Okul hakkında düşündükçe yeni şeyler geldi aklıma. Biraz
daha yazmam gerektiğine karar verdim. Sonuçta günümün neredeyse on saatini
okulda harcıyorum. Mesai sabah 7:15’de başlıyor. Ben genelde saat 7’de
varıyorum ofise. İlk iki hafta 6:45’te evden çıkıp, yürüyerek 25 dakikada
varıyordum. Sonra bisiklet aldım. On dakika sürüyor kapıdan kapıya yolculuğum.
Yolculuk vakti 15 dakika kısaldı ama ben evden çıkış saatimi o kadar değiştirmedim.
Rutine girmiş şeyleri değiştiremiyorum ben, otomatiğe bir kere bağlandı mı hep
öyle gitsin istiyorum; ta ki önüne ciddi bir engel çıkana kadar.
Saat 7:00 gibi ofiste oluyorum. Mesai 17:15’te bitiyor. Gün
uzun ama bana yine de yetmiyor. İş çok, hem zaten çok olmasa da yetmezdi bana
zaman. Ben kendi halimde oturduğum koltukta kendime iş çıkarmaya bayıldığım
için iş olmasa bile “haddimi de aşarak” başkalarının işlerini de yapıyorum.
Böylece sessiz sakin küçülüyorum olduğum yerde, küçüldükçe sessizleşiyorum,
sağırlaşıyorum, körleşiyorum. Bunların hiçbirisi benim için sorun değil, yeter
ki birileri gölge etmesin. Zaten takım halinde iş yapmaktan nefret eden
birisiyim ben. Zorunda olmadıkça yanaşmam. Bu yüzdendir zaten okumayı, yazmayı,
koşmayı ve matematiği sevişim. Bu saydıklarımın hepsi yalnız başına yapılan
işler. Birisi benim hazırladığım işe burnunu soktu mu tüm büyü bozuluyor sanki,
tüm gizem gidiyor, sinir oluyorum.
Dedim ya, gün uzun ama onu uzun yapan çalışma saatleri
değil, günün ortasına konmuş iki saatlik öğlen yemeği molası. Bunca yıldır
öğretmenim ve bugüne kadar yarım düzine okulda çalıştım, hiçbirinde bir saatin
üzerinde yemek molası görmedim. Hem zaten okulların çoğunda yemek molası da
olmazdı. Öğretmensen, boş bir vakitte yemeğini yer, sonra da işinin başına
dönersin. Oysa burada bize çalışmamamız öğütleniyor. İster sıranın altına hamak
as, boylu boyunca uzan. İster evine git, yemeğini ye, üzerine de bir saat
şekerleme yap. Zaten öğretmen arkadaşların bazıları yüzmeye gidiyorlar öğle
arasında, kimisi de spor salonuna. Parka gidip koşan, sonra gelip duş alan bile
var. Aslında bu iki saatlik süre resmi işleri halletmek için mükemmel ama
bankalar, postaneler ve diğer bilumum resmi kurumlar da yaklaşık olarak aynı
saatlerde kapalı olduğu için hiçbir şey halledemiyoruz. Ben şimdilik, yemekten
sonraları ofise girip, Türk kahvesiyle birlikte Sait Faik’den öyküler okuyorum.
Günde bir ya da iki öykü okuyorum ki hemen bitmesin kitap. Yanımda getirdiğim
Türkçe kitaplar bitmek üzere. İktisatlı kullanmam gerekiyor.
Aslında kitabımı alıp, bahçede bir yerde okumak istiyorum. Maksat
ofisten uzaklaşmak, temiz hava almak. Ama maalesef yapamıyorum. O kadar güzel
bir bahçe yapmışlar, içinde nilüferlerin yeşerdiği, balıkların yüzdüğü havuzlar
yapmışlar ama bir yere de oturak koymamışlar. Oysa ne güzel olurdu, Sait Faik’imi
elime alıp, bir ağacın altındaki oturağa kurulup, şöyle yarım saat kitap
okuyabilsem. Sessiz, sakin, ağırdan, sindire sindire… Hem onun için de
değişiklik olur, sever Sait Faik açık havayı. Gerçi sıkılır o denizi olmayan
kentlerden; bir Rum balıkçı yoksa etrafta, şöyle bir Marmara’nın soğuk sularına
dalıp yosunların arasından bir mercan balığına bakamayacaksa, ne yapsın Sait
Faik o kentin güzelliklerini. O zaman ben de kendisine demek isterim. “Ne
yapalım paşam. Bize babamızdan miras kalmadı ev ocak. Para nerede biz orada!
Buna da şükür.” Güler Sait Faik benim lafıma. Güler ve söylenir “Ne Lüzumsuz
Adamsın Sen Be!” diye…
Hoş okul, kentin en büyük parkı olan Hong Mei (Kırmızı Erik)
parkına yürüyerek beş dakika mesafede. Oraya gidip de okunabilir kitap ama kim
çıkacak şimdi okulun kampüsünden. Otur oturduğun yerde. Ben parka akşamları
koşmaya gidiyorum. Fizik öğretmeni arkadaş bana 2 km’lik bir koşu yolu
gösterdi. Dolanıp duruyorum o yolda. Şangay yarı maratonuna hazırlanıyorum.
Şunun şurasında iki ay kaldı. Haftaya 12 km yapacağım. Sorun çıkmaz herhalde.
Tek korkum hava kirliliğinin dayanılmaz noktaya ulaşması. Kirli havada koşmak ve
bundan yarar ummak demek, tertemiz süngeri pis suya sokup, süngeri sıktığımızda
temiz su beklemekle aynı şey. Ehh, sünger burada ciğerlerimiz oluyor tabii. Pis
hava derin derin içeri sızdıkça çıkması zorlaşıyor, yapışıyor her yere.
Yarardan çok zarar veriyor bünyeye.
Okulun hemen karşısında bir kütüphane var. Çanco Kent
Kütüphanesi diye geçiyor ama maalesef tek bir İngilizce kitap yok üç katlı
binada. Bir defa gittim, görevli kız İngilizce kitapları bulacağım yeri tarif
etti. Hevesle gittim ama bulduklarımın tamamı İngilizce öğrenme ve sınavlara
hazırlık kitaplarıydı. Kırılan hayalimi cebime koyup, kimseye göstermeden
çıktım kütüphaneden.
Öğlen arası yapılacak bir başka şey de ofiste uyumak. Birkaç
defa uyumaya yeltendim ama olmadı. Öğrencilerin bu konuda maşallahı var. Hepsi
sıralarına başlarına koyup, mışıl mışıl uyuyorlar. Dolayısıyla öğlen arasından
hemen sonra dersim olunca ilk dakikalar çocukların mahmurluklarıyla mücadeleyle
geçiyor. En az beş dakika erken gidiyorum ki dersin vakti çalınmasın. Yüzlerini
yıkattırıyorum, sıralara vuruyorum, kırtasiyeden farkında olmadan aldığım müzikli
kahve kupamı çocukların kulaklarına yaklaştırıyorum. Sonuçta hepsi çok da
mızmızlanmadan uyanıyor.
Her katta tuvalet var. Öğrencilerin ve öğretmenlerin tuvaletleri
ayrı değil. Bu nokta da ilginç! Sen gel, bir yandan öğretmeni tanrı yerine koy.
Onları öğrencinin kayıtsız şartsız dinleyeceği ve itaat edeceği insanüstü
varlıklar olarak lanse et. Sonra, öğrencilerle öğretmenleri aynı tuvalete
gönder. Olacak iş mi? Benim için hava hoş ama Çinli öğretmenler için zor
olmalı. Ne bileyim, adamlar her yerde otorite. Çocuklar Çinli bir öğretmeni
görünce anında hizaya diziliyorlar, gıkları çıkmıyor. Sanki ordu komutanı her
birisi, tümeni içtimaya çekiyorlar. Çocuklar bizi görünce de maymuna
bağlıyorlar işi. “Hello, Mr Bean” diye bana selam vermeye bile başladılar. Demek
yay o kadar sıkışıyor ki Çinli olmayan öğretmeni görür görmez tüm potansiyel
enerjisini boşaltıyor üzerimize.
Bir sonraki teneffüste göz egzersizi var. Beş dakika
boyunca, hoparlörlerden gelen tiz bir çocuk sesi eşliğinde, çocuklar göz
egzersizi yapıyorlar. Aslında buna, göz egzersizi yerine, gözün etrafına
yapılan hafif masaj demek daha doğru olur. Günde iki defa yapıyorlar ve
zannedersem tüm Çin okullarında yapılan bir şey bu. Gerçi, şimdiye kadar beş
dakika boyunca gözüne masaj yapan bir öğrenci görmedim. Çocuklar aşmışlar
artık. Büyük bir olasılıkla ilkokuldan beri yaptıkları bir şey olduğu için
yalama olmuşlar. Faydasına var mı bilmiyorum. Aşağıdaki videoda çocukları göz
masajı yapıyorken görebilirsiniz. Videoyu ben çekmedim ama bizim okuldaki
hoparlörlerden gelen tiz çocuk sesi de bu videodakinin aynısı. Demek merkezi
bir yerden gönderiliyor bu beş dakikalık masaj yönlendirme kaydı.
Bu göz masajı günde iki kere yapılıyor. İlki sabah üçüncü
dersten sonra. Benim öğrencilerim her ikisini de takmıyorlar. “Yapın da bir
göreyim” dedim, yanaşmadılar. Ben de üstelemedim.
Derslerin saatleri tutarlı değil. Bir ders kırk dakika, bir
başka ders kırk beş ya da elli dakika. Neye göre ayarlanmış bilmiyorum. Yalnız,
ikinci teneffüs yarım saat sürüyor. Çocuklar genelde bu teneffüste bahçeye
çıkıyorlar. Erkekler terden eriyene kadar basketbol oynuyorlar (sırılsıklam
geliyorlar üçüncü derse). Kızlar ise evrensel yürüyüşlerini yapıyorlar kız
kıza. Yalnız, erkeklerin ve kızların birlikte oynadıkları bir oyun da var ve
çok popüler: Bedmintın. Herhalde erkeğin kızı fiziksel üstünlüğüyle ezemediği nadir
sporlardan birisi bedmintın. Geçen baktım iki öğrenci oynuyor, koridordan
başımı uzatıp izledim onları. Bir yandan kendi çocukluğumu düşündüm, gazoz
kapağının peşinde futbol oynayan minik Ali’yi, bir yandan da onların güle
oynaya mantarkuşa (shuttlecock) vuruşlarını izledim. Oyun bir süre devam etti,
sonra mantarkuş bahçenin kenarında yeni büyümekte olan bambu ağaçlarının
arasına düştü. Çocuklar da oyunu bırakıp, dersliklerine döndüler. Bu bana biraz
tuhaf geldi doğal olarak. Türkiyeli çocuklar olsa, ne kadar ucuz olursa olsun,
oyuncaklarını ağaçta bırakmazlar. Onu oradan almak bir gurur meselesidir. Oysa
bu çocuklar gayet sakinler. “Ohh, mantar kuş gitti, oyun bitti” modunda,
neredeyse ruhsuz diyebileceğim bir halde oynuyorlardı. Zaten okul başladığından
beri gözlemlediğim şeylerden birisiydi bu. Öğrencilerin dersler dışında hırs
gösterdiği bir şey yok. Dersleri de başarı eşiğini aşacak kadar hallediyorlar.
Gerisine karışmıyorlar. Göz masajında olduğu gibi okulla ilgili hemen her
konuda bir yalama olmuşluk, bir bıkkınlık var.
İşte asıl yazılması gereken konuya vardım. Çocuklardaki hırs
yoksunluğu sorunu. Derslerde aktifler, denileni yapıyorlar, uslular ama bu uslu
duruşun götürdüğü, yok ettiği bir gençlik ruhu var sanki. Çocuk dediğin azıcık
yaramaz olur çünkü o yaramazlığın arkasında keşfetme arzusu, kendi yolunu bulma
tutkusu vardır. Bu yaramazlık olmazsa yaratıcılık da olmaz. Çocukları birer
asker yapmak istiyorsak, onların itaatkâr, sadık ve düzenli bireyler olmasını
isteyebiliriz. Eğer çocukların; özgürce düşünen, sorgulayan, üreten ve yanlış
karşısında sesini yükselten bireyler olmasını istiyorsak, onların yaşlarına
uygun bir şekilde davranmalarına izin vermeliyiz. Robot gibi davranan
çocuklardan yaratıcı bireyler çıkarmak imkânsızdır. Tabii ki çocuğun
taşkınlıklarının bir sınırı olmalı ve öğretmenler gerekli yerde müdahalede
bulunmalılar. Orta yol ya da ortaya yakın yol bulunabilir gibime geliyor.
Geçen yıl çalıştığım
okulda öğrenciler aşırı derecede yaramaz, şımarık ve hatta çoğu zaman
küstahlardı. Bunun yanında aynı öğrenciler kendi başlarına şiir akşamı düzenleyip,
ezberledikleri şiirleri, işe biraz oyunculuk da katarak sergileyebiliyorlardı. Keman
çalanlar, resim yapanlar, hikâye ve şiir yazanlar, web sayfası yapanlar,
tiyatro oyununda oynayanlar… Şu anki okulumdaki öğrencilerin performansını
izledim geçen akşam. Piyano çalandan şarkı söyleyene, hemen hepsi de bana “yapmış
olmak için yapıyorum” mesajı verdiler, performanslarındaki heves ve tutku yoksunluğuyla.
İnsan sormadan
edemiyor tabii; sınır çizgisi nerede çizilmeli? Sınav canavarı yetiştirmek
değil eğitimin amacı –aileler öyle istiyor ama- , küstah ve kendini bilmez
insanlar yetiştirmek de değil. O halde çizgiyi nereye çizmeliyiz ki öğrenci
kendi bireyselliğini –çocukluğunu ve gençliğini- gereğinden fazla terk etmeden,
zihnini bilim aşkıyla doldursun, matematiği sevsin, edebiyata aşina olsun…
Buna benzer bir başka sorun da çocukların İngilizceleri.
Hemen hepsi Amerikalılar gibi konuşuyorlar. Ağızlarını sağa sola yamultup, o
çıkması zor sesleri çıkarıyorlar. Konuşmalarının bir aksanın etkisi altında
olmaması her ne kadar kayda değer bir başarı olarak görülse de gözden kaçan bir
şey var: İçerik. Ben çocukları anlamakta kimi zaman zorlanıyorum ve zorlandığım
nokta dillerine yapışan yerelliğin getirdiği aksan değil, söylediklerinin özde
bir anlamı olmaması. Çocuklar boş konuşuyorlar, bir anlamı olmaksızın, sırf
ağızlarını açıp Kuzey Amerika aksanını nasıl taklit edebildiklerini göstermiş
olmak için konuşuyorlar. O kadar ki artık derslerde çocuklara tam cümle kurma
zorunluluğu getirdim. Öyle, yarım yamalak ifadelerle yanıt veremeyecekler bana.
Anlamıyorum yahu, kafam almıyor ne demek istediklerini. Ya da bir şey demek
istemiyorlar! Bunca yıldır öğretmenim. Tayland’da yarım yamalak İngilizceyle
konuşan ama konuşmak için bir derdi olan çocukları rahatlıkla anlardım. Vietnam’da
da öyle. Çünkü çocuğun ağzından çıkan balonun içi dolu, balonun rengiyle,
güzelliğiyle değil içeriğiyle meşgul. Ben buradaki çocuklara da dedim ilk
girdiğim derslerin birinde: Benden sizin gibi konuşmamı beklemeyin. Ne dediğimi
anladığınız sürece hedefe varmışız demektir. Ben de sizi anlayabiliyorsam
iletişim amacına ulaşmıştır. Bunun dışında insanlar neden konuşur ki zaten.
Bütün bunları yazdım, fazlasıyla müteşekki bir görüntü
ortaya koymuş olabilirim. Aslına bakılırsa gayet memnunum okuldan. Sorunlar
tabii ki olacak, sorunlar olsun ki biz de bir şeyler öğrenebilelim. Yerçekimi
olmasaydı ağaçlar ne diye göğe doğru boy atarlardı ki, değil mi? Hem başka
nerede bulacağım kravat zorunluluğu olmayan, sakal bırakmama izin veren, yakalı
tişörte bile ses çıkarmayan okul? Üç hafta dönem arası tatili de var. Sırf bu
tatil yüzünden Tayland’da ilk yarı maratonumu koşacağım. Öpüp başıma koyuyorum, tüm öğrencilerimi ve
öğretmen arkadaşlarımı.
Saat geç oldu. Yarın yine altıda kalkacağım. Dün sabah –yani
bu sabah- saat beşte uyandım dışarıdan gelen havai fişek seslerinden ötürü.
Yine birileri dükkân açıyordu sanırım. Sabahın beşinde kötü ruhları kovalamak
için çıkmışlar yollara, bizim cengâver, halk sever vatandaşlarımız. Tam bir
saat boyunca inlettiler kentin merkezini. Güm, güm, güm, güm… Güm de güm…
Türkiye’de olsam darbe oldu sanırdım. Ya da Çarşı yönetime el koydu. Onların
bile azıcık insafı olurdu. Buradakiler hiç dinlemediler benim küfürlerimi;
millet uyuyordur, işe gidecek olanlar yorgundur diye. Bana sorsalardı ben
onlara kentteki kötü ruhların nerede olduğunu söylerdim.
Herkese iyi geceler.
Au revoir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder