düşünen zihin, insanlar arası farkları doğal nedenlere bağlamak yerine, yapay (hatta çoğu zaman varlığı bile kanıtlanamayan) nedenlere bağlar. Böylece işin içinden çıkar ve kurtulur. Sorunun kaynağını görmezden gelerek sorunu anlamak olanaksızdır, bir de çözüm üretmeye kalkışırsak iş iyice kontrolden çıkar.
İnsan, tıpkı buğday gibi, tıpkı koyun gibi, tırtıl gibi, çiçek gibi toprağın bir ürünüdür. Sadece toprak değil tabii; iklimin, coğrafyanın, nüfus yoğunluğunun, suyun, havanın ve birbirini etkileyen yüzlerce farklı doğal değişkenin bir ürünüdür insan. Fonksiyon hem çok değişkenlidir hem de değişkenler arası var olan pozitif ve negatif korelasyonlar, insanı tam olarak anlamamızı olanaksız hale getirir. Bu zorluk kimi zaman düşünen insana tuzaklar hazırlar. Çünkü sindirilmesi gereken bilgi çok fazladır ve insanın hem zamanı hem de akıl gücü sınırlıdır. Bu yüzden pek çok düşünen zihin, insanlar arası farkları doğal nedenlere bağlamak yerine, yapay (hatta çoğu zaman varlığı bile kanıtlanamayan) nedenlere bağlar. Böylece işin içinden çıkar ve kurtulur. Sorunun kaynağını görmezden gelerek sorunu anlamak olanaksızdır, bir de çözüm üretmeye kalkışırsak iş iyice kontrolden çıkar.
Ben, bir
milletin, bir ırkın kendilerine ait, “değişmez” ve “yerinden oynatılamaz”
karakterleri olduğuna inanmıyorum. Daha önce de yazmıştım, insan coğrafyanın
kölesidir. Şartlar insanı zorlar, şekilden şekle sokar, var olanı yok eder,
olmayanı var eder. Çünkü Darwin’in yaşayan tüm organizmalar için kullandığı üç
kural insan için de geçerlidir. Göç et, Adapte ol ya da Öl (Migrate, Adapt or
Die).
İnsan bir
yerde yaşam koşulları zorlaşınca adapte olmaya çalışır. Büyük bir olasılıkla da
bunu başarır. Sıcağa da alışır, soğuğa da! Kıtlığa da alışır bolluğa da!
Susuzluğa da alışır her yıl tekrar eden su taşkınlarına da! Baktı olmuyor, tüm
uğraşlarına rağmen beceremiyor, ne koşulları değiştirebiliyor ne de kendisini;
bu durumda göç etmek zorunda kalır. Göç etmek kolay değildir çünkü bilinmeze açılan
yelkendir göç. Geniş ailelerin, çocuklu kadınların, yaşlıların ve sakatların
içinde bulunduğu topluluklar için göç aynı zamanda kayıptır. Göç edebilenler
eder, kurtarır canını. Yeni bir toprakta, yeni bir hayata başlar. Oraya ayak
uydurmaya bakar. Edemeyenler ölür, toprağa karışır, bir nev’i geldikleri yere
dönmüş olurlar. Ölenlerin dışındakiler değişmeye mahkumdur. Yeni yere göçmüş olsa da eski yerde kalmış olsa da adapte olmak bir zorunluluk olacağı için "kültürün" ve ona bağlı olan "kimliğin" ortaya çıkması, evrilmesi kaçınılmazdır.
Örneğin ben, Çin’de neredeyse evrensel bir kültür gibi
kanıksanmış olan “yavaşlığa övgü” kavramının ülkenin coğrafyasına bağlı
olduğunu düşünüyorum. Bu fikir, geçen akşam bir arkadaşla Çanco’nun içinden
geçen kanal boyunca yürürken geldi aklıma. Bir kanal var, içinde su var ve su
akıyor. Akıyor ama aktığını anlamak olanaksız. O kadar yavaş, o kadar ağır bir
debisi var ki suyun insan bakarken usanıyor. Tabii bu benim, usanıyorum çünkü
çağıldayarak akan Çoruh nehrini görmüşüm, kış aylarında kenarlarını yıkacakmış gibi akan Melet ırmağını izlemişim… Türkülere, halk hikayelerine konu olmuş bu
çağıldayarak akan ırmakları dinlemişim, köyün şırıldayarak akan deresinde ıslanmışım. İnsanların hayatını şekillendirmiş, kavgalara ve
barışlara sebebiyet vermiş, dağlardan kopup çağlayarak akan; denize ulaşınca sakinleşen, sessizleşen bu ırmaklar. Oysa burası Çin ve burada ırmaklar akmıyormuş gibi
akıyor. Bunun nedeni eğimin çok az olması, kilometrelerce gidiyorsun rakım birkaç metre artıyor. Kentler Çin’de dümdüz. İnsanı
heyecanlandıracak bayırlar, üzerine çıkınca aklını başından alacak rüzgârlı tepeler, dalgaların kayaları dövdüğü sahiller
yok. Varsa yoksa akıp akmadığı belli olmayan nehirler, durgun sularıyla tatlı
su kaynağı olmaya devam eden göller ve bir de yeşillikler içinde yapılan küçük
parklar. Dolayısıyla bu kentlerde yaşayan insanlar da kentin doğal yavaşlığına
ayak uydurmak zorunda. Her yere ve her şeye bir sükûnet hâkim. Neden acele
etsin ki! Irmağa bırakılan mallar saatte 3 km hızla güneye doğru ilerliyorsa,
ticareti hızlandırmanın ne anlamı var? Yavaş yavaş işler halloluyor işte!
Doğadaki bu yavaşlık kültüre kesinlikle yansıyor. Kültür de nihayetinde insanın
kimliğine şekil veriyor. (Modern Çin'de tabii ki hız önemli bir etken insanların hayatını şekillendiren. Zaten kentlerin bugünkü yapısı kenti doğadan koparıp, doğayı kente hapsetmeyi hedefliyor. Nehirleri de kimsenin gördüğü yok artık. Üzerindeki köprülerden geçiliyor, yanında motor sürülüyor ama kimse nehre bakıp onu hayatının bir yerinde içselleştirmiyor. Bir süs ve hatta bir fazlalık gibi.)
Kimlik
dediğimiz olgu, insanın üzerinde yaşadığı toprakla olan ilişkisini tanımlar.
Değişken olduğu kadar soyuttur da. Bir milletten ya da ırktan çok, toprağa ve
toprağı değerli yapan “emek” faktörüne bağlıdır. Yani, doğanın insan üzerindeki eksiksiz gücünü saymazsak, sınıflar
arasındaki ilişkilere, farklara ve en çok da sürtüşmelere bağlıdır. Bu noktadan
bakınca hayatını misyoner olarak geçirmiş, gittiği her yerde yaverleri tarafından
korunup kollanmış, tanıştığı Çinlilere “Tanrı’nın yolunu bulamamış zavallılar”
gözüyle bakmış bir rahibin, Çin toplumu hakkında yazdıklarının ne derece
gerçeği yansıtabileceğini az çok tahmin edebiliriz. Biz belki ederiz ama
maalesef, bu ülkede yüz yıldan uzun zamandır akıl tutulmasına neden olan bir
yapıtın, onun gözüyle Çin’e bakmayı kendilerine düstur edinmiş aydınlar
tarafından övülmesine engel olamayız.
Sözünü ettiğim
rahip Arthur Smith. Dillere destan kitabına ad olarak “Chinese Characteristics”
adını vermiş. Kitabı internetten, ücret ödemeksizin edinmek mümkün. Ben büyük
bir kısmını okudum ama nedense okudukça hevesimi yitirdim, canım sıkıldı.
Genelde başladığım kitabı bitirmeden kolay kolay bırakmam bir kenara ama
Smith’in, gözlemlerinden yola çıkarak vardığı sonuçlar öylesine banal, öylesine
bilimsellikten uzaktı ki bir türlü ortaya attığı iddialara ciddiye alamadım. Bir
de o kendini beğenmiş tavırlar, Çinli halkı geri zekâlı yerine koyma, köylüleri
İsa’nın ışığına muhtaç cahil ve kirli insanlar gibi görme…
Arthur Smith |
Smith, Çin’e
yıllarını vermiş birisi. Bende pek saygı uyandırmasa da takdiri hak edecek bir
yanı olduğunu kabul edebilirim. Tipik bir misyoner, köyleri geziyor, halkı İsa’nın
yoluna çağırıyor. Tüm dindarlarda olan kendinden olmayanlara hoşgörülü davranma
hastalığı onda da var. Hristiyan olmayanları kendisiyle eşit görmeme, onları
karanlıklar içinde kalmış zavallılar olarak tanımlama hastalığı. Bir rahibin
ister istemez sahip olduğu bu "mesihi" bakış açısı kitabın her sayfasına yansıyor doğal
olarak. Kitap 1890’larda basılıyor ve 1920’lere kadar Çin üzerine kafa yoran
hemen hemen tüm yabancılar tarafından en çok okunan kitaplardan birisi oluyor.
Bunda etkili olan en büyük neden doğal olarak kitabın “gerçeği anlamaya ve ona
pasif olarak ayna olmaya değil de onu şekillendirmeye odaklanmış” (James Hevia) oryantalist tarzı.
Kitaptan bir bölüm |
Malum,
oryantalist bakış açısı, başlı başına bir sindirme politikasının aracıdır. Önce
rahipler gelir, ardından tüccarlar ve sonra da askerler. Askerlerden sonra da
daha çok tüccar gelir, ülkenin tüm kaynakları sömürülene kadar askeri, din adamı
ve tüccarı seferber olur. İşleri bitince de çekip giderler. Arkalarında, kendi
ülkelerine birer oryantalist gibi bakmaya ant içmiş “içi beyaz dışı sarı/siyah”
işbirlikçiler bırakarak. Bu örüntü o kadar yaygındır ki sömürgecilik sonrası
(post-colonnial) edebiyat kapsamında kabul edilen hemen her romanda, bu
işbirlikçilere rastlarız. Orwell’ın “Burma Günleri” romanındaki Dr Veraswami
karakteri buna çok iyi bir örnektir. Bilerek ya da bilmeyerek sömürgecilere
yardımcı olurlar, onların işlerini kolaylaştırırlar. Çünkü beyaz adam halkı
küçük görse, halk ona itiraz edebilir ama halkın kendi içinden çıkardığı ve insanların saygınlığını kazanmış birisi halkı aşağıladığında “Haaa, bunun bir
bildiği vardır.” demeye başlar insanlar.
Kitaptan bir bölüm. |
Kitapta
anlatılanları tek tek yazmaya gerek yok. Başlıklar genel olarak “Yüz, Zaman,
Tasarruf, Saygı, Nezaket, Yabancılara duyulan nefret, Yalan söyleme, Duyarsızlık” gibi genel adlardan oluşuyor. Bu başlıklar altında
Smith ağır ağır Çin halkı hakkındaki gözlemlerini ve bu gözlemlerden çıkardığı
tuhaf sonuçları tartışıyor. Örneğin zaman başlığı altında Çinlilerin zamana
riayet etmediklerini, asla dakik olmadıklarını, böyle şeyleri kafaya
takmadıklarını söylüyor. Buraya kadar bir sorun yok. İnsanların dakik olması
uygarlığın hız ve emek kavramlarının kesişim noktasına ulaşmasına bağlıdır.
Köylü neden zamanla uğraşsın? Hem zaten hayat yavaş hem de işleri hızlı yapıp arta
kalan vakitte ne yapacak? Sanayi devrimini yaşamamış bir ülkenin zamana sahip
çıkmasını beklemek abesle iştigal değildir de nedir? Hadi bunu geçtik, zamana
saygı duymamanın kimlikle olan ilişkisi ne kadar güçlüdür? Sanayi devrimini
yaşamış ülkeleri görüp gelmiş Çinlilerle hiç mi tanışmamış Smith? Onların
farklı davrandıklarını hiç mi gözlemlememiş? Ayrıca, dağda bayırda saatle iş
yapan mı kültürsüzdür yoksa saatiyle gününü bölen mi? Maalesef bu soruları
yazara sorma şansımız yok. Olsaydı keşke, gelseydi Smith görseydi zamanında
kalkan trenleri ve otobüsleri. Gelseydi de görseydi bir dakika bile gecikmeyen
metroyu… Kimlik mi dediniz? Çinliler geç kalmayı sever mi dediniz? Zamanın
parayla ve verimle eşdeğer tutulduğu bir topluma dönüşen Çin’de doğal olarak
Çinliler de bu değişimi yaşamış, kent hayatına uyum sağlama adına gerekli
adımları atmışlardır. Çinliler üzerlerine düşeni yapar ama batılıların
gözündeki Çin imajını değiştirmek zordur.
Kitabın ilk baskılarından birisinin kapağı. |
Ekonomi
başlığı altında ise daha büyük bir ayıba imza atıyor Smith. Bir tanıdığını 20
km uzaktaki bir mesafeye taşıyan hamalların 10 kuruş tasarruf için nasıl da
aynı yolu yürüyerek geldiklerini anlatıyor. Hamallar, gittikleri yerde para
verip kahvaltı yapmak yerine, geri gelip ücretsiz yemeklerini yemişler. Smith’e
göre bu aşırı tasarrufun, ihtiyacı olduğu halde harcamamanın, kısacası
cimriliğin göstergesiymiş. Haklı olarak şaşırıyor insan, haklarında yargıya
vardığı kişiler insan taşıyarak hayatını kazanmaya, belki ailelerini
geçindirmeye çalışan hamallar. Hele bir kendini onların yerine koy bakalım,
hele bir üç kuruşun hesabını yapmak zorunda kalacak kadar yoksullukla tanış. Böylesi ekonomik
bir seçimi, insanların sınırlı gelirlerine ve bu sınırlılığın zorladığı seçim
yapmaya atfetmek yerine, bundan “Çinliler para harcamazlar.” diye bir sonuç
çıkarmak, hem akıl dışıdır hem de okuyucuyu ister istemez Smith’in niyeti
hakkında kuşkuya düşürür. İnsan, koşullara göre çözüm üretmek zorundadır.
Hamallar da büyük bir olasılıkla 10 kuruşun hesabını yapacak kadar yoksuldu.
Zengin bir Çinlinin 10 kuruş için 20 km yürüyeceğine kim inanır? Paran varsa
davranışların ona göre şekillenir, rahat davranırsın, etrafındaki ufak tefek
olayları dikkate almazsın, kendini güçlü ve sarsılmaz hissedersin. Parasızsan
karakterin de ona göre şekillenir. Bir tek kuru gururla yürütemezsin
karakterini. Bir süre sonra gazın biter ve yolda kalırsın.
Uyku başlığı altında söylemini ırkçılığa kadar vardırır, Smith. Çinlileri; buldukları her yerde uyuyabilen, bir tuğlayı kafalarının altına yastık yapıp horuldayabilen, tüm dünya başlarına yıkılsa dahi uykularını bölmeyen bir millet olarak karakterize eder. Bir yerde, öğlen uykusuna dalan köylüleri "kış uykusuna dalan ayılara" benzetir. Aynı paragrafın sonunda, isterse Çin'de bir uykucu yarışması yapabileceğini söyler. Bu yarışmada el arabasına oturmuş halde, kafası yukarıda, bacakları havaya doğru dikilmiş, ağzı açık bir şekilde, tıpkı tavandan sarkan bir örümcek gibi uyuyan Çinlileri yarıştıracaktır Smith. Kullandığı dildeki şimdiki zaman vurgusu ve Çin'de yaşamışlığının getirdiği özgüven -okuyucuya da bulaşır bu güven duygusu-, doğal olarak Smith'i daha etkili yapacaktır.
Kitabın sonunda Çin'in kendi başına ayakları üzerinde durup duramayacağını sorar ve buna vereceği yanıt hazırdır. "Çin'in reformu için belli başlı karakterlerin hedeflenmesi ve kirlenmiş huyların temizlenmesi gerekir. Vicdan hak ettiği makama geçirilmelidir." Bu da ancak Hristiyanlığın Çin topraklarında yayılmasıyla ve İsa'nın mesajının kalpleri fethetmesiyle mümkündür. Aksi takdirde Çin'deki "karaktersizlik" sorununu çözmeye olanak yoktur.
Uyku başlığı altında söylemini ırkçılığa kadar vardırır, Smith. Çinlileri; buldukları her yerde uyuyabilen, bir tuğlayı kafalarının altına yastık yapıp horuldayabilen, tüm dünya başlarına yıkılsa dahi uykularını bölmeyen bir millet olarak karakterize eder. Bir yerde, öğlen uykusuna dalan köylüleri "kış uykusuna dalan ayılara" benzetir. Aynı paragrafın sonunda, isterse Çin'de bir uykucu yarışması yapabileceğini söyler. Bu yarışmada el arabasına oturmuş halde, kafası yukarıda, bacakları havaya doğru dikilmiş, ağzı açık bir şekilde, tıpkı tavandan sarkan bir örümcek gibi uyuyan Çinlileri yarıştıracaktır Smith. Kullandığı dildeki şimdiki zaman vurgusu ve Çin'de yaşamışlığının getirdiği özgüven -okuyucuya da bulaşır bu güven duygusu-, doğal olarak Smith'i daha etkili yapacaktır.
Kitabın sonunda Çin'in kendi başına ayakları üzerinde durup duramayacağını sorar ve buna vereceği yanıt hazırdır. "Çin'in reformu için belli başlı karakterlerin hedeflenmesi ve kirlenmiş huyların temizlenmesi gerekir. Vicdan hak ettiği makama geçirilmelidir." Bu da ancak Hristiyanlığın Çin topraklarında yayılmasıyla ve İsa'nın mesajının kalpleri fethetmesiyle mümkündür. Aksi takdirde Çin'deki "karaktersizlik" sorununu çözmeye olanak yoktur.
Şunu kabul
edebilirim. Bir millet kendi kimliğini başka milletleri tanımadan fark edemez.
Öyle değil mi? Basit bir örnek vereyim. Tüm erkeklerin sakal bıraktığı bir
toplumdan birisi başka bir yere gitse ve sakalsız erkeklerin normal
karşılandığını görse, anında sakalından bir anlam çıkarmaya başlayacaktır. O
andan itibaren sakal basit bir fiziksel fark olmaktan çıkar ve aidiyeti temsil
eden bir özellik halini alır. Bu şekilde toplanan aidiyet duyguları da zamanla taşlaşır
ve kimliğe dönüşür. Bu bir Türk için böyle olduğu gibi, bir Çinli için de
böyledir. Başkasının aynası olmadan kendini görmen, kendini tanıman ve
tanımlaman olanaksızdır. Buraya kadar sorun yok. Asıl sorun böylesi bir
karşılıklılığın kolayca anlaşılabileceğini bilmelerine rağmen Smith’in
yapıtının aşırı derecede ilgi görmüş olması ve kendisinden gelen pek çok
düşünürü peşine takmış olması. Öyle ki sadece bireyleri değil, tüm bir 4 Mayıs
hareketi düşünürlerini meşgul etmiştir “Biz Çinlilerin neyi eksik?” sorusu.
Çinli aydınlar, kendilerinde bir şeylerin yanlış olduğuna öylesine inanmışlar
ki artık sorunun çözümü için hayatlarını sözde var olan ve bozuk olan Çin
Kimliği’nin yanlış taraflarını tamir etmeye adamışlardır.
Oysa Çin
Kimliği de tıpkı tüm diğer ulus-devletçi kimlikler gibi bir efsaneden ibarettir.
Batılı oryantalistlerin kendi çıkarları için ortaya attıkları bir çeşit yemdir.
Kancaya takılanlar yıllarını bu konuya kafa yorarak harcamıştır. Varsa insanlar
arasındaki farklar bunun en büyük sorumlusu sınıflar arası uçurumlardır.
Dünyanın her yerindeki köylülerin hareketleri birbirine benzer. Aynı şekilde
dünyanın her yerindeki kentli zenginlerin davranışları da birbirine benzer. Bu
benzerlikler, aynı ulus-devlet içindeki farklardan çok daha önemlidir. Eğitimsiz insanlar dünyanın her yerinde
hurafelere bel bağlar, matematik ve bilim eğitimi almamış insanlar her yerde
saçma sapan inançların esiri olur. Sanayileşmemiş toplumlar daha az dakiktir.
Eğitim seviyesi düşük olan toplumlarda gelenekler hâkimiyetini sürüdür, kadın
alınıp satılan bir “mal” gibi muamele görür, erkekler ana-babalarının
laflarından kolay kolay çıkamazlar. Bu ve benzeri sorunları sözde kimlik
yarasını tedavi ederek değil, insanları eğiterek çözebiliriz. Öyle görünüyor ki
Çin bu konuda ciddi bir yol kat etmiştir.
Smith sınıflar arası farkları kimlikler arası farka indirgerken genelde somut örnekler kullanmıştır ama bütün bu örneklerde zayıf ve emekçi olan kesim Çinlidir. Ya kendi başından geçen bir olayı anlatır ya da bir tanıdığının -yabancı bir tüccarın, diplomatın ya da askerin-. Tüm bu olaylarda Çinli karakteri zayıf yönüyle öne çıkar. İşe zamanında gelmez, işi doğru dürüst yapmaz, işten kaytarmak için sürekli bahaneler üretir... Bir çeşit patron-işçi ilişkisidir yaşanan. Böyle olmasına rağmen her yerde patron yabancı ve işçi Çinli olduğu için bir çeşit "yanıltıcı değişken" sendromuna maruz kalır çıkarımla. Böylesi bir sendromdan mustarip de değildir Smith çünkü çıkardığı sonuçlar işine gelmektedir. Eleştirmen Hayford'un deyimiyle, "Eğer Smith Çinli yoksul halkı Amerikalı yoksul halkla karşılaştırabilseydi, bu göreceli benzerliklerden daha sağlıklı sonuçlara ulaşabilirdi." Bir başka eleştirmen Lydia Liu ise buna ek olarak Smith'i, içinde bulunduğu oryantalist paradigmaya sıkı sıkıya bağlı kalmakla suçlar.
Smith sınıflar arası farkları kimlikler arası farka indirgerken genelde somut örnekler kullanmıştır ama bütün bu örneklerde zayıf ve emekçi olan kesim Çinlidir. Ya kendi başından geçen bir olayı anlatır ya da bir tanıdığının -yabancı bir tüccarın, diplomatın ya da askerin-. Tüm bu olaylarda Çinli karakteri zayıf yönüyle öne çıkar. İşe zamanında gelmez, işi doğru dürüst yapmaz, işten kaytarmak için sürekli bahaneler üretir... Bir çeşit patron-işçi ilişkisidir yaşanan. Böyle olmasına rağmen her yerde patron yabancı ve işçi Çinli olduğu için bir çeşit "yanıltıcı değişken" sendromuna maruz kalır çıkarımla. Böylesi bir sendromdan mustarip de değildir Smith çünkü çıkardığı sonuçlar işine gelmektedir. Eleştirmen Hayford'un deyimiyle, "Eğer Smith Çinli yoksul halkı Amerikalı yoksul halkla karşılaştırabilseydi, bu göreceli benzerliklerden daha sağlıklı sonuçlara ulaşabilirdi." Bir başka eleştirmen Lydia Liu ise buna ek olarak Smith'i, içinde bulunduğu oryantalist paradigmaya sıkı sıkıya bağlı kalmakla suçlar.
Bana öyle geliyor ki, Smith bu kitabı günümüzde yazsaydı büyük bir tepkiyle karşılaşırdı. Bunun en büyük nedeni Çin'in artık gelişmekte olan bir ülke olması değil, dünyanın postmodern bir devri geride bırakmış olmasıdır. Kültürlerarası farklar artık hiyerarşik bir cetvelle ölçülmüyor. Ayrıca hız çağında insanların daha çok seyahat etmeleri, daha çok şeyi görmeleri kültürler arası etkileşimi artırdığı için, bu tarz sert söylemlere pek yer kalmıyor. Bu oryantalist ve ırkçı söylemlerin tamamen ortadan kalktığı anlamına da gelmez tabii ki! Maalesef günümüzde de Smith gibi düşünen ve yazan pek çok gezgine/yazara rastlamak mümkün.
Beni üzen şey, Lu Şun gibi bir yazarın Smith’in kitabını, bir paçavra gibi duvara savurmaması ve bu konuda sert yazılar yazmamış olması. Oysa, günümüz Çin’inde onun kadar değer verilmeyen Lao She, “Ma Bey ve Oğlu” adlı romanında yerden yere vurur Çin’de kök salmaya çalışan, sömürgeci kafalı misyonerleri.
Beni üzen şey, Lu Şun gibi bir yazarın Smith’in kitabını, bir paçavra gibi duvara savurmaması ve bu konuda sert yazılar yazmamış olması. Oysa, günümüz Çin’inde onun kadar değer verilmeyen Lao She, “Ma Bey ve Oğlu” adlı romanında yerden yere vurur Çin’de kök salmaya çalışan, sömürgeci kafalı misyonerleri.