Sevgili Z*,
Öncelikle, böylesi
önemli sorular sorduğun için seni tebrik etmeliyim. Açıkça söylemem gerekirse
sorulardaki derinlik şaşırttı beni. Bunun yanında, eninde sonunda sorulması
gereken sorular oldukları için memnun da oldum. Gençlerin gündelik heyecanlar
peşinde sürüklenip, banal uğraşlar uğruna tüm vakitlerini harcamaları kadar
hiçbir şey beni daha fazla üzmüyor. Bir yandan, onların gençliklerine,
damarlarında kaynayan kanlarına saygı duyuyorum. Boşuna dememiş eskiler “delikanlı”
diye, çılgınca şeyler yapacak ki hayatı anlasın, risk alacak ki aldığı
risklerin sonuçlarını öğrenebilsin. Bir de düşünecek tabii, sorgulayacak,
yanıtla tatmin olmadığı sürece yeni kanıtlar arayacak. Matematik ve bilim eğitimi
bu yüzden çok önemli genç zihinler için. Çünkü ancak bilimle ve matematikle bir
insan doğru düşünme yöntemini öğrenir. Bulduğu yöntemlerle keşfettiği yeni
dünyaları sınar, akıl ve mantık süzgecinden geçirir. Kolay kolay ikna
olmamalıdır genç bir zihin, kolay kolay inanmamalıdır kendisine söylenene.
Çünkü Voltaire’in dediği gibi “Bizi saçmalıklara inandıranlar, gün gelir bizi
katliamlar yapmaya da ikna edebilirler.” Tarih bunun örnekleriyle doludur. Maalesef
gelecek de bundan muaf olmayacaktır.
Sorularına geçmeden önce sana bir kitap
önerisinde bulunayım. Eğer okumadıysan Sofi’nin Dünyası kitabını bul. Boş bir
vaktinde, ağır ağır, üzerinde düşünerek oku. Bu kitap bir felsefe kitabı
değildir, kurguya bulandırılmış bir çeşit felsefe tarihidir. Felsefenin tarihi
aslında insan oluşumuzun da tarihidir. Bu yüzden farklı yazarlar tarafından yazılmış
felsefe tarihlerini ben düşünmeye ve sorgulamaya başlayan herkese salık veririm. Sofi’nin Dünyası iyi bir
başlangıçtır. Yeterli değildir ama ilk adım için gereklidir. Hem sıkılmaman,
hem de çok derine dalıp kaybolmaman için önemlidir. Şimdi sorularına geçeyim.
1.
Dünyada şans faktörü de olduğundan mutluluk
hiçbir zaman garanti olamaz, bu yüzden de ahiret inancı ahlaklı insan için bir
zorunluluk haline gelmez mi? Onların hayattaki amaçları sadece bu dünyada mutlu
olmak mıdır?
Burada ciddi bir önkabul
var. İnsanın hayattaki amacı mutlu olmakmış gibi lanse edilmiş sanki. Oysa
insanın hayattaki en büyük amacı mutlu olmak değildir, hayatına –hem kendi
hayatına hem de başkalarının hayatına- bir anlam katabilmektir. Mutluluk bir
amaç değil, bir sonuçtur. Asıl amaç hayatı bir “anlamlandırma uğraşısı” olarak
yaşayabilmektir. Pek çok insan için hayatın amacı; iyi bir işe sahip olmak,
evlenip çocuk yapmak, çocuğu iyi yetiştirmek, çocuğunu münasip bir eş adayı ile
evlendirmek, bu arada emekli olmak, ardından torun sevmek ve zamanı gelince de
ölmektir. Bu çizgisel hayat deneyimi milyonlarca defa denenmiş ve iyi sonuç
vermiştir. Bu yüzden etrafımızda gördüğümüz insanların hemen hepsi bu yöntemi
deneyerek hem kendi hayatına hem de başkalarının hayatına (eş, çocuklar,
akrabalar, dostlar…) anlam katmış olurlar. Bu konuda yazılmış çok güzel bir
kitap var. Türkçe’ye çevrildi mi bilmiyorum ama kitabın İngilizce adı “Introduction
to Logotheraphy”ydi. Kitabın yazarı İkinci Dünya Savaşında soykırımdan sağ
olarak kurtulmayı başarmış Yahudi bir psikolog. Pek çok hastayı mutluluk
saplantısından kurtarıp, hayatına anlam vermeye zorlamış ve bu şekilde pek çok
yardıma muhtaç insana yeni bir yaşamın kapısını aralamıştır.
Mutluluk meselesini bu
şekilde hallettikten sonra sorunun ikinci kısmına gelelim. İnsan, hayatına
anlam vermiş olmak için ahirete inanmak zorunda mıdır? Ben bu ikisi arasında mantıksal ya
da bilimsel bir bağ göremiyorum. Bunun tersi (converse) doğru olabilir. Yani
ahirete inanmış bir insan hayatına bu şekilde bir anlam vermiş olabilir. Tıpkı
maratona hazırlanan bir atletin yemesine, içmesine, antremanlarına dikkat
etmesi gibi, ahirete inanan kişi de kendisini cennete hazırlayabilir. Cennete
girme kıstaslarına göre hareket eder, bu dünyadaki hayatını ona göre düzenler,
sonunda da hedefine ulaşır ya da ulaşamaz. Maraton örneğine dönersek, herhangi
bir maratona hazırlanmadan koşan bir insanın koşmaktan zevk almayacağını iddia etmek
o koşucuya haksızlık olmaz mı? Pek çok koşucu sırf koşmanın verdiği anlık zevki tatmak için koşar. Ben de bu güruha dahilim. Bir insan hayatını anlamlı kılmak için hayatın
sonrasındaki bir hedefe kitlenmek zorunda mıdır? Böyle yapmayınca boşuna mı
yaşamış olur?
Kitaplarını okuduğumuz
pek çok yazar, derslerde kuramlarını öğrendiğimiz pek çok bilim insanı,
yapıtlarını dinlediğimiz/izlediğimiz pek çok sanatçı, dışarıdan bakılınca, hiç
de imrenilecek mutlu bir hayat yaşamamışlardır. Bunun yanında çektikleri
çilelere rağmen yaptıkları işle gurur duymaya devam etmişler ve öldüklerinde
arkalarında büyük bir hazine bırakmışlardır. Russell %100 bir ateist olmasına
rağmen matematiğe ve sistematik mantığa katkılarıyla 20. Yüzyıla damgasını vurmuş çok önemli bir bilim insanı ve entelektüeldir. Ahiret inancına sahip olmaması
onu ne kötü bir insan yapmıştır ne de dünya barışı için etrafındaki aydınları
örgütlemesinin önüne geçmiştir. Aynı şekilde Charles Darwin, Isac Asimov, Bertolt
Brecht, Jack London, Berdnard Shaw, Antonio Gramsci, Voltaire, Aziz Nesin, Nazım Hikmet ve daha adını
sayamadığım binlerce bilim, sanat ve eğitim insanı ahirete inanmadıkları halde,
arkalarında devasa yapıtlar bırakmışlardır. Eğer ahiret inancı ahlaki bir zorunluluk
olsaydı, bugün bu insanları, insanlığa yararı olan büyük dimağlar olarak değil
de sağa sola saldıran, kendileri gibi düşünmeyenleri öldüren barbarlar olarak
görmeliydik. Böyle olmadığına göre, ahiret inancı ahlaki bir zorunluluk olamaz.
Ayrıca istatistiklere
bakacak olursak, dünya üzerinde eğitimli ateistlerin toplum içerisinde kayda
değer bir yüzdeye ulaştığı ülkelerde suç oranı diğer ülkelere göre çok daha
düşüktür. Yani insanlar iyi olmak için ya da iyilik yapmak için mutlaka ölüm
sonrası kendilerine sunulacak olan bir mükâfata muhtaç değildirler. Böylesi bir
mükâfat olmaksızın da insan iyilik yapabilir. Hatta pek çok ahlak felsefecisine
göre gerçek iyilik ucunda bir mükâfatın olmadığı iyiliktir. Ötekisi çıkar
peşinde koşmaktır. Aynı mantıksal çıkarımı kötülük yapmaktan kaçınmak için de
kullanabiliriz. Herhangi bir mücazat olmaksızın kötülükten kaçınmak gerçek
anlamda ahlaki bir davranıştır. Kant’ın “kendi içinde iyilik” kavramını okumanı
ve üzerinde düşünmeni salık veririm. Yine Kant’ın ahlak felsefesine dayanak
yaptığı ilkelerden birisini buraya
yazıp, bir sonraki soruna geçeyim: Eylemlerini öyle bir kurala göre işlemelisin
ki yaptığın eylem aynı zamanda evrensel bir kanun olabilmeli. (Act only according to that maxim by which you can
at the same time will that it should become a universal law.) Yani eğer yaşlı birisine otobüste yer
veriyorsan, bunun bir ölçeği de böylesi bir davranışın evrensel bir iyi olma
durumuna işaret edip etmemesine bağlıdır. Uzun ve karmaşık bir tartışma olacağı
için burada kesiyorum.
2.
Dine inanan ya da inanmayan her hangi bir
insan, kendi çıkarını (mutluluğu) amaçlamıyorsa neden ahlaklı olsun, ancak
kendi çıkarını amaçlıyorsa buna ahlak denir mi?
Aslında bu soruya
yukarıda azıcık değindim. Yalnız, yine ahlak felsefecilerinin üzerinde sıklıkla
durduğu bir konu vardır ki o da insanın yaptığı her eylemin aslında bir kişisel
çıkara hizmet ediyor oluşudur. Yani insan dilenciye para verirken bunu, içindeki
merhamet duygusunu tatmin etmek ve sonuç olarak kendini daha iyi hissetmek için
yapmaktadır. Böylesi bir bütüncül hipoteze karşı çıkmak zordur çünkü hipotezi
yanlışlamak olanaksızdır. Popper’ın, Adler’e ya da Freud’a yaptığı
eleştirilerle aynı kategoride algılanabilir. Ben ne yaparsam yapayım,
karşımdaki bana şunu diyebilir, “Yaptın çünkü iyi hissettin, ruhunu
hafiflettin, omuzlarındaki suçluluk duygusundan kurtuldun.”
Ben bu bütüncül döngüyü,
sonuç üzerine odaklanarak kırabileceğimizi düşünüyorum. Yani bir davranışı
ahlaklı yapan şey sadece kaynağı değildir, aynı zamanda sonucudur da.
Dolayısıyla eğer davranışın meydana getirdiği sonuç toplam memnuniyeti
artırıyorsa, bunu ahlaklı bir davranış olarak algılayabiliriz. Yani ben
dilenciye para verince, bu durum beni mutlu ediyorken, dilenciyi de mutlu
ediyorsa ya da bir ihtiyacını karşılıyorsa, dilenciye para verme eyleminin iyi
olduğunu düşünebiliriz. Yalnız, böylesi bir pragmatik kolaya kaçmada şöyle bir sorun var
ki bunu görmezden gelemeyiz. Sonucun analizi her zaman için kolay değildir.
Dilenciye verdiğim para ona aynı zamanda “Al sana 1 TL, dilenci olarak kalmaya
devam et.” mesajı da vermektedir. Bu durumda iyi midir, kötü müdür? Tartışma
uzar gider. Düşünmeye ve üzerinde kafa yormaya değer.
3.
Peki ölümden sonra hiçliğe inanan ateistler,
kaçınılmaz hiçliğin verdiği kaygıyla nasıl savaşırlar?
Ateistlerin öyle bir
derdi yoktur. Latin filozoflardan birisinin (ya Cicero ya da Diderot) şöyle bir
lafı vardı: Ölümden korkmuyorum. Ben varken o burada yok, o varken ben burada
olmayacağım. Hiçlik duygusu ilk düşünüldüğünde kabul etmesi zor bir davranıştır
ama aslında azıcık üzerinde durunca bize çok da uzak olmadığını fark ederiz. Ben 1977
doğumluyum. 1977’den önceki yıllarda bu dünyada yoktum. Doğumumdan önce hiçtim.
Acı çektiğimi hatırlamıyorum, var olanları kıskandığımı da. Var değildim,
varlık deneyimimden tatmamıştım. Ölümümden sonra da durumun farklı olmayacağını
düşünürsek ortada bir sorun yok demektir. Dolayısıyla hiçlik kaygısı gibi bir
kavram aslında var olan bir şey değil. Sonsuzluğa olan bağımlılığımız aslında
sanıldığı kadar güçlü değil ki hiçlik kaygısı diye bir şey olsun.
Yalnız, varoluş
kaygısından bahsedebiliriz. Pek çok ateist düşünür için bizler bu dünyaya “atılmış”
ya da “düşmüş” varlıklarız. Milyar kere milyar kere milyar kere milyar olası bilinçten
birisiyiz. Kaygı bu varoluşla başlar. Soru “Ben bu hayatta ne olacağım?”
sorusudur. Sartre gibi varoluşçu filozoflar bu durumu insanın varoluşunun
özünden önce gelişiyle açıklarlar. Yani insan içine girip “Aha kalıbımı buldum,
ben artık buyum” diyebileceği bir öze sahip değildir. Özünü var oldukça kendisi
yaratır, varoluşuyla bir öze sahip olur. Bu ilk düşünüşte idraki zor görünse de
aslında çok da karmalık bir şey değildir. Bir mimar inşa edeceği evin planını yapar
ve ardından plana göre evi yapar. Yani evden önce bir plan vardır. İşte, varoluşçulara
göre insan için böylesi bir plan yoktur. İnsan yaşadıkça plan yavaş yavaş
ortaya çıkar.
Coelho’nun Simyacı’sında
verilen mesaj da hemen hemen budur. Kendi hikâyeni yaz, kendi hikâyeni yaşa.
Çünkü sana önerilen tüm diğer hikâyeler başkalarına aittir. Dinler her ne kadar
insanı kalıplara sokarak şekillendirmeye çalışsalar da aslında bu siyasi
bir kontrol mekanizmasından ibarettir. Bütün dinlere göre insan “bitmiş” bir
projedir. Mağazadan aldığın televizyonun gün geçtikçe kendisini yenileyememesi,
kendi başına işler yapamaması gibi bir şey bu. Bu yüzden de yanında kullanım
kılavuzu verirler. İnsan için de kutsal kitaplar ve peygamberler aynı vazifeyi
görür. Verilmek istenen mesaj şudur: Bitmiş olan projenin sağını solunu
kurcalayıp, projeyi kullanılmaz hale getirmeyin. Aha kılavuz, buna göre
kullanın. Bu kılavuzların çoğuna göre bu hayat önemsenmemesi gereken bir ön
elemeden ibarettir. Asıl hayat ölümden sonra başlayacaktır. Buna inanmayan
insanın bunalımlara gireceği, mutlu olamayacağı gibi lafları da yine aynı
kaynaklar üretirler. Yani ben şimdi sana bu mektubu yazıyorum ama sonuna da
ekliyorum: Yazdıklarıma inanmazsan hayatın boyunca mutsuz olursun, buhranlara
girersin, içinden çıkılmaz girdaplara düşüp perişan olursun. Bir çeşit kendi ayakları üzerinde duran önerme. Böylesi bir "self-confirming" ifadenin kanıt olmayacağı aşikar! İnsan diyalektikle öğrenir. Geçen birisine de yazmıştım. Yerçekimi var ki
ağaçlar gökyüzüne doğru yükseliyor. İnsan mücadele ettikçe varlığına anlam
katar ve kendi özünü yaratır.
Var oldukça özünü
yaratan insan için de zaten hayatın sonu sorun olmaktan çıkar. Bizler rolümüzü
oynamamız için sahneye çıkarılmış aktörleriz. Sahneye bir kere çıkma hakkımız
var dolayısıyla oyunu en mükemmel şekilde icra etmek zorundayız. Bu, hayatımıza
anlam katan en önemli etkendir. Bir yazarsan, hayatını kendi sesini bulmakla
geçirirsin. İnsanlara iyi örnek teşkil edebilecek yapıtlar bırakmaya çalışırsın.
Bir mimarsan güzel ve verimli binalar dikersin, adın yüzyıllarca şanla şerefle
anılır. Bir anneysen evladına en iyi şeyleri öğretirsin. Bilirsin ki sen
öldükten sonra senin bilincinin aktığı yerde yeni bilinçler yeşerecek, hayat
devam edecek, insanlar senin evlatlarına verdiğin güzel eğitimden
faydalanacaklar. Kısacası, iş dönüp dolaşıp anlam konusuna geliyor. Hayatımızı
anlamlı yaşamak bizim elimizde. Bunu yapmak için ikinci bir hayata ihtiyacımız
yoktur. Yeri gelmişken senin de sevdiğin Nazım Hikmet’in hoşuma giden bir
şiirini ekleyeyim buraya:
YAŞAMAYA DAİR
1
Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle
yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında
ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye
alacaksın,
yani o derecede,
öylesine ki,
mesela, kolların bağlı
arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman
gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.
Yani, öylesine ciddiye
alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela,
zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.
1947
2
Diyelim ki, ağır
ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan,
bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse
de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz
anlatılan Bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye
bakacağız pencereden,
yahut da sabırsızlıkla
bekleyeceğiz
en son ajans haberlerini.
Diyelim ki, dövüşmeye
değer bir şeyler için,
diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda,
daha o gün
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla
bileceğiz bunu,
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.
Diyelim ki hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene
olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla
birlikte yaşayacağız,
insanları, hayvanları,
kavgası ve rüzgarıyla
yani, duvarın ardındaki dışarıyla.
Yani, nasıl ve nerede
olursak olalım
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak...
1948
3
Bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir
yıldız,
hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız
zerresi yani,
yani bu koskocaman dünyamız.
Bu dünya soğuyacak günün
birinde,
hatta bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi
de değil,
boş bir ceviz gibi
yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.
Şimdiden çekilecek acısı
bunun,
duyulacak mahzunluğu
şimdiden.
Böylesine sevilecek bu
dünya
"Yaşadım"
diyebilmen için...
4.
Bir şeyi açıklarken açıklamayı yaptığımız
terimi kullanmadan, başka terimler kullanarak açıklarsak, başka bir hayat
terimini kullanmadan, hayatın anlamını açıklayabilir miyiz?
Sanırım bu sorunun
yanıtını da yukarıda vermiş oldum. İkinci bir hayata inanmanın, her insanın bu
dünyadaki hayatına zarar vereceğini sanmıyorum. Pek çok insan için hiçlik
dayanılmazdır ve ikinci bir hayat onların içine düşeceği umutsuzluk için tek
çare olacaktır. Bu inanç insanı mutlu da edecektir doğal olarak, hatta hayatına anlam
da katacaktır. Bunların hiçbirisine itiraz edemeyiz. Dindar insanların mutlu
olmaları kaçınılmazdır çünkü onlar da yanlışlanamaz bir hipotezin içinde rol aldıkları
sürece yaşadıkları tüm deneyimlerle inançlarını güçlendireceklerdir. Başlarına
kötü bir şey geldiğinde kader, haksızlıklığa uğradıklarında ahirette hesap sorabilecek
olma, sınıf kavgasında altta kaldıklarında cennetteki sınıfsız toplum
beklentisi onları kurtaracaktır.
Yalnız, insanı anlama
yoluna girmiş, bu konuda kafa yormaya başlamış bir insan kendisine verilen
yanıtlarla yetinmeyebilir. Evet, bilmemek ve düşünmemek kimi zaman mutluluğa
kaynak olabilir. İngilizcede buna “Ignorance is blessing” derler. Bildikçe,
sorguladıkça insan rahatsız olur. Tatlı bir rahatsızlıktır bu, her insanın
hayatının bir safhasında yaşaması gereken bir rahatsızlık. Bakar ki sürekli bel
bağladığımız öteki hayat aslında buradaki hayatı doğru dürüst yaşamamıza engel
teşkil edebiliyor. Bakar ki öteki hayata sırtımızı dayadıkça burada birbirimizi
eziyoruz, ne ezenlere ses çıkarabiliyoruz ne de ezilenlerin sesini
duyabiliyoruz. Belki zor bir dönem olur böylesi bir sorgulama dönemi, belki
kafa karışıklığı insanı günlük hayattan biraz koparır ama sonuçta insan bir
dengeye varır. Kendisine uyan, yaşam tarzına ters olmayacak bir inanca bağlanır
ve hayatına o şekilde devam eder.
İşte bu yüzden, okumalı
ve araştırmalıyız. Bu yüzden kendi hikâyemizi yazmalı ve bu uğurda cidden
mücadele etmeliyiz. Şimdiden söyleyeyim, seni felsefe okurken görenlerden
bazıları seninle alay edecek, hatta okumaman için seni uyaracaklardır. Çünkü
insanların büyük bir çoğunluğu kendilerine verilen hayatı sorgulamaksızın kabul
etmeyi yeğlerler. Dolayısıyla düşünüp sorgulamayı tehlikeli bulurlar. Bunun
için onlara kızamayız. Teslim olup, elindekilerle yetinmek; felsefenin ilk
ilkesi olan kuşku duymanın karşısına dikilecek en büyük engel olacaktır. Ne
kadar ilginçtir İslam kelimesinin “teslim” ile aynı kökten geliyor olması ve
Kuran’ın ikinci süresinin ikinci ayetinin (Bakara, 2), “Zalikel kitabu la raybe
fihi” (Bu öyle bir kitaptır ki içinde kuşku yoktur) olması. Neyse, bu da ayrı bir konu...
Doğru insan, yüce
insan, insanlığa hakiki anlamda rehber olacak insan; hayatını aramaya adayan
insandır. Çünkü çok iyi bilir ki hayat yolda olmak veya yolda ölmektir, bir
yere varmak değil.
Felsefe oku, düşün,
sorgula diyorum ama sakın bunları yaparken derslerini ihmal edeyim deme. Üniversite
sınavı kuyunun ağzında, ateşini körükleyen bir ejderha gibi seni bekliyor. Bol bol ders çalış,
ortalamanı yüksek tut ve boş vakitlerinde test kitapları bulup ağır ağır sınava
hazırlanmaya başla.
Şimdilik bu kadar,
Kendine ve sana emanet
edilenlere iyi bak. Beni tanıyan tüm arkadaşlarına selam söyle.
A A
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder