Bugün 19 Temmuz 2012. On yedi gündür Türkiye’deyim. Bu on
yedi gün boyunca ne yaptın diye birisi soracak olsa; verecek yanıtım
yaratıcılıktan tümüyle uzak olacaktır. Belki hayata ve içindekilere sırtını
dönmüş bir ruhun serzenişlerini dile getiren kara bir tablo çizeceğim
kelimelerle, belki harc-ı alem laflar sarfedip, umuttan ve hayatın her şeye
rağmen –nedir bu kendisine rağmen her şey olabilen?- güzel olduğundan söz
edeceğim. Belki şu an oturduğum balkondan iki-üç saniyede bir yaptığım gibi,
denize bakıp, zamanı durdurmanın tek yolunun denizlerin ortasında birer çıban gibi
fışkıran adalara gitmek ve oralarda kalmak olduğunu iddia edeceğim –bizim balkondan
üç ada görünüyor hava puslu olmadığı zamanlarda, o kadar yakın görünüyorlar ki aradaki
mesafeyi bilmesem her sabah koşarak gidip geleceğim sırf ada havasını
ciğerlerime doldurup, gün boyu kullanmak için-, zamanın bir aldatmaca olduğunu
düşünüyor olsam bile.
İnsanın kendisini
aldatmasının yollarının ve yöntemlerinin sınırı yoktur. Öyle ki kendimizi kandırmak
daha kolay, daha masrafsız ve bir o kadar da suçluluk duygusundan uzaktır. Evimiz,
şehrimiz, ülkemiz ve hatta dünyamız kendini kandıran ve bir sonraki adımda
etrafındakileri kandıran insanlarla doludur. Çünkü hepimiz mutluluğa inanırız,
bizi mutlu eden neyse ona bağlanır, o bağlandığımızın kölesi oluruz. Bu öyle
bir köleliktir ki –mutluluğun kölesi olmakta ne beis görüyorsun bre cahil?- yayılmak
ister, şehrin en karanlık dehlizlerine girmek, en ulaşılmaz zihinlerine
dokunmak ister. Amaç kendisini mutlu eden şeyin herkesi mutlu edeceğine olan
inancı hem pekiştirmek hem de denemektir. İnsan kendiliğinin bilincine vardığı
anda mutluluk sırrını yayma içgüdüsüne de kavuşur. “Ben nasıl yaşıyorsam,
başkaları da öyle yaşamalı.” der etrafında sözünü geçirebildiklerine. Anneyse
kızını benzetir kendine, babaysa oğlunu, öğretmense öğrencisini, büro şefiyse
bürodaki diğer çalışanları, peygamberse ümmetini, filozofsa okuyucularını…
Mutluluğun iksirini bulduğunu iddia eden herkes, hemen bunu
yaymanın yollarını aramaya başlar. Çünkü o, kabına sığmayan bir heyuladır, bir
melek de olabilir bir şeytan da. Hatta “Kendi
hikayeni yaz.” diyen varoluşçu söyleme yakın post-modern fetvalar bile kaçamaz
bu “mutluluk yayma” histerisinden. Modern insanın çıkmazlarından birisidir bu
ikilem. Bir yandan bilime ve teknolojiye inanır, hayatı cennete çevirecek
yegane yöntemin bilimsel yöntemlerle geliştirilen eğitimden geleceğini savunur.
Bunun yanında, işten yorgun argın çıkıp ertesi günün kaygılarından uzaklaşmak
için, kendisini Beyoğlu’nda 10 liraya kahveyi ve falı birlikte satan “modern”
kahvehanelerde bulur. Kahve fincanının dibindeki
tortuların arasından, kahin görünümlü bir kadının, ona güzel haberler vermesi; bir
anlık olsa da ona geleceğini –gideceği baba evini, toplumsal baskıyı,
televizyonun taksitlerini, aşktan emin olamayan kalbini- unutturması, adeta morfin yiyen hasta gibi
beyninin uyuşup işe yaramaz hale gelmesi, sadece ve sadece mutlu olmadığını unutmanın
getirdiği geçici sarhoşlukla mutlu olabilmesi tüm dünyalara bedeldir. Falcılar ve onların keskin gözleri aslında
içimizdeki ada özleminin bir yansımasıdır. Kent okyanusunun dev ve düşman dalgalarından
sıyrılıp, sığınacak bir liman arayışımızın sonucudur falcılar –ya da tüm diğer
mutluluk guruları-. Ada zamanın durduğu, mekanın katmanlarına ayrılıp, insana
her adımda farklı bir meyvenin tadını deneyimleten bir “yitirilmiş cennettir” şehir
insanının gözünde.
Çünkü ada uzaktır, erişilmezdir, rest çekmişliğin ya da
affedilmez bir hata yapmışlığın simgesidir. Ada denizin üzerinde, baktıkça eski ama
unutulamayan bir aşkı anımsatan, derin bir yaradır. Uzaktan sakin görünür, bir
ortaya çıkar bir kaybolur ama yanına gidince artık görmemezlikten gelemezsiniz
yeni uyanmış devi. Üzerine çıktığınız anda da kanamaya başlar. Oluk oluk, sanki
ucu sivri ok yeni çıkarılmıştır etten. O derece zamanı yok eder ada, o derece
acımasızdır belleğin içindeki boşluklara karşı. Altı kan kaynayan, üstü
kapanmış derin bir yaradır denizin ortasında…
Evin balkonundan görünen üç adadan birisi. |
Adalarda zaman duruyor olsa bile –bu da bir mutluluk yanılgısıdır oysa, yine “her şeye” rağmen-, kentin keşmekeşinde hayat; suyun yatağını bula bula akması gibi, devrilerek çoğalan ve çoğalarak devrilen dev bir kartopu gibi, hepsinden öte insanların şikayetten ekşileşmiş yüzlerine rağmen, devam ediyor, çetrefilleşiyor, evriliyor. İçimizdeki sınırlara sığmayan bu küçük dünya, başka bir hayata gebeymişçesine sabahlarını keskin bir bıçak ağzı gibi açıyor, sıcaktan mayışmış yorgun bir aslan gibi gün boyu esniyor ve çürük diş kokan akşamıyla geceye varıyor ve bitiyor. Bir devr-i daim tünelindeymişçesine asla akıllanmayan, asla öğrenmeyen, asla ders almayan roman kahramanlarıyız biz. Salıncak bir oraya, bir buraya vuruyor, zamanın geriye döndürülemeyen kadranları derimizin üzerinde işkence makineleriyle gezinirken, bizler adanın sarhoşluğuyla mutlu, kahve fincanının dibindeki harfler arasında kayıp, bilmem kim gurusunun peşinde zombi, bilmem ne filozofunun arkasında şakşakçı oluyoruz. Mutlu olamıyoruz belki ama mutlu olmaya çalışıyoruz ve yolunda olmakla geçiyor ömür.
Zaten hayatın kendisi de bir yoldan başka nedir ki? Tek
hedefi yolda olmak ve yolda ölmek olan bir seyahat bizimkisi. Bunu on iki yıl
aradan sonra “yaşamak” amacıyla Türkiye’ye geldiğimde daha iyi anlıyorum. “Yaşamak”
kelimesini tırnak içinde yazdım çünkü hak etti böyle bir muameleyi. Geçtiğimiz
on iki yılda Türkiye’ye altı defa geldim ama “yaşamak” için değil, tatil için.
Tatil, kelimesinin kökenine inersek ataletten geldiğini görürüz. Yani
hareketsizlik, tembellik, durgunluk anlamında -bu durumda “tatilde seyahate
çıkmak” ifadesi güzel bir oksimoron oluyor- bir kelime. Bu yüzden bazı
edebiyatçılar “tatil” yerine “dinlence” kullanıyorlar. Neyse, boğulmayalım
etimolojik girdaplarda.
Demek istediğim, o geldiğim altı yaz boyunca yaşamadım ama
soluk almaya devam ettim, bir gezgin gibi gördüklerimin fotoğrafını çektim geri
dönünce paylaşabilmek için, az zamana çok şey sıkıştırmış olmak adına hâlâ irtibatım
olan dostları tek tek gördüm, bildiğim tüm aile üyelerine ve ben yokken
eklenenlere hediyeler getirdim, daha önce gitmediğim şehirlere gittim. Yabancı bir
ülkeyi gezer gibi gezdim, zevk aldım, eğlendim ve sürem dolduğunda çalışıp,
ekmek parası –pirinç parası demek daha doğru olur benim gibiler için-
kazandığım ülkeye döndüm.
Oysa şimdi durum biraz farklı. Ya da ben bunun “biraz farklı”
olduğunu düşünüyordum. Oysa “biraz” değil, “çok” farklıymış, bunu anladım. Geri
dönüşü olmayan bir biletle geldim Türkiye’ye. Tekrar vatandaş olmaya, tekrar
Türkiyeli olmaya, tekrar o on iki yıl önceki Ali olmaya. Kaldığım yerden devam
etmem olanaksız, bunun farkındayım. Ne on iki yıl önce ülkeyi terk eden Ali’yim
artık ne de Türkiye benim on iki yıl önce terk ettiğim Türkiye. Bu olanaksızlık
başka bir soruyu getiriyor yanında, kaçınılmaz olarak: Hangi hayatı, kimin
hayatını yaşayacağım? Türkiye’yle tek bağlantım TC Kimlik numaram olduğu için
aslında her şey oradan başlıyor. Biraz matrak, biraz hercai, biraz kolaya kaçan, ama doğru olan bu. Sayılarla başlamak, sayarak başlamak…
11 basamaklı bu sayı içinde her şeye kadir cini olan sihirli
bir lamba gibi. İkametgah mı istiyorsun? TC Kimlik Nonuz ne? –görevlinin diliyle-.
İyi hâl belgesi? TC Kimlik Nonuz ne? Sağlık raporu? TC Kimlik Nonuz ne? Telefon
kaydettireceğim. TC Kimlik Nonuz ne? Hesap açtıracağım. Kimliğinizi görebilir
miyim? Evlilik cüzdanı? TC Kimlik Nonuz ne? Bu ülkede yaşayacağım. TC Kimlik
Nonuz var mı?
İşte böyle; 11 basamaklı bir sayıdan bir insan yaratıyor
sistem. Geçtiğimiz 17 günde ne yaptığım da açıklık kazanıyor böylece. İstanbul
kazan ben kepçe, sürekli dolanıyorum cebimde kimlik kartımla. Kendimi yaratmak,
sistem içinde var olmak için bu şart. Artık işleyen bir banka hesabım var.
Birkaç gün içinde ATM ve kredi kartım da gelecek. İkametgahım yaşadığım evde,
savcılık şimdiye kadar bir suç işlemediğimi onayladı, yani kanun önünde masumum
–masumiyet füzesi yapıp uzaya göndermeliyim belki de-, faturalı bir telefon
numaram var, yurtdışından getirdiğim telefonu burada kullanabiliyorum, bir aile
hekimim var –onun adı da Deniz, adıyla iyi ediyor beni adam- , iş yerimin
adresini sorduklarında yanıt verebiliyorum, dergilere abone olabiliyor, taşıma
kaygısından uzak kitaplar alabiliyorum, ehliyet almak ve okula yakın bir ev
kiralamak için çalışmalara devam ediyorum, bir yandan da eşya bakıyorum
ucuzundan. Kısacası var oluyorum yeniden, belki küllerinden dirilen bir
zümrüt-ü anka kadar değil ama Kundera’nın “Kimlik” ve “Bilmemek” adlı romanlarında yarattığı “geri dönen”
karakterler gibiyim. Afallamış, şaşkın ve durgun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder