Bu Blogda Ara

18 Kasım 2013

Çin Mektupları 18 - Arthur Smith ve Çinli Kimliği

Son günlerde iyice Çin kimliği sorununa taktım kafayı. Sanki bu sorunu halledince her şey düzelecek, Çin daha yaşanılabilir bir ülke olacak. Böyle bir iddiam olamaz, olmayacak da. Yalnız, geçmişte yapılan ve günümüzde de yapılagelen bir haksızlığı reddetme, bu haksızlığı yapanlara hesap sorma ve en azından gelecek de karşımıza çıkacak benzer retoriklerin önüne geçme adına önemli bir yanı var bu işin. Çünkü Çin’in yakın tarihinde henüz bu konuyla ciddi bir hesaplaşmanın yapılmış olduğunu söylemek güç. Ülkenin sevip saydığı, büyük yazar olarak dünyaya takdim ettiği Lu Şun gibi dev kalemler bile aynı kimlik sorunundan mustarip olmuşlarsa, Bertrand Russell gibi aydın kimliğiyle milyonlara örnek olmuş keskin bir zekâ bile kendinden önce gelen oryantalist söylemi reddetmek yerine, kolaya kaçıp üzerine yatmışsa; bu konuda söylenecek şeyler henüz bitmemiş demektir.

Öncelikle kimlik sorunsalı ile başlayalım. Bir milleti, bir ırkı diğerlerinden ayrı yapan alamet-i farikası var mıdır? Soruya hayır yanıtı vermek zor çünkü hepimiz bir şekilde bir yere, bir topluluğa ait hissederiz kendimizi. Aşağıdaki parkta, pijamalı ve atletli adamları mangal yapıyorken görsem, "Aha Çanco'ya Türkler gelmiş." derim hemen. Kesişim noktalarımız "biz" kelimesinin içini doldurur ve bir noktadan sonra "aidiyet" sorumluluğunu meydana getirir. Bu aidiyet her ne kadar toprağa doğru olsa da zamanla toprağın üzerinde yeşeren ürünlere de yayılır bu his. Bu ürünlerden birisi de hiç kuşkusuz insandır. 

İnsan, tıpkı buğday gibi, tıpkı koyun gibi, tırtıl gibi, çiçek gibi toprağın bir ürünüdür. Sadece toprak değil tabii; iklimin, coğrafyanın, nüfus yoğunluğunun, suyun, havanın ve birbirini etkileyen yüzlerce farklı doğal değişkenin bir ürünüdür insan. Fonksiyon hem çok değişkenlidir hem de değişkenler arası var olan pozitif ve negatif korelasyonlar, insanı tam olarak anlamamızı olanaksız hale getirir. Bu zorluk kimi zaman düşünen insana tuzaklar hazırlar. Çünkü sindirilmesi gereken bilgi çok fazladır ve insanın hem zamanı hem de akıl gücü sınırlıdır. Bu yüzden pek çok düşünen zihin, insanlar arası farkları doğal nedenlere bağlamak yerine, yapay (hatta çoğu zaman varlığı bile kanıtlanamayan) nedenlere bağlar. Böylece işin içinden çıkar ve kurtulur. Sorunun kaynağını görmezden gelerek sorunu anlamak olanaksızdır, bir de çözüm üretmeye kalkışırsak iş iyice kontrolden çıkar.

Ben, bir milletin, bir ırkın kendilerine ait, “değişmez” ve “yerinden oynatılamaz” karakterleri olduğuna inanmıyorum. Daha önce de yazmıştım, insan coğrafyanın kölesidir. Şartlar insanı zorlar, şekilden şekle sokar, var olanı yok eder, olmayanı var eder. Çünkü Darwin’in yaşayan tüm organizmalar için kullandığı üç kural insan için de geçerlidir. Göç et, Adapte ol ya da Öl (Migrate, Adapt or Die).

İnsan bir yerde yaşam koşulları zorlaşınca adapte olmaya çalışır. Büyük bir olasılıkla da bunu başarır. Sıcağa da alışır, soğuğa da! Kıtlığa da alışır bolluğa da! Susuzluğa da alışır her yıl tekrar eden su taşkınlarına da! Baktı olmuyor, tüm uğraşlarına rağmen beceremiyor, ne koşulları değiştirebiliyor ne de kendisini; bu durumda göç etmek zorunda kalır. Göç etmek kolay değildir çünkü bilinmeze açılan yelkendir göç. Geniş ailelerin, çocuklu kadınların, yaşlıların ve sakatların içinde bulunduğu topluluklar için göç aynı zamanda kayıptır. Göç edebilenler eder, kurtarır canını. Yeni bir toprakta, yeni bir hayata başlar. Oraya ayak uydurmaya bakar. Edemeyenler ölür, toprağa karışır, bir nev’i geldikleri yere dönmüş olurlar. Ölenlerin dışındakiler değişmeye mahkumdur. Yeni yere göçmüş olsa da eski yerde kalmış olsa da adapte olmak bir zorunluluk olacağı için "kültürün" ve ona bağlı olan "kimliğin" ortaya çıkması, evrilmesi kaçınılmazdır.

Örneğin ben,  Çin’de neredeyse evrensel bir kültür gibi kanıksanmış olan “yavaşlığa övgü” kavramının ülkenin coğrafyasına bağlı olduğunu düşünüyorum. Bu fikir, geçen akşam bir arkadaşla Çanco’nun içinden geçen kanal boyunca yürürken geldi aklıma. Bir kanal var, içinde su var ve su akıyor. Akıyor ama aktığını anlamak olanaksız. O kadar yavaş, o kadar ağır bir debisi var ki suyun insan bakarken usanıyor. Tabii bu benim, usanıyorum çünkü çağıldayarak akan Çoruh nehrini görmüşüm, kış aylarında kenarlarını yıkacakmış gibi akan Melet ırmağını izlemişim… Türkülere, halk hikayelerine konu olmuş bu çağıldayarak akan ırmakları dinlemişim, köyün şırıldayarak akan deresinde ıslanmışım. İnsanların hayatını şekillendirmiş, kavgalara ve barışlara sebebiyet vermiş, dağlardan kopup çağlayarak akan; denize ulaşınca sakinleşen, sessizleşen bu ırmaklar. Oysa burası Çin ve burada ırmaklar akmıyormuş gibi akıyor. Bunun nedeni eğimin çok az olması, kilometrelerce gidiyorsun rakım birkaç metre artıyor. Kentler Çin’de dümdüz. İnsanı heyecanlandıracak bayırlar, üzerine çıkınca aklını başından alacak rüzgârlı tepeler, dalgaların kayaları dövdüğü sahiller yok. Varsa yoksa akıp akmadığı belli olmayan nehirler, durgun sularıyla tatlı su kaynağı olmaya devam eden göller ve bir de yeşillikler içinde yapılan küçük parklar. Dolayısıyla bu kentlerde yaşayan insanlar da kentin doğal yavaşlığına ayak uydurmak zorunda. Her yere ve her şeye bir sükûnet hâkim. Neden acele etsin ki! Irmağa bırakılan mallar saatte 3 km hızla güneye doğru ilerliyorsa, ticareti hızlandırmanın ne anlamı var? Yavaş yavaş işler halloluyor işte! Doğadaki bu yavaşlık kültüre kesinlikle yansıyor. Kültür de nihayetinde insanın kimliğine şekil veriyor. (Modern Çin'de tabii ki hız önemli bir etken insanların hayatını şekillendiren. Zaten kentlerin bugünkü yapısı kenti doğadan koparıp, doğayı kente hapsetmeyi hedefliyor. Nehirleri de kimsenin gördüğü yok artık. Üzerindeki köprülerden geçiliyor, yanında motor sürülüyor ama kimse nehre bakıp onu hayatının bir yerinde içselleştirmiyor. Bir süs ve hatta bir fazlalık gibi.) 

Kimlik dediğimiz olgu, insanın üzerinde yaşadığı toprakla olan ilişkisini tanımlar. Değişken olduğu kadar soyuttur da. Bir milletten ya da ırktan çok, toprağa ve toprağı değerli yapan “emek” faktörüne bağlıdır. Yani, doğanın insan üzerindeki eksiksiz gücünü saymazsak, sınıflar arasındaki ilişkilere, farklara ve en çok da sürtüşmelere bağlıdır. Bu noktadan bakınca hayatını misyoner olarak geçirmiş, gittiği her yerde yaverleri tarafından korunup kollanmış, tanıştığı Çinlilere “Tanrı’nın yolunu bulamamış zavallılar” gözüyle bakmış bir rahibin, Çin toplumu hakkında yazdıklarının ne derece gerçeği yansıtabileceğini az çok tahmin edebiliriz. Biz belki ederiz ama maalesef, bu ülkede yüz yıldan uzun zamandır akıl tutulmasına neden olan bir yapıtın, onun gözüyle Çin’e bakmayı kendilerine düstur edinmiş aydınlar tarafından övülmesine engel olamayız.

Sözünü ettiğim rahip Arthur Smith. Dillere destan kitabına ad olarak “Chinese Characteristics” adını vermiş. Kitabı internetten, ücret ödemeksizin edinmek mümkün. Ben büyük bir kısmını okudum ama nedense okudukça hevesimi yitirdim, canım sıkıldı. Genelde başladığım kitabı bitirmeden kolay kolay bırakmam bir kenara ama Smith’in, gözlemlerinden yola çıkarak vardığı sonuçlar öylesine banal, öylesine bilimsellikten uzaktı ki bir türlü ortaya attığı iddialara ciddiye alamadım. Bir de o kendini beğenmiş tavırlar, Çinli halkı geri zekâlı yerine koyma, köylüleri İsa’nın ışığına muhtaç cahil ve kirli insanlar gibi görme…

Arthur Smith

Smith, Çin’e yıllarını vermiş birisi. Bende pek saygı uyandırmasa da takdiri hak edecek bir yanı olduğunu kabul edebilirim. Tipik bir misyoner, köyleri geziyor, halkı İsa’nın yoluna çağırıyor. Tüm dindarlarda olan kendinden olmayanlara hoşgörülü davranma hastalığı onda da var. Hristiyan olmayanları kendisiyle eşit görmeme, onları karanlıklar içinde kalmış zavallılar olarak tanımlama hastalığı. Bir rahibin ister istemez sahip olduğu bu "mesihi" bakış açısı kitabın her sayfasına yansıyor doğal olarak. Kitap 1890’larda basılıyor ve 1920’lere kadar Çin üzerine kafa yoran hemen hemen tüm yabancılar tarafından en çok okunan kitaplardan birisi oluyor. Bunda etkili olan en büyük neden doğal olarak kitabın “gerçeği anlamaya ve ona pasif olarak ayna olmaya değil de onu şekillendirmeye odaklanmış” (James Hevia)  oryantalist tarzı.

Kitaptan bir bölüm
Malum, oryantalist bakış açısı, başlı başına bir sindirme politikasının aracıdır. Önce rahipler gelir, ardından tüccarlar ve sonra da askerler. Askerlerden sonra da daha çok tüccar gelir, ülkenin tüm kaynakları sömürülene kadar askeri, din adamı ve tüccarı seferber olur. İşleri bitince de çekip giderler. Arkalarında, kendi ülkelerine birer oryantalist gibi bakmaya ant içmiş “içi beyaz dışı sarı/siyah” işbirlikçiler bırakarak. Bu örüntü o kadar yaygındır ki sömürgecilik sonrası (post-colonnial) edebiyat kapsamında kabul edilen hemen her romanda, bu işbirlikçilere rastlarız. Orwell’ın “Burma Günleri” romanındaki Dr Veraswami karakteri buna çok iyi bir örnektir. Bilerek ya da bilmeyerek sömürgecilere yardımcı olurlar, onların işlerini kolaylaştırırlar. Çünkü beyaz adam halkı küçük görse, halk ona itiraz edebilir ama halkın kendi içinden çıkardığı ve insanların saygınlığını kazanmış birisi halkı aşağıladığında “Haaa, bunun bir bildiği vardır.” demeye başlar insanlar.

Kitaptan bir bölüm.
Kitapta anlatılanları tek tek yazmaya gerek yok. Başlıklar genel olarak “Yüz, Zaman, Tasarruf, Saygı, Nezaket, Yabancılara duyulan nefret, Yalan söyleme, Duyarsızlık” gibi genel adlardan oluşuyor. Bu başlıklar altında Smith ağır ağır Çin halkı hakkındaki gözlemlerini ve bu gözlemlerden çıkardığı tuhaf sonuçları tartışıyor. Örneğin zaman başlığı altında Çinlilerin zamana riayet etmediklerini, asla dakik olmadıklarını, böyle şeyleri kafaya takmadıklarını söylüyor. Buraya kadar bir sorun yok. İnsanların dakik olması uygarlığın hız ve emek kavramlarının kesişim noktasına ulaşmasına bağlıdır. Köylü neden zamanla uğraşsın? Hem zaten hayat yavaş hem de işleri hızlı yapıp arta kalan vakitte ne yapacak? Sanayi devrimini yaşamamış bir ülkenin zamana sahip çıkmasını beklemek abesle iştigal değildir de nedir? Hadi bunu geçtik, zamana saygı duymamanın kimlikle olan ilişkisi ne kadar güçlüdür? Sanayi devrimini yaşamış ülkeleri görüp gelmiş Çinlilerle hiç mi tanışmamış Smith? Onların farklı davrandıklarını hiç mi gözlemlememiş? Ayrıca, dağda bayırda saatle iş yapan mı kültürsüzdür yoksa saatiyle gününü bölen mi? Maalesef bu soruları yazara sorma şansımız yok. Olsaydı keşke, gelseydi Smith görseydi zamanında kalkan trenleri ve otobüsleri. Gelseydi de görseydi bir dakika bile gecikmeyen metroyu… Kimlik mi dediniz? Çinliler geç kalmayı sever mi dediniz? Zamanın parayla ve verimle eşdeğer tutulduğu bir topluma dönüşen Çin’de doğal olarak Çinliler de bu değişimi yaşamış, kent hayatına uyum sağlama adına gerekli adımları atmışlardır. Çinliler üzerlerine düşeni yapar ama batılıların gözündeki Çin imajını değiştirmek zordur.

Kitabın ilk baskılarından birisinin kapağı.
Ekonomi başlığı altında ise daha büyük bir ayıba imza atıyor Smith. Bir tanıdığını 20 km uzaktaki bir mesafeye taşıyan hamalların 10 kuruş tasarruf için nasıl da aynı yolu yürüyerek geldiklerini anlatıyor. Hamallar, gittikleri yerde para verip kahvaltı yapmak yerine, geri gelip ücretsiz yemeklerini yemişler. Smith’e göre bu aşırı tasarrufun, ihtiyacı olduğu halde harcamamanın, kısacası cimriliğin göstergesiymiş. Haklı olarak şaşırıyor insan, haklarında yargıya vardığı kişiler insan taşıyarak hayatını kazanmaya, belki ailelerini geçindirmeye çalışan hamallar. Hele bir kendini onların yerine koy bakalım, hele bir üç kuruşun hesabını yapmak zorunda kalacak kadar yoksullukla tanış. Böylesi ekonomik bir seçimi, insanların sınırlı gelirlerine ve bu sınırlılığın zorladığı seçim yapmaya atfetmek yerine, bundan “Çinliler para harcamazlar.” diye bir sonuç çıkarmak, hem akıl dışıdır hem de okuyucuyu ister istemez Smith’in niyeti hakkında kuşkuya düşürür. İnsan, koşullara göre çözüm üretmek zorundadır. Hamallar da büyük bir olasılıkla 10 kuruşun hesabını yapacak kadar yoksuldu. Zengin bir Çinlinin 10 kuruş için 20 km yürüyeceğine kim inanır? Paran varsa davranışların ona göre şekillenir, rahat davranırsın, etrafındaki ufak tefek olayları dikkate almazsın, kendini güçlü ve sarsılmaz hissedersin. Parasızsan karakterin de ona göre şekillenir. Bir tek kuru gururla yürütemezsin karakterini. Bir süre sonra gazın biter ve yolda kalırsın.

Uyku başlığı altında söylemini ırkçılığa kadar vardırır, Smith. Çinlileri; buldukları her yerde uyuyabilen, bir tuğlayı kafalarının altına yastık yapıp horuldayabilen, tüm dünya başlarına yıkılsa dahi uykularını bölmeyen bir millet olarak karakterize eder. Bir yerde, öğlen uykusuna dalan köylüleri "kış uykusuna dalan ayılara" benzetir. Aynı paragrafın sonunda, isterse Çin'de bir uykucu yarışması yapabileceğini söyler. Bu yarışmada el arabasına oturmuş halde, kafası yukarıda, bacakları havaya doğru dikilmiş, ağzı açık bir şekilde, tıpkı tavandan sarkan bir örümcek gibi uyuyan Çinlileri yarıştıracaktır Smith. Kullandığı dildeki şimdiki zaman vurgusu ve Çin'de yaşamışlığının getirdiği özgüven -okuyucuya da bulaşır bu güven duygusu-, doğal olarak Smith'i daha etkili yapacaktır. 


Kitabın sonunda Çin'in kendi başına ayakları üzerinde durup duramayacağını sorar ve buna vereceği yanıt hazırdır. "Çin'in reformu için belli başlı karakterlerin hedeflenmesi ve kirlenmiş huyların temizlenmesi gerekir. Vicdan hak ettiği makama geçirilmelidir." Bu da ancak Hristiyanlığın Çin topraklarında yayılmasıyla ve İsa'nın mesajının kalpleri fethetmesiyle mümkündür. Aksi takdirde Çin'deki "karaktersizlik" sorununu çözmeye olanak yoktur. 

Şunu kabul edebilirim. Bir millet kendi kimliğini başka milletleri tanımadan fark edemez. Öyle değil mi? Basit bir örnek vereyim. Tüm erkeklerin sakal bıraktığı bir toplumdan birisi başka bir yere gitse ve sakalsız erkeklerin normal karşılandığını görse, anında sakalından bir anlam çıkarmaya başlayacaktır. O andan itibaren sakal basit bir fiziksel fark olmaktan çıkar ve aidiyeti temsil eden bir özellik halini alır. Bu şekilde toplanan aidiyet duyguları da zamanla taşlaşır ve kimliğe dönüşür. Bu bir Türk için böyle olduğu gibi, bir Çinli için de böyledir. Başkasının aynası olmadan kendini görmen, kendini tanıman ve tanımlaman olanaksızdır. Buraya kadar sorun yok. Asıl sorun böylesi bir karşılıklılığın kolayca anlaşılabileceğini bilmelerine rağmen Smith’in yapıtının aşırı derecede ilgi görmüş olması ve kendisinden gelen pek çok düşünürü peşine takmış olması. Öyle ki sadece bireyleri değil, tüm bir 4 Mayıs hareketi düşünürlerini meşgul etmiştir “Biz Çinlilerin neyi eksik?” sorusu. Çinli aydınlar, kendilerinde bir şeylerin yanlış olduğuna öylesine inanmışlar ki artık sorunun çözümü için hayatlarını sözde var olan ve bozuk olan Çin Kimliği’nin yanlış taraflarını tamir etmeye adamışlardır.

Oysa Çin Kimliği de tıpkı tüm diğer ulus-devletçi kimlikler gibi bir efsaneden ibarettir. Batılı oryantalistlerin kendi çıkarları için ortaya attıkları bir çeşit yemdir. Kancaya takılanlar yıllarını bu konuya kafa yorarak harcamıştır. Varsa insanlar arasındaki farklar bunun en büyük sorumlusu sınıflar arası uçurumlardır. Dünyanın her yerindeki köylülerin hareketleri birbirine benzer. Aynı şekilde dünyanın her yerindeki kentli zenginlerin davranışları da birbirine benzer. Bu benzerlikler, aynı ulus-devlet içindeki farklardan çok daha önemlidir.  Eğitimsiz insanlar dünyanın her yerinde hurafelere bel bağlar, matematik ve bilim eğitimi almamış insanlar her yerde saçma sapan inançların esiri olur. Sanayileşmemiş toplumlar daha az dakiktir. Eğitim seviyesi düşük olan toplumlarda gelenekler hâkimiyetini sürüdür, kadın alınıp satılan bir “mal” gibi muamele görür, erkekler ana-babalarının laflarından kolay kolay çıkamazlar. Bu ve benzeri sorunları sözde kimlik yarasını tedavi ederek değil, insanları eğiterek çözebiliriz. Öyle görünüyor ki Çin bu konuda ciddi bir yol kat etmiştir.

Smith sınıflar arası farkları kimlikler arası farka indirgerken genelde somut örnekler kullanmıştır ama bütün bu örneklerde zayıf ve emekçi olan kesim Çinlidir. Ya kendi başından geçen bir olayı anlatır ya da bir tanıdığının -yabancı bir tüccarın, diplomatın ya da askerin-. Tüm bu olaylarda Çinli karakteri zayıf yönüyle öne çıkar. İşe zamanında gelmez, işi doğru dürüst yapmaz, işten kaytarmak için sürekli bahaneler üretir... Bir çeşit patron-işçi ilişkisidir yaşanan. Böyle olmasına rağmen her yerde patron yabancı ve işçi Çinli olduğu için bir çeşit "yanıltıcı değişken" sendromuna maruz kalır çıkarımla. Böylesi bir sendromdan mustarip de değildir Smith çünkü çıkardığı sonuçlar işine gelmektedir. Eleştirmen Hayford'un deyimiyle, "Eğer Smith Çinli yoksul halkı Amerikalı yoksul halkla karşılaştırabilseydi, bu göreceli benzerliklerden daha sağlıklı sonuçlara ulaşabilirdi." Bir başka eleştirmen Lydia Liu ise buna ek olarak Smith'i, içinde bulunduğu oryantalist paradigmaya sıkı sıkıya bağlı kalmakla suçlar.  

Bana öyle geliyor ki, Smith bu kitabı günümüzde yazsaydı büyük bir tepkiyle karşılaşırdı. Bunun en büyük nedeni Çin'in artık gelişmekte olan bir ülke olması değil, dünyanın postmodern bir devri geride bırakmış olmasıdır. Kültürlerarası farklar artık hiyerarşik bir cetvelle ölçülmüyor. Ayrıca hız çağında insanların daha çok seyahat etmeleri, daha çok şeyi görmeleri kültürler arası etkileşimi artırdığı için, bu tarz sert söylemlere pek yer kalmıyor. Bu oryantalist ve ırkçı söylemlerin tamamen ortadan kalktığı anlamına da gelmez tabii ki! Maalesef günümüzde de Smith gibi düşünen ve yazan pek çok gezgine/yazara rastlamak mümkün.

Beni üzen şey, Lu Şun gibi bir yazarın Smith’in kitabını, bir paçavra gibi duvara savurmaması ve bu konuda sert yazılar yazmamış olması. Oysa, günümüz Çin’inde onun kadar değer verilmeyen Lao She, “Ma Bey ve Oğlu” adlı romanında yerden yere vurur Çin’de kök salmaya çalışan, sömürgeci kafalı misyonerleri.

Lu Şun’un, Bertrand Russell’ın, Lao She’nin, Mao Zedong’un ve 4 Mayıs Hareketindeki diğer aydınların Çin kimliği konusundaki fikirlerini bir sonraki mektupta yazacağım. 

12 Kasım 2013

Çin Mektupları 17 - Tianning Pagodası

Bu cumartesi hava fena değildi. Çanco’nun simgesi haline gelmiş olan Tianning Pagoda’sına bir gidelim dedik. Ne de olsa dünyanın en yüksek pagodası. Aynı zamanda 154 metreye varan yüksekliğiyle yeryüzündeki en uzun boylu ahşap yapı. Toplam on üç katı var ve her katı bir önceki katına göre biraz daha küçük çaplı. Her biri bir öncekinden biraz daha ufak şemsiyelerin üst üste konmuş hali gibi düşünülebilir. Ya da internete girip “pagoda” sözcüğünü arayarak pek çok resme ulaşılabilir. Uzaktan bakınca pek fark etmiyorsunuz ama dibine gidip gözümüzü dikince heybetli bir şey olduğunu anlıyorsunuz. Kentin simgesi dedim ama eski bir yapı olduğu sanılmasın. 2002’de inşaata başlamışlar, 2007’de de bitirmişler. Topu topu altı yıllık bir geçmişi var. 

Pagoda'nın tapınağın bahçesinden görünüşü.
Gerçi, pagodanın bulunduğu alan 1350 yıldır (Tang Hanedanlığından beri) kutsal bir yer. Buraya defalarca pagoda dikmişler, defalarca da yıkmışlar. 2001 yılında, Dünya Budist Topluluğu tarafından buraya bir pagoda dikilmesi kararı alınmış. Uzak yakın tüm Budist ülkelerden gelen bağışlarla pagoda inşa edilmiş. Kullanılan ahşabın hemen hepsi Burma’dan ve Papua Yeni Gine’den getirilmiş. Pagodanın en üst katında 30 tonluk bir çan var ama çanı çalmak için bağış yapmak gerekiyor. Ayrıca pagodaya giriş çok ucuz değil. Kişi başı 80 Yuan (26 TL) ödedik. Şanhay’daki Konfüçyüs Tapınağı sadece 10 Yuan idi.

Çaputlar ve künyeler. Tibet Budizmini anımsatıyor. 
Uzun uzun pagodayı ve içindekileri anlatmaya gerek yok sanırım. Tıpkı tüm diğer kültür nesnelerinde olduğu gibi burada da önemli olan deneyimi yaşamak olduğu için ben ne kadar canlı sözcüklerle anlatırsam anlatayım, okuyucu için çok bir şey ifade etmeyecektir. Pagoda, adını taşıyan Tianning Tapınağının bir parçası, aynı zamanda Kırmızı Erik parkının hemen yanı başında. Parka giriş ücretsiz olduğu için ikisinin girişi ayrı tutulmuş. Parktan bakınca pagoda ne kadar haşmetliyse, pagodanın tepesinden bakınca da park o kadar geniş ve alımlı.

Tapınağın içi. Bronz Buda heykelleri. 
Tıpkı diğer tapınaklarda da olduğu gibi burada da toprak rengi kumaşlara bürünmüş rahipler, mini eteğini çekiştirerek secdeye eğilen Budist kadınlar, sıkıntıdan akşama kadar cep telefonuyla oynayan müze sorumluları, gördüğü her şeyin fotoğrafını çeken gençler ve sağda solda çığlıklar atarak koşturan çocuklar vardı. Aslına bakılırsa benim en çok ilgimi çeken şey pagodanın kendisi olmadı. Büyük kapıdan içeri girmeden önce, yürüme yolunun iki tarafındaki duvarlara işlenmiş, sanırım Budist hikayelerden sahnelerin canlandırıldığı kabartmalardı en çok dikkatimi çeken. Her bir yüzde, hayatı takmamayı kendisine düstur edinmiş, gülerek birbirleriyle konuşan, bir Zen menkıbe kitabından fırlamış olduklarını düşündüğüm, şen şakrak adamların hayat hikayeleri vardı. Çehrelerini saran o mutluluğu, yanaklarına yayılan o tatmin olmuşluk duygusunu izledim. Hepsinin bakışlarında hayatı çözmüşlüğün, ufak tefek sorunları dert etmenin gereksizliğinin mesajı vardı.  Yüzyılları aşan, hanedanların üzerinden atlayan, savaşların ve kıyımların yanından geçen bir bilgiçlik, bir tamamlanmışlık, bir Nirvana’ya ulaşmışlık duygusu fışkırıyordu gözlerinden. Sönmüş ateşin külleriyle ustaca oynayan yüzlerdi bunlar… Uzun uzun baktım her birisine, birkaçının da fotoğrafını çektim, sonra etrafta dolanmaya devam ettim.

Tianning Tapınağı - Neden sarıya boyanmış? Müze olduğu için mi?
Bu gezintiler sırasında iki defa Çinli gezginler tarafından durdurulduk. Birincisinde kulağımın dibinde ben sağırmışım gibi bağırarak konuşan bir yazarla tanıştım. Bendeki şansa bakın ki adam roman ve öykü yazıyormuş. Tek sorun benim Çince, onun de İngilizce konuşamıyor olmasıydı. Üç beş kelime İngilizce biliyordu ama derdini anlatana kadar –örneğin bana nerelisin diye sorana kadar- beş dakika geçiyordu. Gerçi, tapınağa gelen diğer ziyaretçilerden birisinin İngilizcesi iyiydi de bize biraz yardımcı oldu. Ayaküstü 10-15 dakika konuştuk. Telefon numaralarımızı verdik birbirimize. Eleman Çanco’lu değilmiş. Kristalleriyle ünlü olan Lianyungang adlı bir kenttenmiş. Eve gidince baktım, buraya çok da uzak değil. Belki bir hafta sonu atlar gideriz, adını bile söyleyemediğim (Defterime adını Çince karakterlerle yazmış. Neyse ki telefon numarası Çince rakamlarla değil.) bu yazar arkadaşın misafiri oluruz.
Kadın mutluluktan çıldıracaktı neredeyse :) Neyse ki adamın aklı başında idi biraz. 
Bir diğer ilginç olay da pagodanın bahçesinde gerçekleşti. Genç bir çocuk utana sıkıla yanıma geldi. “Merhaba, ben … “dedi. “Babam sizinle resim çekilmek istiyor. Mümkün mü acaba?” Ben şaşırdım tabii, kendisi için konuşsa anlayacağım da babası için böylesi bir ricada bulunması tuhaf geldi. “Babanız kim?” dedim, şaşkınlığımı gizleme ihtiyacı duymadan. “Babam, bakın şurada. Yanındaki de annem. Ben onu mutlu etmek istiyorum. Sizinle bir fotoğraf çekilirse çok mutlu olacak.” dedi. “Bir insanı mutlu etmek ne kadar da kolay bazı ülkelerde.” diye geçirdim tabii aklımdan. “Olur” dedim gülümseyerek. Genç delikanlıyı medeni cesaretinden dolayı tebrik etmek için sırtını sıvazladım. Genç, koşarak babasına gitti. Birkaç saniye sonra babasıyla beraber yanımdalardı. Önce babasıyla fotoğraf çekildim, ardından annesiyle, ardından hem babası hem annesiyle, sonra kim olduğunu bilmediğim genç bir kadınla (ablası, halası ya da teyzesi olabilir), ardından bu kadının kocası olduğunu düşündüğüm bir adamla, ardından da ikisiyle, sonra genç çocukla ve annesi babasıyla… Bu arada J, benim konu mankenliğimi tarihe geçirmek için bir iki kere deklanşöre bastı. Fotoğraf faslı bittikten sonra ben onlara, onlar da bana teşekkür ettik ve ayrıldık. Pagoda'ya girdik.
Sahneye sonradan girenler. 
Pagodanın her katı birer müze olarak yapılmış ama her kata giriş yok. Biz ilk iki katı gezdikten sonra asansörle 11. kata çıktık. Burada camdan ve kristallerden yapılmış Buda heykelleri vardı. Manzara da fena değildi. Yalnız, ne kadar yüksek yapılırsa yapılsın artık insanlar bu yüksekliğe rağbet etmiyorlar çünkü hemen herkes gökdelen gibi binalarda yaşıyor. Kim ne yapsın pagodanın tepesine çıkıp kenti izlemeyi. Biz yine adet yerini bulsun diye 11., 12. ve 13. katlardan balkona çıkıp, şehr-i Çanco’yu tüm sisleri, tüm kirleri ve tüm sakinliğiyle temaşa eyledik.  Açıkca itiraf edeyim, “Sana dün bir pagodadan baktım aziz Çanco” diyesim hiç gelmedi. Zaten hava kirliliğinden dolayı uzakları göremedik. Sadece burnumuzun dibindeki yapıları gördük, tanıdık, parmakla işaret ettik. Çalıştığım okul hemen yanı başımızda görünüyordu, parktaki insanlar bizim pagodanın tepesinde olduğumuzu fark etmeyecek kadar yeşille meşgul, az ileride Yanling yolu, kilise, AVMler. Gerisi de yok zaten. Uçsuz bucaksız bir grilik, sürekli dünyaya buzlu bir camın arkasından bakıyormuşuz hissi uyandıran bir yabancılık…
Pagoda'nın tepesinden Kırmızı Erik Parkı
En üst kattan sonra içeriden bir merdivenle dev çanın olduğu bölüme gidiliyor. İnsan sormadan edemiyor cidden, “30 tonluk bu demir çanı bu yüksekliğe nasıl çıkardınız?” diye. Çan’ın etrafı çevrilmiş, arkasında bir görevli bekliyor. Çan çalmak için yüklü bir para ödemek gerekiyor. Tek başına çalmak diye bir seçenek yok. Onun yerine, 1-3 kişi için 200 Yuan, 3-5 kişi için 300 Yuan gibi bir ücret tarifesi var. Çan çalmak gibi bir fantezim olmadığı için bir iki fotoğraf çekip inişe geçiyoruz.
Pagoda'nın tepesinden çalıştığım okul.
Eve gidince pagodalar hakkında biraz okuma yapıyorum. Çin’deki pagodaların hemen hepsi birbirine benziyor. Budizm’in ortaya çıktığı ülke olan Hindistan kaynaklılar. İlk yapılanların tabanı daire ya da kare şeklindeymiş ama 10. yüzyıldan itibaren sekizgen bir şekle bürünmüşler. Kutsal emanetleri, dinsel metinleri ve halk tarafından saygı duyulan kişilerin küllerini saklamak için yapılan stupalardan türemişler. Her ne kadar böyle somut amaçlar için yapılmış olsalar da halk tarafından üretilen hurafelerden nasiplerini almamaları olanaksız. Aşağıdaki alıntı wikipedia’dan.

Kristal Buda heykeli ve etrafındaki ışıklı süsleme.
Fuzhou’daki bir pagoda 1210 tarihinde çökünce; kent ahalisi bu elim kazayı, o yılki memurluk sınavlarında (KPSS) yaşanan büyük başarısızlığa bağlamışlar. Malum, bu sınavları geçmeden devlette önemli noktalara gelmek kolay değil. Halk, 1223 yılında pagodayı tekrar dikmiş ve üzerine o yıl sınavlarda başarılı olan adayları adlarını kazımış.  Böylece kentin başındaki uğursuz havayı kovacaklarını düşünmüşler.

30 tonluk demir çan. 
Küçük bir hikaye ama aslında Çinlilerin inançları hakkında çok şey söylüyor. Hatta hemen hemen tüm halkların inançları hakkında bir şey söylüyor da diyebiliriz. Herbert Allen Giles, 1911’de yazdığı “Çin Uygarlığı” kitabında (Bu kitabın ve aynı devirde yazılan benzeri oryantalist kitapların eleştirisini ileriki yazılarda yapacağım.) şöyle diyor.

Adını anımsayamadığım bir tanrı ya da tanrıça. 
İlahi bir müdahale gerekmedikçe sıradan Çinli vatandaş etrafındaki kutsalları ihmal etmekten çekinmez. Ne zaman ki bir hastalık ya da bir ekonomik sorun adamın ailesinin başını sarar, o zaman adamcağız hemen tapınağa koşup tanrılarının önünde secdeye gider.

Duvardaki kabartmalardan bir tanesi. Diğerleri için ağbağını aşağıya koydum.
Burada her ne kadar Giles’ın görüşüne itiraz etmesem de –kendi gözlemlerimden ve okuduğum diğer metinlerden yola çıkarak-, bu söylemin oryantalist bir tarafı olduğunu savunabilirim. Çünkü sadece “Çinli sade vatandaş” değil, dünya üzerindeki “tüm sade vatandaşlar” yapıyor böylesi bir hareketi. Dolayısıyla, doğuluya vurduğu sopayla kendisine ya da kendisinin geldiği batı uygarlığına vurmayı unutuyor Giles.

Asya'da sıkılıkla karşımıza çıkan heykellerden birisi. 
Bunu belki yaptığı ayrımcılığın nereye varacağını bilmeden yapıyor. Sonuçta kendisi Çin’e kısa bir yabancı gözüyle bakmış, üç-beş Çinli aydınla konuşmuş, ama kitabında yollarda gördüğü, dillerini ve geleneklerini bilmediği fakir fukaraları yazmış birisi Giles. Pek çok oryantalist yapıtta görülen sınıf-farkı kökenli tuhaflıklar onun kitabında da var olduğu kabul edilen “Çinli kimliğine” indirgeniyor. Gilles adından söz etmese bile, Kuzey Amerikalı bir misyoner olan Arthur Smith’in, “Chinese Characteristics” adlı kitabından etkilendiği bir gerçek.  Hatta Lu Şun’un da bu kitaptan çok etkilendiğini ve bu yüzden yıllarca kafasını Çinli kimliğindeki arızaları tanımlamaya ve çözümlemeye yorduğunu söyleyebiliriz. 

Çin Kimliği ve Oryantalizm başlı başına bir mektubun konusu olacağı için burada kesiyorum. Aşağıya pagodada çektiğimiz diğer resimleri ekliyorum.

Daha fazla bilgi için:











07 Kasım 2013

Z'ye Mektup

Sevgili Z*,

Öncelikle, böylesi önemli sorular sorduğun için seni tebrik etmeliyim. Açıkça söylemem gerekirse sorulardaki derinlik şaşırttı beni. Bunun yanında, eninde sonunda sorulması gereken sorular oldukları için memnun da oldum. Gençlerin gündelik heyecanlar peşinde sürüklenip, banal uğraşlar uğruna tüm vakitlerini harcamaları kadar hiçbir şey beni daha fazla üzmüyor. Bir yandan, onların gençliklerine, damarlarında kaynayan kanlarına saygı duyuyorum. Boşuna dememiş eskiler “delikanlı” diye, çılgınca şeyler yapacak ki hayatı anlasın, risk alacak ki aldığı risklerin sonuçlarını öğrenebilsin. Bir de düşünecek tabii, sorgulayacak, yanıtla tatmin olmadığı sürece yeni kanıtlar arayacak. Matematik ve bilim eğitimi bu yüzden çok önemli genç zihinler için. Çünkü ancak bilimle ve matematikle bir insan doğru düşünme yöntemini öğrenir. Bulduğu yöntemlerle keşfettiği yeni dünyaları sınar, akıl ve mantık süzgecinden geçirir. Kolay kolay ikna olmamalıdır genç bir zihin, kolay kolay inanmamalıdır kendisine söylenene. Çünkü Voltaire’in dediği gibi “Bizi saçmalıklara inandıranlar, gün gelir bizi katliamlar yapmaya da ikna edebilirler.” Tarih bunun örnekleriyle doludur. Maalesef gelecek de bundan muaf olmayacaktır. 

Sorularına geçmeden önce sana bir kitap önerisinde bulunayım. Eğer okumadıysan Sofi’nin Dünyası kitabını bul. Boş bir vaktinde, ağır ağır, üzerinde düşünerek oku. Bu kitap bir felsefe kitabı değildir, kurguya bulandırılmış bir çeşit felsefe tarihidir. Felsefenin tarihi aslında insan oluşumuzun da tarihidir. Bu yüzden farklı yazarlar tarafından yazılmış felsefe tarihlerini ben düşünmeye ve sorgulamaya başlayan herkese salık veririm. Sofi’nin Dünyası iyi bir başlangıçtır. Yeterli değildir ama ilk adım için gereklidir. Hem sıkılmaman, hem de çok derine dalıp kaybolmaman için önemlidir. Şimdi sorularına geçeyim.

1.     Dünyada şans faktörü de olduğundan mutluluk hiçbir zaman garanti olamaz, bu yüzden de ahiret inancı ahlaklı insan için bir zorunluluk haline gelmez mi? Onların hayattaki amaçları sadece bu dünyada mutlu olmak mıdır?

Burada ciddi bir önkabul var. İnsanın hayattaki amacı mutlu olmakmış gibi lanse edilmiş sanki. Oysa insanın hayattaki en büyük amacı mutlu olmak değildir, hayatına –hem kendi hayatına hem de başkalarının hayatına- bir anlam katabilmektir. Mutluluk bir amaç değil, bir sonuçtur. Asıl amaç hayatı bir “anlamlandırma uğraşısı” olarak yaşayabilmektir. Pek çok insan için hayatın amacı; iyi bir işe sahip olmak, evlenip çocuk yapmak, çocuğu iyi yetiştirmek, çocuğunu münasip bir eş adayı ile evlendirmek, bu arada emekli olmak, ardından torun sevmek ve zamanı gelince de ölmektir. Bu çizgisel hayat deneyimi milyonlarca defa denenmiş ve iyi sonuç vermiştir. Bu yüzden etrafımızda gördüğümüz insanların hemen hepsi bu yöntemi deneyerek hem kendi hayatına hem de başkalarının hayatına (eş, çocuklar, akrabalar, dostlar…) anlam katmış olurlar. Bu konuda yazılmış çok güzel bir kitap var. Türkçe’ye çevrildi mi bilmiyorum ama kitabın İngilizce adı “Introduction to Logotheraphy”ydi. Kitabın yazarı İkinci Dünya Savaşında soykırımdan sağ olarak kurtulmayı başarmış Yahudi bir psikolog. Pek çok hastayı mutluluk saplantısından kurtarıp, hayatına anlam vermeye zorlamış ve bu şekilde pek çok yardıma muhtaç insana yeni bir yaşamın kapısını aralamıştır.

Mutluluk meselesini bu şekilde hallettikten sonra sorunun ikinci kısmına gelelim. İnsan, hayatına anlam vermiş olmak için ahirete inanmak zorunda mıdır? Ben bu ikisi arasında mantıksal ya da bilimsel bir bağ göremiyorum. Bunun tersi (converse) doğru olabilir. Yani ahirete inanmış bir insan hayatına bu şekilde bir anlam vermiş olabilir. Tıpkı maratona hazırlanan bir atletin yemesine, içmesine, antremanlarına dikkat etmesi gibi, ahirete inanan kişi de kendisini cennete hazırlayabilir. Cennete girme kıstaslarına göre hareket eder, bu dünyadaki hayatını ona göre düzenler, sonunda da hedefine ulaşır ya da ulaşamaz. Maraton örneğine dönersek, herhangi bir maratona hazırlanmadan koşan bir insanın koşmaktan zevk almayacağını iddia etmek o koşucuya haksızlık olmaz mı? Pek çok koşucu sırf koşmanın verdiği anlık zevki tatmak için koşar. Ben de bu güruha dahilim. Bir insan hayatını anlamlı kılmak için hayatın sonrasındaki bir hedefe kitlenmek zorunda mıdır? Böyle yapmayınca boşuna mı yaşamış olur?

Kitaplarını okuduğumuz pek çok yazar, derslerde kuramlarını öğrendiğimiz pek çok bilim insanı, yapıtlarını dinlediğimiz/izlediğimiz pek çok sanatçı, dışarıdan bakılınca, hiç de imrenilecek mutlu bir hayat yaşamamışlardır. Bunun yanında çektikleri çilelere rağmen yaptıkları işle gurur duymaya devam etmişler ve öldüklerinde arkalarında büyük bir hazine bırakmışlardır. Russell %100 bir ateist olmasına rağmen matematiğe ve sistematik mantığa katkılarıyla 20. Yüzyıla damgasını vurmuş çok önemli bir bilim insanı ve entelektüeldir. Ahiret inancına sahip olmaması onu ne kötü bir insan yapmıştır ne de dünya barışı için etrafındaki aydınları örgütlemesinin önüne geçmiştir. Aynı şekilde Charles Darwin, Isac Asimov, Bertolt Brecht, Jack London, Berdnard Shaw, Antonio Gramsci, Voltaire, Aziz Nesin, Nazım Hikmet ve daha adını sayamadığım binlerce bilim, sanat ve eğitim insanı ahirete inanmadıkları halde, arkalarında devasa yapıtlar bırakmışlardır. Eğer ahiret inancı ahlaki bir zorunluluk olsaydı, bugün bu insanları, insanlığa yararı olan büyük dimağlar olarak değil de sağa sola saldıran, kendileri gibi düşünmeyenleri öldüren barbarlar olarak görmeliydik. Böyle olmadığına göre, ahiret inancı ahlaki bir zorunluluk olamaz.

Ayrıca istatistiklere bakacak olursak, dünya üzerinde eğitimli ateistlerin toplum içerisinde kayda değer bir yüzdeye ulaştığı ülkelerde suç oranı diğer ülkelere göre çok daha düşüktür. Yani insanlar iyi olmak için ya da iyilik yapmak için mutlaka ölüm sonrası kendilerine sunulacak olan bir mükâfata muhtaç değildirler. Böylesi bir mükâfat olmaksızın da insan iyilik yapabilir. Hatta pek çok ahlak felsefecisine göre gerçek iyilik ucunda bir mükâfatın olmadığı iyiliktir. Ötekisi çıkar peşinde koşmaktır. Aynı mantıksal çıkarımı kötülük yapmaktan kaçınmak için de kullanabiliriz. Herhangi bir mücazat olmaksızın kötülükten kaçınmak gerçek anlamda ahlaki bir davranıştır. Kant’ın “kendi içinde iyilik” kavramını okumanı ve üzerinde düşünmeni salık veririm. Yine Kant’ın ahlak felsefesine dayanak yaptığı  ilkelerden birisini buraya yazıp, bir sonraki soruna geçeyim: Eylemlerini öyle bir kurala göre işlemelisin ki yaptığın eylem aynı zamanda evrensel bir kanun olabilmeli. (Act only according to that maxim by which you can at the same time will that it should become a universal law.) Yani eğer yaşlı birisine otobüste yer veriyorsan, bunun bir ölçeği de böylesi bir davranışın evrensel bir iyi olma durumuna işaret edip etmemesine bağlıdır. Uzun ve karmaşık bir tartışma olacağı için burada kesiyorum.

2.     Dine inanan ya da inanmayan her hangi bir insan, kendi çıkarını (mutluluğu) amaçlamıyorsa neden ahlaklı olsun, ancak kendi çıkarını amaçlıyorsa buna ahlak denir mi?

Aslında bu soruya yukarıda azıcık değindim. Yalnız, yine ahlak felsefecilerinin üzerinde sıklıkla durduğu bir konu vardır ki o da insanın yaptığı her eylemin aslında bir kişisel çıkara hizmet ediyor oluşudur. Yani insan dilenciye para verirken bunu, içindeki merhamet duygusunu tatmin etmek ve sonuç olarak kendini daha iyi hissetmek için yapmaktadır. Böylesi bir bütüncül hipoteze karşı çıkmak zordur çünkü hipotezi yanlışlamak olanaksızdır. Popper’ın, Adler’e ya da Freud’a yaptığı eleştirilerle aynı kategoride algılanabilir. Ben ne yaparsam yapayım, karşımdaki bana şunu diyebilir, “Yaptın çünkü iyi hissettin, ruhunu hafiflettin, omuzlarındaki suçluluk duygusundan kurtuldun.”

Ben bu bütüncül döngüyü, sonuç üzerine odaklanarak kırabileceğimizi düşünüyorum. Yani bir davranışı ahlaklı yapan şey sadece kaynağı değildir, aynı zamanda sonucudur da. Dolayısıyla eğer davranışın meydana getirdiği sonuç toplam memnuniyeti artırıyorsa, bunu ahlaklı bir davranış olarak algılayabiliriz. Yani ben dilenciye para verince, bu durum beni mutlu ediyorken, dilenciyi de mutlu ediyorsa ya da bir ihtiyacını karşılıyorsa, dilenciye para verme eyleminin iyi olduğunu düşünebiliriz. Yalnız, böylesi bir pragmatik kolaya kaçmada şöyle bir sorun var ki bunu görmezden gelemeyiz. Sonucun analizi her zaman için kolay değildir. Dilenciye verdiğim para ona aynı zamanda “Al sana 1 TL, dilenci olarak kalmaya devam et.” mesajı da vermektedir. Bu durumda iyi midir, kötü müdür? Tartışma uzar gider. Düşünmeye ve üzerinde kafa yormaya değer.  

3.     Peki ölümden sonra hiçliğe inanan ateistler, kaçınılmaz hiçliğin verdiği kaygıyla nasıl savaşırlar?

Ateistlerin öyle bir derdi yoktur. Latin filozoflardan birisinin (ya Cicero ya da Diderot) şöyle bir lafı vardı: Ölümden korkmuyorum. Ben varken o burada yok, o varken ben burada olmayacağım. Hiçlik duygusu ilk düşünüldüğünde kabul etmesi zor bir davranıştır ama aslında azıcık üzerinde durunca bize çok da uzak olmadığını fark ederiz. Ben 1977 doğumluyum. 1977’den önceki yıllarda bu dünyada yoktum. Doğumumdan önce hiçtim. Acı çektiğimi hatırlamıyorum, var olanları kıskandığımı da. Var değildim, varlık deneyimimden tatmamıştım. Ölümümden sonra da durumun farklı olmayacağını düşünürsek ortada bir sorun yok demektir. Dolayısıyla hiçlik kaygısı gibi bir kavram aslında var olan bir şey değil. Sonsuzluğa olan bağımlılığımız aslında sanıldığı kadar güçlü değil ki hiçlik kaygısı diye bir şey olsun.

Yalnız, varoluş kaygısından bahsedebiliriz. Pek çok ateist düşünür için bizler bu dünyaya “atılmış” ya da “düşmüş” varlıklarız. Milyar kere milyar kere milyar kere milyar olası bilinçten birisiyiz. Kaygı bu varoluşla başlar. Soru “Ben bu hayatta ne olacağım?” sorusudur. Sartre gibi varoluşçu filozoflar bu durumu insanın varoluşunun özünden önce gelişiyle açıklarlar. Yani insan içine girip “Aha kalıbımı buldum, ben artık buyum” diyebileceği bir öze sahip değildir. Özünü var oldukça kendisi yaratır, varoluşuyla bir öze sahip olur. Bu ilk düşünüşte idraki zor görünse de aslında çok da karmalık bir şey değildir. Bir mimar inşa edeceği evin planını yapar ve ardından plana göre evi yapar. Yani evden önce bir plan vardır. İşte, varoluşçulara göre insan için böylesi bir plan yoktur. İnsan yaşadıkça plan yavaş yavaş ortaya çıkar.

Coelho’nun Simyacı’sında verilen mesaj da hemen hemen budur. Kendi hikâyeni yaz, kendi hikâyeni yaşa. Çünkü sana önerilen tüm diğer hikâyeler başkalarına aittir. Dinler her ne kadar insanı kalıplara sokarak şekillendirmeye çalışsalar da aslında bu siyasi bir kontrol mekanizmasından ibarettir. Bütün dinlere göre insan “bitmiş” bir projedir. Mağazadan aldığın televizyonun gün geçtikçe kendisini yenileyememesi, kendi başına işler yapamaması gibi bir şey bu. Bu yüzden de yanında kullanım kılavuzu verirler. İnsan için de kutsal kitaplar ve peygamberler aynı vazifeyi görür. Verilmek istenen mesaj şudur: Bitmiş olan projenin sağını solunu kurcalayıp, projeyi kullanılmaz hale getirmeyin. Aha kılavuz, buna göre kullanın. Bu kılavuzların çoğuna göre bu hayat önemsenmemesi gereken bir ön elemeden ibarettir. Asıl hayat ölümden sonra başlayacaktır. Buna inanmayan insanın bunalımlara gireceği, mutlu olamayacağı gibi lafları da yine aynı kaynaklar üretirler. Yani ben şimdi sana bu mektubu yazıyorum ama sonuna da ekliyorum: Yazdıklarıma inanmazsan hayatın boyunca mutsuz olursun, buhranlara girersin, içinden çıkılmaz girdaplara düşüp perişan olursun. Bir çeşit kendi ayakları üzerinde duran önerme. Böylesi bir "self-confirming" ifadenin kanıt olmayacağı aşikar! İnsan diyalektikle öğrenir. Geçen birisine de yazmıştım. Yerçekimi var ki ağaçlar gökyüzüne doğru yükseliyor. İnsan mücadele ettikçe varlığına anlam katar ve kendi özünü yaratır.

Var oldukça özünü yaratan insan için de zaten hayatın sonu sorun olmaktan çıkar. Bizler rolümüzü oynamamız için sahneye çıkarılmış aktörleriz. Sahneye bir kere çıkma hakkımız var dolayısıyla oyunu en mükemmel şekilde icra etmek zorundayız. Bu, hayatımıza anlam katan en önemli etkendir. Bir yazarsan, hayatını kendi sesini bulmakla geçirirsin. İnsanlara iyi örnek teşkil edebilecek yapıtlar bırakmaya çalışırsın. Bir mimarsan güzel ve verimli binalar dikersin, adın yüzyıllarca şanla şerefle anılır. Bir anneysen evladına en iyi şeyleri öğretirsin. Bilirsin ki sen öldükten sonra senin bilincinin aktığı yerde yeni bilinçler yeşerecek, hayat devam edecek, insanlar senin evlatlarına verdiğin güzel eğitimden faydalanacaklar. Kısacası, iş dönüp dolaşıp anlam konusuna geliyor. Hayatımızı anlamlı yaşamak bizim elimizde. Bunu yapmak için ikinci bir hayata ihtiyacımız yoktur. Yeri gelmişken senin de sevdiğin Nazım Hikmet’in hoşuma giden bir şiirini ekleyeyim buraya:

YAŞAMAYA DAİR
 
1
Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
                       bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
                       yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
                        beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
                                    insanlar için ölebileceksin,
                        hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
                        hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
                        hem de en güzel en gerçek şeyin
                                      yaşamak olduğunu bildiğin halde.
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
           hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
           ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
                                      yaşamak yanı ağır bastığından.
                                                                                     1947
2
Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan,
              bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz
                                en son ajans haberlerini.
Diyelim ki, dövüşmeye değer bir şeyler için,
                               diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
                           yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
                        fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
                        belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.
Diyelim ki hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla
                                    yani, duvarın ardındaki dışarıyla.
Yani, nasıl ve nerede olursak olalım
          hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak...
                                                                      1948
3
Bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
                       hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
                       yani bu koskocaman dünyamız.
Bu dünya soğuyacak günün birinde,
hatta bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
                       zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.
Şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya
"Yaşadım" diyebilmen için...


4.     Bir şeyi açıklarken açıklamayı yaptığımız terimi kullanmadan, başka terimler kullanarak açıklarsak, başka bir hayat terimini kullanmadan, hayatın anlamını açıklayabilir miyiz?

Sanırım bu sorunun yanıtını da yukarıda vermiş oldum. İkinci bir hayata inanmanın, her insanın bu dünyadaki hayatına zarar vereceğini sanmıyorum. Pek çok insan için hiçlik dayanılmazdır ve ikinci bir hayat onların içine düşeceği umutsuzluk için tek çare olacaktır. Bu inanç insanı mutlu da edecektir doğal olarak, hatta hayatına anlam da katacaktır. Bunların hiçbirisine itiraz edemeyiz. Dindar insanların mutlu olmaları kaçınılmazdır çünkü onlar da yanlışlanamaz bir hipotezin içinde rol aldıkları sürece yaşadıkları tüm deneyimlerle inançlarını güçlendireceklerdir. Başlarına kötü bir şey geldiğinde kader, haksızlıklığa uğradıklarında ahirette hesap sorabilecek olma, sınıf kavgasında altta kaldıklarında cennetteki sınıfsız toplum beklentisi onları kurtaracaktır.

Yalnız, insanı anlama yoluna girmiş, bu konuda kafa yormaya başlamış bir insan kendisine verilen yanıtlarla yetinmeyebilir. Evet, bilmemek ve düşünmemek kimi zaman mutluluğa kaynak olabilir. İngilizcede buna “Ignorance is blessing” derler. Bildikçe, sorguladıkça insan rahatsız olur. Tatlı bir rahatsızlıktır bu, her insanın hayatının bir safhasında yaşaması gereken bir rahatsızlık. Bakar ki sürekli bel bağladığımız öteki hayat aslında buradaki hayatı doğru dürüst yaşamamıza engel teşkil edebiliyor. Bakar ki öteki hayata sırtımızı dayadıkça burada birbirimizi eziyoruz, ne ezenlere ses çıkarabiliyoruz ne de ezilenlerin sesini duyabiliyoruz. Belki zor bir dönem olur böylesi bir sorgulama dönemi, belki kafa karışıklığı insanı günlük hayattan biraz koparır ama sonuçta insan bir dengeye varır. Kendisine uyan, yaşam tarzına ters olmayacak bir inanca bağlanır ve hayatına o şekilde devam eder. 
  
İşte bu yüzden, okumalı ve araştırmalıyız. Bu yüzden kendi hikâyemizi yazmalı ve bu uğurda cidden mücadele etmeliyiz. Şimdiden söyleyeyim, seni felsefe okurken görenlerden bazıları seninle alay edecek, hatta okumaman için seni uyaracaklardır. Çünkü insanların büyük bir çoğunluğu kendilerine verilen hayatı sorgulamaksızın kabul etmeyi yeğlerler. Dolayısıyla düşünüp sorgulamayı tehlikeli bulurlar. Bunun için onlara kızamayız. Teslim olup, elindekilerle yetinmek; felsefenin ilk ilkesi olan kuşku duymanın karşısına dikilecek en büyük engel olacaktır. Ne kadar ilginçtir İslam kelimesinin “teslim” ile aynı kökten geliyor olması ve Kuran’ın ikinci süresinin ikinci ayetinin (Bakara, 2), “Zalikel kitabu la raybe fihi” (Bu öyle bir kitaptır ki içinde kuşku yoktur) olması. Neyse, bu da ayrı bir konu... 

Doğru insan, yüce insan, insanlığa hakiki anlamda rehber olacak insan; hayatını aramaya adayan insandır. Çünkü çok iyi bilir ki hayat yolda olmak veya yolda ölmektir, bir yere varmak değil.

Felsefe oku, düşün, sorgula diyorum ama sakın bunları yaparken derslerini ihmal edeyim deme. Üniversite sınavı kuyunun ağzında, ateşini körükleyen bir ejderha gibi seni bekliyor. Bol bol ders çalış, ortalamanı yüksek tut ve boş vakitlerinde test kitapları bulup ağır ağır sınava hazırlanmaya başla.

Şimdilik bu kadar,

Kendine ve sana emanet edilenlere iyi bak. Beni tanıyan tüm arkadaşlarına selam söyle.

A A           
            
* Bu mektup, geçmişte dersine girdiğim bir öğrencinin dün akşam gönderdiği felsefi sorulara yanıt olarak yazılmıştır. Başka öğrenciler de okuyabilsin, gerekirse tartışsın, üzerinde düşünsün diye mektubu sayfaya koydum.