Ve Türkiye’de ilk eğitim öğretim döneminin sonuna geldik.
Nerdeyse iki aydır hiçbir şey yazmadım. Bir “Burun” öyküsü vardı heyecanla
başladığım. Öykünün gidişatını ve sonunu biliyor olsam da yazmadım. Yazamadım
demiyorum, yazmadım, yazmak istemedim. Hayata adadım kendimi, yaşamayı yeğledim
bir süreliğine, yaşamaya ve çalışmaya. Dedim ki kendi kendime, “yazmadan da
yaşamak mümkün olmalı, yaşayabildiğine göre bunca insan!”. Saldım kendimi
hayatın kollarına ama hayat kendisine geleni kucaklayan bir merhamet abidesi
değil ki beni alsın bağrına bassın, sımsıkı sarmalasın, açık kalan yanlarımı
örtsün. Ben ona yöneldikçe o benden kaçtı, ben bir adım yaklaştım o adım iki
adım uzaklaştı. Derken; yazamadan yaşayamadığımı, kelimelerden uzaklaştıkça
iyice pert olduğumu fark ettim. Çünkü ben kendim için yazan –sanki başkaları
için yazmak mümkünmüş gibi oldu bu ifade- birisiyim ve yazmadığım zamanı hayata
değil, hayatın içinde olmasa da olur denilebilecek şeylere ayırıyorum.
Son iki ayım genelde okulun işleriyle geçti. Yavaş çalışan
birisiyim ben, yavaş algılıyorum ve yavaş hareket ediyorum. Elimden geldiğince
yaptığım işe yaratıcılık eklemeye, deneyimlerimden ve okuduklarımdan bir şeyler
eklemeye çalışıyorum. Gerçi bu pek mümkün olmuyor çünkü hem yaratıcı olmak için
gereken boş zaman lüksümüz yok hem de bizden yaratıcı olmamız değil, verilen
görevi ne kadar aptalca olsa da yapmamız talep ediliyor. Ne yaratıcı
olabiliyorum ne de sıkılarak yaptığım işleri zamanında bitirebiliyorum. Bu
yüzden işler hep sarkıyor, bölüm odasından saat 6’dan önce çıkmam için dışarıda
önemli bir işim olması gerekiyor.
Dışarıdaki hayatın varlığı tek başına
yetmiyor beni okuldan koparmaya. İlla
bir sorumluluk olacak, söz verilen bir arkadaş, gidilecek bir toplantı, hasta
bir akrabayı ziyaret etme zorunluluğu. Sorumluluklar tarafından idare edilmeye
alışmışım. Öyle bir saniye oturup, soluklanmaya vakit olmuyor. Bazen okulda,
yemekten sonra, hava da güzelse eğer, bahçedeki oturaklara kurulup, üç beş
sayfa okuyorum. Bazen de sadece oturuyorum, zayıf güneşin oluşturduğu tayfları
izliyorum. Çok canım sıkılırsa da okulun hemen dışındaki sinemanın kafesinde
kahve içiyorum. Yalnız bu boş durmalar
ve bir şey yapmamalar pek uzun süremiyor. Mutlaka bir sorumluluk bir yerlerden
çıkıp beni buluyor. En kötü olasılıkla okunması gereken ödev kağıtları
birikiyor, saçma sapan formları doldurup, aptalca yorumlar yazmak gerekiyor.
Öyle ki bazen sabah sekizden akşam beşe kadar tek bir iş yapmıyorum, sadece
robot gibi yapılması gerekenleri yapıyorum. Bunun için bulduğum ifade; “O kadar
çok iş var ki çalışmaya vakit yok.” Bir çeşit ağaçlardan ormanı görememe hali,
kalabalığın içinde insanları görememe durumu…
Okuldaki sorunlar hakkında daha önce de farklı mektuplarda
yazmıştım. Bugün onları derli toplu halde yazmak istiyorum. Çalıştığım okulun
köklü bir kurum olması vesilesiyle nasıl olup da bu köklülüğün aynı zamanda
kalıplaşmış bir takım yanlış uygulamaları beraberinde getirdiğini anlatmaya
çalışacağım. Okulda çalışmaya başladığımda ve ilk sözlü uyarımı aldığımda
çalıştığım kurumun yaşadığım ülkemin bir yansıması, paralel evrende var olan
minyatür hali olduğunu düşünmüştüm. Bu fikre halen sahibim ama biraz daha
geliştirdim. Sadece eğitim kurumları değil, kökleşmiş her kurumda aynı zihniyet
hakim, aynı başıbozukluk, tembellik, egoizm ve adamsendecilik.
Dün avukat İ ile Taksim’de oturduk, birer bira içtik.
Mesleği dolayısıyla karşılaştığı ilginç hikayeleri anlattı bana. Bir tanesi
özellikle ilgimi çekti. Evinin yakınındaki bir bakkal, bir sabah vakti üst
kattaki komşusunu alıp havaalanına bırakıyor. Komşu da bu iyilik karşısında
adama üç-beş lira para veriyor ki benzin parası karşılanmış olsun. Yolda nasıl
oluyorsa polis bakkal amcayı durduruyor ve kaçak taksicilik ithamıyla adamın
arabasını bağlıyor. Üzerine bir de birkaç bin lira ceza kesiyor. Araba yok, bir
de üzerine bakkalın ödeyemeyeceği bir ceza; adamcağız soluğu tanıdığı avukat İ’nin
yanında buluyor. Ortada bakkalın taksicilik yaptığına dair tek bir kanıt yok,
tamamıyla polisin anlık yargısına dayanıyor tüm uygulama. İş mahkemeye düşüyor
ama mahkeme birkaç ay sonunda bu işe kendilerinin bakamayacağına karar veriyor.
Mahkeme Ankara’daki sulh mahkemesine aktarılıyor. Orada da bir üç-beş ay
bekliyor. Sonra yeni bir karar, orası da bakmıyormuş meğerse… Ne davaya kimin
bakacağı belli, ne bakkalın arabasına nasıl kavuşacağı belli… Adam aylardır
arabasından mahrum, işlerini yapamıyor ve tüm bunların nedeni bir trafik
polisinin mesnetsiz tutanağı. İş tam bir yılan hikâyesine dönüşüyor ve hatta
kördüğüm oluyor. İ bile ne yapacağını şaşırmış durumda. Sonunda da ekliyor:
Adalet sistemimimiz aslında ülkemizin bir mikro resmi. Ülkede ne kadar
yolsuzluk, bencillik, adamsendecilik, kayırmacılık varsa adalet sisteminde de
var.
Tıpkı J’nin ikametgah tezkeresi başvurusunda olduğu gibi. Hatayı
yapan Bangkok’taki elçilik, ceremesini çeken biziz. Hem mahkeme parasını
ödüyorum, hem ödememem gereken bir sürü gereksiz belgenin parasını ödüyorum –yok
noterden taahhütname çıkar, yok bankadan paran olduğuna dair döviz belgesi al,
yok avukata vekâletname çıkar- hem de bir ton vaktimi/enerjimi saçma sapan
işlere ayırmak zorunda kalıyorum.
(Bu döviz belgesi için ayrı bir parantez açmadan
edemeyeceğim. Döviz belgesi denilen şey aslında ülkede kalmak isteyen
turistlerden istenen, turistin maddi durumunu kanıtlayan bir belge. Üç aylık
turist vizesi için 3000 dolarlık döviz belgesi gerekiyor. Yani turistin 3000 doları
olmalı ki bu belgeyi alsın. Oysa 3000 dolar hiç kimse için ufak bir meblağ
değil. Bu yüzden işin kolayı bulunmuş. Gidiyorsunuz herhangi bir döviz bürosuna
ve 3000 dolarlık döviz belgesi alacağım diyorsunuz. Döviz bürosu, sizin 3000
dolarınızın olduğunu farz ediyor ve bu para gerçekten varmış gibi size 3000
dolar bozuyor. Sonra da bozduğu parayı sizden alıp size tekrar dolar veriyor.
Yani başlangıçta farazi olarak size verdiği parayı sizden geri alıyor. Para
farazi ama işlem farazi değil, işlem gerçek. Dolayısıyla alım ve satım
sürecindeki farkları siz ödüyorsunuz. Eğer döviz bürosu 1 doları 1,74 TL’den
alıyor ve 1 doları 1,81 TL’den satıyorsa, döviz belgesinin size maliyeti
3000*(1,81-1,74)=210 TL. Ortada hiçbir üretim yok, hiçbir resmi kanıt yok,
hiçbir iş yapılmış değil. Sadece sizin turist cebinizden 210 TL uçuyor ve para
bir döviz bürosunda kalıyor. 210 TL ile 3000 dolarınızın olduğunu
kanıtlıyorsunuz. Böyle bir saçmalık, böyle bir bürokratik geri zekâlılık
olabilir mi? Oluyor işte, kimse sesini çıkarmadığı için oluyor.3000 dolarınız
yoksa 210 liraya patlayan işlem 3000 dolarınız varsa daha ucuza gelebilir.
Çünkü paranız varsa bir kereliğine bozdurursunuz, olur biter. Sadece satarken
zarar edersiniz. Bozduğunuz parayı da kullanırsınız. Benim anlamadığım, böyle
bir durumda neden banka hesabı istenmiyor. Bankadan gidip bir hesap bakiyesi
çıktısı alsam ve bunu bankada mühürletsem daha mantıklı bir iş yapmış olmaz
mıyım? Bunun bana masrafı en fazla 5 TL olur. Hem belge döviz bürosundan
alınana göre daha güvenilir olur çünkü geldiği yer bir banka.)
Parantez aç, örnek ver derken konudan iyice uzaklaştım. Neyse,
okula geri döneyim. Okuldaki genel sorunları iki ana kategoriye ayırabiliriz.
Birincisi idari sorunlardır ki benim bunları düzeltebilmem neredeyse olanaksız.
İkinci sorunlar ise eğitime ve öğretime yönelik sorunlar. Aslında bu iki
kategori arasındaki ilişki vücuttaki kemiklerle organlar arasındaki ilişkiye
benzetilebilir. İdare vücudun kemikleridir; onu ayakta tutar, destekler, sorun
organların uyumlu çalışmasına olanak sağlar ya da en azından engel olmaz.
Eğitim ve öğretim ise organlardır, böbrektir, karaciğerdir, kalptir. İşi yapan,
öğüten, sindiren, nefes alıp veren, yakan ve enerjiye dönüştüren, kısacası
üreten kısımdır.
Önce idari sorunlardan söz edeceğim. İdari sorunlar, yani
verimsiz çalışma ortamı, motivasyonun ve yaratıcılığın önüne konmuş engeller.
1. Okulun hemen
hiçbir konuda şeffaf olmaması: Bu Türkiye’de yaşayanlara belki saçma
gelebilir ama benim daha önce çalıştığım okullarda şeffaflık önemli bir etkendi
öğretmenleri motive eden. Bir kere şeffaf bir kurumda dedikodular, arkadan
konuşmalar olmaz ya da en aza indirgenir. Gereksiz kinlerin, garezlerin, siyasi
planların önü alınmış olur. Şeffaflık işverenin ve işçinin arasındaki iletişim
engellerinin pek çoğunu bir adımda kaldırır, onun yerine karşılıklı güven ve
saygı inşa eder. Birkaç örnekle izah edeyim.
Maaş çizelgesinin kimse tarafından bilinmemesi ve bu
çizelgenin açıklanmaması beni çok rahatsız eden bir durumdur. İK bana böyle bir
çizelgenin var olduğunu söyledi ve ardından da ekledi: Var ama size
gösteremeyiz. Bu yanıt yok demekle aynı şeydir benim için. Neden güveneyim ki
size? Bir öğrenci bana sözlü notunun nasıl verildiğini sorduğunda, ben açıp
Excel’den ona notunu nasıl verdiğimi gösterebiliyorum. Böyle bir Excel tablosu
var ama sana gösteremem demiyorum. Çünkü ben not verme konusunda elimden
geldiğince şeffaf olmaya çalışıyorum. Şeffaf olamadığım noktalarda da pozitif
ayrımcılığa gidiyorum ki bunu da öğrencilerden saklamıyorum.
Bir başka örnek de sözleşme yenileme tarihleriyle ilgili.
Öğretmen arkadaşlara soruyorum sözleşmeler ne zaman yenileniyor diye. Kimisi
mayıs diyor, kimisi tatil başlamadan birkaç gün önce. Yani ben tatile çıkmadan
önce okul bana yeni bir sözleşme önerecek ve ben onu imzalayacağım. Bu tür bir
geciktirmede şöyle bir ön kabul görüyorum ben: Okul benim sözleşmeyi
imzalayacağımdan emin. Yani ben okula muhtacım ve zaten imzalarım. Yani işveren beni eşit koşullarda görmüyor,
benim de taleplerim olabileceğini hiç hesaba katmıyor. Eğer bir öğretmen
haziran ayına kadar kendine bir iş ayarlamamışsa, sonrasında da prestijli bir okulda
iş bulması olanaksızdır. Ancak çok zor durumda kalan okullar öğretmen alımı
yapar haziran ayından sonra. Öyleyse bir öğretmen ne yapmalı? Ya okulun ön
kabulünü kendi ön kabulü yapacak ve önüne getirilen sözleşmenin şartları ne
olursa olsun imzalayacak ya da ocak ayından itibaren iş aramaya başlayıp, okula
haber vermeden kendisine istediği koşullarda iyi bir iş ayarlayacak. Önüne
sözleşme konduğunda da diğer okulun şartlarından daha iyisini talep edecek.
Şartlar sağlanmayacağı için de basıp gidecek.
2. Demokratik
olmaması: Ben yaptım oldu anlayışı ülkenin her yerinde olduğu gibi maalesef
burada da hakim. Kararlar alınıyor adımıza ama bizim hiçbir söz hakkımız
olmuyor. Bazen verilen sözler ihlal ediliyor, sesini çıkaran haddi
bildiriliyor, üsttekiler güçlerini alttakileri ezmek için kullanıyorlar. Bütün
bunlar tabii ki yakışmaz demokratik bir eğitim kurumuna. Bir örnek vereyim:
Bana sözleşme metni gönderildiğinde İK’ye sormuştum, saat kaçtan kaça
çalıştığımızı. Bana yazdıkları elmekte “saat 7:45’ten 16:00’a kadar” demişlerdi
(copy-paste from C’s e-mail: C: 07:45- 16:00 (1 yarım gün izin kullanma
durumunuz olacaktır.)) Oysa okula başladığımda saatler 7:45 – 17:00
olarak bildirildi bize.
Bu kararın genel kurulda alındığı söylenebilir
kimilerince ama bence karar çoktan alınmıştı, genel kurulda sadece ilan edildi.
Zaten oylama yapıldığını hatırlamıyorum. Aynı mesajda haftada bir gün izin
hakkı olduğu da yazılıydı. Bu şu demektir: Okul idaresi kendi kafasına göre
benim haftada dört saat daha fazla çalışmam gerektiğine karar verdi. Bu kararı
daha önce bana verdiği sözün üzerine aldı ki benim haberim olsaydı belki de
sözleşmeyi imzalamayacaktım. İnsanın sabah 7:45’ten akşam 5’e kadar hem zihnen
hem de bedenen çalışıp, ardından eve gidip entelektüel uğraşlara vakit ayırması
mümkün müdür? Bunu yazmamın nedeni daha az çalışmak istemem değil. Zaten başta
da yazdığım gibi ben bölüm odasını akşam 6’dan önce zor terk eden birisiyim.
Önemli bir işim, bir toplantım falan olacak ki zamanında çıkabileyim. Sorun söz
verdikleri gibi davranmamaları ve bunu “ben yaptım oldu” anlayışıyla yapmaları.
Devam edecek. Aşağıda bir sonraki mektupta yazacağım
sorunların başlıklarını sıralıyorum:
3. İş tanımının eksik olması ve öğretmene verilen işin
yapılamaması. Dolayısıyla hiçbir iş tam anlamıyla yapılmıyor, her şey yarım
yamalak, her şey yapılmış olmak için yapılıyor.
4. Hiyerarşinin verim ve iletişim için değil de ezmek ve
haddini bildirmek için kullanılması.
5. Okulda teknolojinin sunduğu modern iletişim sistemlerinin
kullanılmaması ve okul yönetiminin bu tür önerilere kapalı olması.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder