Bu Blogda Ara

26 Ocak 2013

Türkiye'den Mektuplar 24


Ve Türkiye’de ilk eğitim öğretim döneminin sonuna geldik. Nerdeyse iki aydır hiçbir şey yazmadım. Bir “Burun” öyküsü vardı heyecanla başladığım. Öykünün gidişatını ve sonunu biliyor olsam da yazmadım. Yazamadım demiyorum, yazmadım, yazmak istemedim. Hayata adadım kendimi, yaşamayı yeğledim bir süreliğine, yaşamaya ve çalışmaya. Dedim ki kendi kendime, “yazmadan da yaşamak mümkün olmalı, yaşayabildiğine göre bunca insan!”. Saldım kendimi hayatın kollarına ama hayat kendisine geleni kucaklayan bir merhamet abidesi değil ki beni alsın bağrına bassın, sımsıkı sarmalasın, açık kalan yanlarımı örtsün. Ben ona yöneldikçe o benden kaçtı, ben bir adım yaklaştım o adım iki adım uzaklaştı. Derken; yazamadan yaşayamadığımı, kelimelerden uzaklaştıkça iyice pert olduğumu fark ettim. Çünkü ben kendim için yazan –sanki başkaları için yazmak mümkünmüş gibi oldu bu ifade- birisiyim ve yazmadığım zamanı hayata değil, hayatın içinde olmasa da olur denilebilecek şeylere ayırıyorum.

Son iki ayım genelde okulun işleriyle geçti. Yavaş çalışan birisiyim ben, yavaş algılıyorum ve yavaş hareket ediyorum. Elimden geldiğince yaptığım işe yaratıcılık eklemeye, deneyimlerimden ve okuduklarımdan bir şeyler eklemeye çalışıyorum. Gerçi bu pek mümkün olmuyor çünkü hem yaratıcı olmak için gereken boş zaman lüksümüz yok hem de bizden yaratıcı olmamız değil, verilen görevi ne kadar aptalca olsa da yapmamız talep ediliyor. Ne yaratıcı olabiliyorum ne de sıkılarak yaptığım işleri zamanında bitirebiliyorum. Bu yüzden işler hep sarkıyor, bölüm odasından saat 6’dan önce çıkmam için dışarıda önemli bir işim olması gerekiyor. 

Dışarıdaki hayatın varlığı tek başına yetmiyor beni okuldan koparmaya.  İlla bir sorumluluk olacak, söz verilen bir arkadaş, gidilecek bir toplantı, hasta bir akrabayı ziyaret etme zorunluluğu. Sorumluluklar tarafından idare edilmeye alışmışım. Öyle bir saniye oturup, soluklanmaya vakit olmuyor. Bazen okulda, yemekten sonra, hava da güzelse eğer, bahçedeki oturaklara kurulup, üç beş sayfa okuyorum. Bazen de sadece oturuyorum, zayıf güneşin oluşturduğu tayfları izliyorum. Çok canım sıkılırsa da okulun hemen dışındaki sinemanın kafesinde kahve içiyorum.  Yalnız bu boş durmalar ve bir şey yapmamalar pek uzun süremiyor. Mutlaka bir sorumluluk bir yerlerden çıkıp beni buluyor. En kötü olasılıkla okunması gereken ödev kağıtları birikiyor, saçma sapan formları doldurup, aptalca yorumlar yazmak gerekiyor. Öyle ki bazen sabah sekizden akşam beşe kadar tek bir iş yapmıyorum, sadece robot gibi yapılması gerekenleri yapıyorum. Bunun için bulduğum ifade; “O kadar çok iş var ki çalışmaya vakit yok.” Bir çeşit ağaçlardan ormanı görememe hali, kalabalığın içinde insanları görememe durumu…

Okuldaki sorunlar hakkında daha önce de farklı mektuplarda yazmıştım. Bugün onları derli toplu halde yazmak istiyorum. Çalıştığım okulun köklü bir kurum olması vesilesiyle nasıl olup da bu köklülüğün aynı zamanda kalıplaşmış bir takım yanlış uygulamaları beraberinde getirdiğini anlatmaya çalışacağım. Okulda çalışmaya başladığımda ve ilk sözlü uyarımı aldığımda çalıştığım kurumun yaşadığım ülkemin bir yansıması, paralel evrende var olan minyatür hali olduğunu düşünmüştüm. Bu fikre halen sahibim ama biraz daha geliştirdim. Sadece eğitim kurumları değil, kökleşmiş her kurumda aynı zihniyet hakim, aynı başıbozukluk, tembellik, egoizm ve adamsendecilik.

Dün avukat İ ile Taksim’de oturduk, birer bira içtik. Mesleği dolayısıyla karşılaştığı ilginç hikayeleri anlattı bana. Bir tanesi özellikle ilgimi çekti. Evinin yakınındaki bir bakkal, bir sabah vakti üst kattaki komşusunu alıp havaalanına bırakıyor. Komşu da bu iyilik karşısında adama üç-beş lira para veriyor ki benzin parası karşılanmış olsun. Yolda nasıl oluyorsa polis bakkal amcayı durduruyor ve kaçak taksicilik ithamıyla adamın arabasını bağlıyor. Üzerine bir de birkaç bin lira ceza kesiyor. Araba yok, bir de üzerine bakkalın ödeyemeyeceği bir ceza; adamcağız soluğu tanıdığı avukat İ’nin yanında buluyor. Ortada bakkalın taksicilik yaptığına dair tek bir kanıt yok, tamamıyla polisin anlık yargısına dayanıyor tüm uygulama. İş mahkemeye düşüyor ama mahkeme birkaç ay sonunda bu işe kendilerinin bakamayacağına karar veriyor. Mahkeme Ankara’daki sulh mahkemesine aktarılıyor. Orada da bir üç-beş ay bekliyor. Sonra yeni bir karar, orası da bakmıyormuş meğerse… Ne davaya kimin bakacağı belli, ne bakkalın arabasına nasıl kavuşacağı belli… Adam aylardır arabasından mahrum, işlerini yapamıyor ve tüm bunların nedeni bir trafik polisinin mesnetsiz tutanağı. İş tam bir yılan hikâyesine dönüşüyor ve hatta kördüğüm oluyor. İ bile ne yapacağını şaşırmış durumda. Sonunda da ekliyor: Adalet sistemimimiz aslında ülkemizin bir mikro resmi. Ülkede ne kadar yolsuzluk, bencillik, adamsendecilik, kayırmacılık varsa adalet sisteminde de var.

Tıpkı J’nin ikametgah tezkeresi başvurusunda olduğu gibi. Hatayı yapan Bangkok’taki elçilik, ceremesini çeken biziz. Hem mahkeme parasını ödüyorum, hem ödememem gereken bir sürü gereksiz belgenin parasını ödüyorum –yok noterden taahhütname çıkar, yok bankadan paran olduğuna dair döviz belgesi al, yok avukata vekâletname çıkar- hem de bir ton vaktimi/enerjimi saçma sapan işlere ayırmak zorunda kalıyorum.

(Bu döviz belgesi için ayrı bir parantez açmadan edemeyeceğim. Döviz belgesi denilen şey aslında ülkede kalmak isteyen turistlerden istenen, turistin maddi durumunu kanıtlayan bir belge. Üç aylık turist vizesi için 3000 dolarlık döviz belgesi gerekiyor. Yani turistin 3000 doları olmalı ki bu belgeyi alsın. Oysa 3000 dolar hiç kimse için ufak bir meblağ değil. Bu yüzden işin kolayı bulunmuş. Gidiyorsunuz herhangi bir döviz bürosuna ve 3000 dolarlık döviz belgesi alacağım diyorsunuz. Döviz bürosu, sizin 3000 dolarınızın olduğunu farz ediyor ve bu para gerçekten varmış gibi size 3000 dolar bozuyor. Sonra da bozduğu parayı sizden alıp size tekrar dolar veriyor. Yani başlangıçta farazi olarak size verdiği parayı sizden geri alıyor. Para farazi ama işlem farazi değil, işlem gerçek. Dolayısıyla alım ve satım sürecindeki farkları siz ödüyorsunuz. Eğer döviz bürosu 1 doları 1,74 TL’den alıyor ve 1 doları 1,81 TL’den satıyorsa, döviz belgesinin size maliyeti 3000*(1,81-1,74)=210 TL. Ortada hiçbir üretim yok, hiçbir resmi kanıt yok, hiçbir iş yapılmış değil. Sadece sizin turist cebinizden 210 TL uçuyor ve para bir döviz bürosunda kalıyor. 210 TL ile 3000 dolarınızın olduğunu kanıtlıyorsunuz. Böyle bir saçmalık, böyle bir bürokratik geri zekâlılık olabilir mi? Oluyor işte, kimse sesini çıkarmadığı için oluyor.3000 dolarınız yoksa 210 liraya patlayan işlem 3000 dolarınız varsa daha ucuza gelebilir. Çünkü paranız varsa bir kereliğine bozdurursunuz, olur biter. Sadece satarken zarar edersiniz. Bozduğunuz parayı da kullanırsınız. Benim anlamadığım, böyle bir durumda neden banka hesabı istenmiyor. Bankadan gidip bir hesap bakiyesi çıktısı alsam ve bunu bankada mühürletsem daha mantıklı bir iş yapmış olmaz mıyım? Bunun bana masrafı en fazla 5 TL olur. Hem belge döviz bürosundan alınana göre daha güvenilir olur çünkü geldiği yer bir banka.)

Parantez aç, örnek ver derken konudan iyice uzaklaştım. Neyse, okula geri döneyim. Okuldaki genel sorunları iki ana kategoriye ayırabiliriz. Birincisi idari sorunlardır ki benim bunları düzeltebilmem neredeyse olanaksız. İkinci sorunlar ise eğitime ve öğretime yönelik sorunlar. Aslında bu iki kategori arasındaki ilişki vücuttaki kemiklerle organlar arasındaki ilişkiye benzetilebilir. İdare vücudun kemikleridir; onu ayakta tutar, destekler, sorun organların uyumlu çalışmasına olanak sağlar ya da en azından engel olmaz. Eğitim ve öğretim ise organlardır, böbrektir, karaciğerdir, kalptir. İşi yapan, öğüten, sindiren, nefes alıp veren, yakan ve enerjiye dönüştüren, kısacası üreten kısımdır.

Önce idari sorunlardan söz edeceğim. İdari sorunlar, yani verimsiz çalışma ortamı, motivasyonun ve yaratıcılığın önüne konmuş engeller.

1. Okulun hemen hiçbir konuda şeffaf olmaması: Bu Türkiye’de yaşayanlara belki saçma gelebilir ama benim daha önce çalıştığım okullarda şeffaflık önemli bir etkendi öğretmenleri motive eden. Bir kere şeffaf bir kurumda dedikodular, arkadan konuşmalar olmaz ya da en aza indirgenir. Gereksiz kinlerin, garezlerin, siyasi planların önü alınmış olur. Şeffaflık işverenin ve işçinin arasındaki iletişim engellerinin pek çoğunu bir adımda kaldırır, onun yerine karşılıklı güven ve saygı inşa eder. Birkaç örnekle izah edeyim.

Maaş çizelgesinin kimse tarafından bilinmemesi ve bu çizelgenin açıklanmaması beni çok rahatsız eden bir durumdur. İK bana böyle bir çizelgenin var olduğunu söyledi ve ardından da ekledi: Var ama size gösteremeyiz. Bu yanıt yok demekle aynı şeydir benim için. Neden güveneyim ki size? Bir öğrenci bana sözlü notunun nasıl verildiğini sorduğunda, ben açıp Excel’den ona notunu nasıl verdiğimi gösterebiliyorum. Böyle bir Excel tablosu var ama sana gösteremem demiyorum. Çünkü ben not verme konusunda elimden geldiğince şeffaf olmaya çalışıyorum. Şeffaf olamadığım noktalarda da pozitif ayrımcılığa gidiyorum ki bunu da öğrencilerden saklamıyorum.

Bir başka örnek de sözleşme yenileme tarihleriyle ilgili. Öğretmen arkadaşlara soruyorum sözleşmeler ne zaman yenileniyor diye. Kimisi mayıs diyor, kimisi tatil başlamadan birkaç gün önce. Yani ben tatile çıkmadan önce okul bana yeni bir sözleşme önerecek ve ben onu imzalayacağım. Bu tür bir geciktirmede şöyle bir ön kabul görüyorum ben: Okul benim sözleşmeyi imzalayacağımdan emin. Yani ben okula muhtacım ve zaten imzalarım.  Yani işveren beni eşit koşullarda görmüyor, benim de taleplerim olabileceğini hiç hesaba katmıyor. Eğer bir öğretmen haziran ayına kadar kendine bir iş ayarlamamışsa, sonrasında da prestijli bir okulda iş bulması olanaksızdır. Ancak çok zor durumda kalan okullar öğretmen alımı yapar haziran ayından sonra. Öyleyse bir öğretmen ne yapmalı? Ya okulun ön kabulünü kendi ön kabulü yapacak ve önüne getirilen sözleşmenin şartları ne olursa olsun imzalayacak ya da ocak ayından itibaren iş aramaya başlayıp, okula haber vermeden kendisine istediği koşullarda iyi bir iş ayarlayacak. Önüne sözleşme konduğunda da diğer okulun şartlarından daha iyisini talep edecek. Şartlar sağlanmayacağı için de basıp gidecek.

2. Demokratik olmaması: Ben yaptım oldu anlayışı ülkenin her yerinde olduğu gibi maalesef burada da hakim. Kararlar alınıyor adımıza ama bizim hiçbir söz hakkımız olmuyor. Bazen verilen sözler ihlal ediliyor, sesini çıkaran haddi bildiriliyor, üsttekiler güçlerini alttakileri ezmek için kullanıyorlar. Bütün bunlar tabii ki yakışmaz demokratik bir eğitim kurumuna. Bir örnek vereyim: Bana sözleşme metni gönderildiğinde İK’ye sormuştum, saat kaçtan kaça çalıştığımızı. Bana yazdıkları elmekte “saat 7:45’ten 16:00’a kadar” demişlerdi (copy-paste from C’s  e-mail: C: 07:45- 16:00 (1 yarım gün izin kullanma durumunuz olacaktır.)) Oysa okula başladığımda saatler 7:45 – 17:00 olarak bildirildi bize.

 Bu kararın genel kurulda alındığı söylenebilir kimilerince ama bence karar çoktan alınmıştı, genel kurulda sadece ilan edildi. Zaten oylama yapıldığını hatırlamıyorum. Aynı mesajda haftada bir gün izin hakkı olduğu da yazılıydı. Bu şu demektir: Okul idaresi kendi kafasına göre benim haftada dört saat daha fazla çalışmam gerektiğine karar verdi. Bu kararı daha önce bana verdiği sözün üzerine aldı ki benim haberim olsaydı belki de sözleşmeyi imzalamayacaktım. İnsanın sabah 7:45’ten akşam 5’e kadar hem zihnen hem de bedenen çalışıp, ardından eve gidip entelektüel uğraşlara vakit ayırması mümkün müdür? Bunu yazmamın nedeni daha az çalışmak istemem değil. Zaten başta da yazdığım gibi ben bölüm odasını akşam 6’dan önce zor terk eden birisiyim. Önemli bir işim, bir toplantım falan olacak ki zamanında çıkabileyim. Sorun söz verdikleri gibi davranmamaları ve bunu “ben yaptım oldu” anlayışıyla yapmaları. 

Devam edecek. Aşağıda bir sonraki mektupta yazacağım sorunların başlıklarını sıralıyorum:

3. İş tanımının eksik olması ve öğretmene verilen işin yapılamaması. Dolayısıyla hiçbir iş tam anlamıyla yapılmıyor, her şey yarım yamalak, her şey yapılmış olmak için yapılıyor.
4. Hiyerarşinin verim ve iletişim için değil de ezmek ve haddini bildirmek için kullanılması.
5. Okulda teknolojinin sunduğu modern iletişim sistemlerinin kullanılmaması ve okul yönetiminin bu tür önerilere kapalı olması. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder