Vicdanları rahat
olmayanlarla davranışlarına mantıksal bir dayanak arayanların hepsinde kendini haklı
gösterme hastalığı vardır, bu durum onların düşünce biçimlerini de
tuhaflaştırır.
L. Durrell, Justine, s 122
Geçen yazıyı “Hayattaki en büyük ibadet başkalarının mutsuzluğuna neden
olmadan mutlu olabilmektir.” diyerek bitirmiştim. Araya önce hafta sonu girdi, sonra da ev kiralama,
mobilya alma, beyaz eşya bakma gibi benim hiç ama hiç haz duymadığım diğer
hayat detayları üşüştü. Zaten hep böyledir. Hayatta aşktan sonra en sürekli, en
kesintisiz güç hayatın kendisidir. En ufak bir boşluğu kaldırmaz, her deliğe
girer, her boşluktan faydalanır. Bana da öyle oldu. Bir gün yazmayınca
tembellik damarda dolaşan ılık kan gibi yayıldı bedenime. Önce hafta sonunu
bahane ettim, ardından ev kiralamayla ilgili işleri. Hoş, genelde eve
geldiğimde pestilim çıkmış oluyor, tüm gün yakıcı güneş altında yürümekten ve toplu
taşı(ya)ma(ma) araçlarına binip inmekten. Bir de bunun üzerine yaşadığım türlü
türlü hayal kırıklıkları, akla hayale gelmez fiyaskolar eklenince, zaten geriye
heves de kalmıyor yazmak için. Eve gelip, duş aldıktan sonra birkaç sayfa
okuyabilirsem kendimi şanslı görüyorum.
Zaten bu derece yorulduğum ve gerginliğimin
arttığı zamanlarda koşamıyorum da! Koşmak da yazmak gibi zihin dinginliği ya da
en azından ağzımdan köpük çıkarmayacak derecede bir sinir durağanlığı
gerektiriyor. İlginçtir ki koşmak ile yazmak arasında yakaladığım koşutluklar
her geçen gün artmakta ve bu artışın ivmesi koşulmayan günlerin sayısıyla doğru
orantılı. Mesela koşmanın da yazmanın da başlangıcı en zor kısmıdır. Bu eşiği
geçtikten sonra her ikisi de kendiliğinden akmaya, yazamamanın ya da
koşamamanın verdiği acı yerini zevke bırakmaya başlar. Koşarken de yazarken de
zihinsel bir sağaltım söz konusu olur. Ve son olarak da koşmaya da yazmaya da
ara verdin mi tekrar başlamak çok zor olur.
Gelelim sinirlerimi bozan, beni
zaman zaman delirmenin eşiğine getiren, bir yazar ya da öğretmen olarak değil
de bir vatandaş olarak öz-değersizleşmeme neden olan ve her nasılsa konuştuğum
hemen herkesin “Alışacaksın, burası Türkiye” deyip, geçiştirdiği olaylara. Oysa
ben alışmak istemiyorum. Alışmak, görmemezlikten gelmektir, bir çeşit vurdumduymazlıktır,
umursamaz bir sivri burunla “banane” deyip geçmektir. İşin tuhaf olanı, ben
Tayland’dayken absurd bir olay biz yabancıların başına geldiğinde, dillere
pelesenk olmuş “This Is Thailand (TIT)” cümlesini kurardık. Bu Tayland’da
yaşayan yabancılar için bir çeşit zırh idi, arkasına geçip korunacağımız, bir
yandan batılı akılcılığımızı muhafaza edip, bir yandan da Taylandlıları “hoş”göreceğimiz
bir alt-kimlik yaratma ve yaşatma çabasıydı. Bildiğim kadarıyla Taylandlılar
TIT lafını pek sevmezler, bunu kendilerine yapılmış bir hakaret olarak
görürler. Peki aynı olay Türkiye’de yaşayan bir Türkiyelinin başına gelince
neden “This Is Turkey” demekten vazgeçmiyoruz? Yoksa yıllardan beri birbiri
ardına geçirdiğimiz siyasi ve ekonomik dalgalanmalar karşısında, sokaktaki
vatandaşın sahip olabileceği tek savunma mekanizması bu mu? Elinin tersiyle,
tıpkı aymaz bir karasineği savurur gibi, gördüğümüz yanlışları savurmak ve
kilim altına atıp unutmak. Sanırım bu tavrın ya da bu tavrı doğuran başka
yalancı etik prensiplerin kıskacında yaşıyor toplumun büyük bir kısmı.
Geldiğimden beri insanları
gözlemliyorum. Fark ettiğim ilk şeylerden birisi hemen herkeste gördüğüm aşırı
özgüven. Sokaktaki insanlara bakıyorsun, “şu karşıki dağları ben
yarattım.” diyen kabarık bir göğüsle yürüdüklerine şahit oluyorsun.
Direksiyonun ardına geçen herkes Michael Schumacher oluveriyor, minibüs şoförleri
kamikaze olmaya ezelden ant içmişler gibi sürüyorlar taşıdıkları canları hiçe
sayarak. Hadi bunlar kişisel düzeyde, bireylerin kendilerini ve etraflarını
yanlış algılamalarından kaynaklanıyor diyelim.
Peki ya şirketler ya da hükümet bazında takınılan kodaman tavırlar? O dağa taşa sığmayan firmaların bir anda süt dökmüş kediye dönmeleri, o suçu başkasına –genelde bilinmeyen bir heyulaya atarlar; sistem bozuk, şirket kararı, hükümet yasa çıkardı, patronun emri- attmaları...
Mobilya dükkanının camında “Ertesi gün teslim”
yazıyor kocaman Nuh tufanından kaçma kocaman harflerle. İçeri girip,
alacakların konusunda anlaşıp, teslim tarihinin altı gün sonra olduğunu
öğreniyorsun. Ama, fakat, lakin, camda, farklı, kem küm… İstediğinizi söyleyin.
Reklam amacıyla sizin avantajınıza olduğu için öne konan bir özellik, sistem
arızalarında ilk kurban oluyor. “Efenim, Ramazan ayındayız, çok yoğun çalışıyoruz,
siz yine şanslısınız altı güne kavuşacaksınız –bir de böyle üste çıkma var-.
Zil takıp, göbek atayım bari eşyalarım altı günde gelecek diye. Hem suçlu, hem
güçlüler. Dayanamadım söyledim onlara, camdaki o yazıyı indirmelerini,
tutamayacakları sözleri vermelerinin etik olmadığını. İşe yaradı mı? Yarın
gidip göreceğim camı tekrar, yazıyı kaldırmışlar mı kaldırmamışlar mı!
Aynı mobilyacıda geçen başka bir
gülünç diyalog:
- Cem Bey 4565 TL demişti. Sizin
hesap neden 4580 TL oldu?
- Valla ben de bilmiyorum Alirıza
Bey. Herhalde bir yerde hata yaptı Cem Bey.
- Siz hata yapmış olmayasınız. Bir
daha bakın isterseniz.
- Yok Alirıza Bey, benim hesabım
doğru (yine aynı içi boş özgüven)
- Peki n’olacak şimdi? 15 TL fazla
mı ödeyeceğim. Onu da indirin benim için.
- İndirmesine indiririm ama Cem Bey’in
hesabından kesilir 15 TL. (Bak şimdi, emekçiyi emekçiye kırdırıyor.
Satış
elemanı olan Cem Bey işçi, ben de işçiyim. “Başka bir işçinin parasına mı göz
koydun, bre hırsız” demeye getiriyor. Uğraşmaya değeceğini bilsem “Yok bacım,
şirketin kârından kes o 15 TL’yi” diyeceğim ama tutuyorum dilimi. Bırakıyorum
serbest düşüşe topladıklarımı…)
Bu iki örnek sadece bu sabah başıma
gelenler. Daha neler neler var. Mesela, yurtdışından getirilen telefonları
burada kullanabilmek için 100 TL vergi ödemek gerekiyor. İnternetteki yazılara
ve bayilerde oturan somurtuk yüzlere göre, bu vergiyi ödedikten sonraki iş çok
kolay ve pürüzsüz. Oysa hiç de öyle değil. Tam üç defa gittim, üçünde de “sistem
arızalı” yanıtını aldım. Madem zırt pırt arızalanan bir sisteminiz var o zaman
tanıtım yazılarınızda “Eğer sistem arızalanmazsa … “ gibisinden şartlar koyun
ki biz de bilelim kaderimizin sıfırlar ve birlerden oluşan bir “Matrix”e bağlı
olduğunu. Aynı şey banka hesabı açmak istediğimde de oldu. Maltepe’den
çıkmışım, Yeniköy’e sırf banka hesabı açtırmak için gelmişim. Formları
doldurmuşum, sıra numaramı almışım. Hoooooppp! “Kusura bakmayın Alirıza Bey,
sistemimiz çöktü, yeni hesap açamıyoruz.” “Önemli değil” diyorum gülümseyerek.
Ne de olsa suç sistemin, onların değil ki! “Herhalde kısa zamanda düzelir,
değil mi?”. Kadın saatine bakıyor, bilgisayar ekranına bakıyor ve en sonunda
bana bakıyor. “Onu hiç bilemeyiz Alirıza Bey. Siz iyisi mi başka bir gün gelin.”
Ne yapacaksın? Bozulan sisteme meydan mı okuyacaksın? Hoş, okusan ne olacak?
Bozulmuş zaten, hak yerini bulmuş, Allah müstahakkını vermiş. Etme artık
beddua, etme…
Çocuk odası olarak kullanılan odadaki sticker. |
Hadi kira neyse, ona zamanla alışırız. Peki ya faturaları üzerine alma saçmalığına ne demeli. Fellik fellik dolaşıyorsun farklı semtlerde, elinde kira sözleşmesi ve kimlik kartı. İşler tıkırında gitse ve halledilebilse, ona da bir şey demeyeceğim. Sular idaresi bizim daireyi kayıtlarda bulamadı. Üç gündür eve gelecekler diye bekliyorum. Onlar gelecek diye ben Maltepe’den çıkıp Çamlıtepe’ye gidiyorum. Ne gelen var ne giden! Niye gelmediniz diye sormak için telefon açıyorum. Ne de olsa haklı olan benim, çemkireceğim. Yooook! Devlet dairesine çemkiremezsin. Memur her zaman haklıdır. “Bizi sabah dokuzdan önce niye aramadınız?” diye azar işitiyorum. “Ne araması? Aramam mı gerekiyordu? Kimse bana aramamı söylemedi?” diyorum. “Beyefendi, bir sürü işimiz var. Biz nereden bilelim sizin sorununuzu?”. Haydaaaa, gene üste çıkıyorlar. “Memur bey, ben iki gün önce geldim. Sorunu dosyaladınız. Şu, şu ve şu hanım ilgilenecek dediniz. İki gün içinde evinize gelinecek dediniz. Ben sizin yüzünüzden iki gündür boş evde bekliyorum.” Adam bu sefer sesini düzeltiyor, hakikate ermiş bir velinin vakurluğuyla “Eviniz niye boş? Siz orda yaşamıyor musunuz?”. Ben mantıksızlığı yakalamışım, sevinçliyim, “Memur bey, musluklarından su akmayan evde ben nasıl yaşayayım.” Bir süre sessizlik, sanırım adalet süzgecinden geçiriyor söylediklerimi. “Tamam, yarın geleceğiz keşfe. Evde olun.” Ben son bir umut soruyorum “Saat kaçta?”. Yine derin bir sessizlik, herhalde programa bakıyor, hesaplıyor falan “Onu biz bilemeyiz. Siz evde olun.” Telefon kapanıyor…
Bu ve benzer konuşmalar defalarca
tekrar etti son günlerde. Elektrik sorunu için aradığım TEDAŞ Kalender şubesi,
bir türlü yanıt vermeyince ben de merkezi aradım. Telefondaki ses “Buyurun,
Halkla İlişkiler, nasıl yardımcı olabilirim?” dedi. Ben de bağırdım boş evin
boş salonundan istifade ederek: Çok güzeeeeelll, ben halkım. Yardımcı olabilir
misiniz?
Böyle geçti işte günler. Bir elimde
Durrell’in melankolik aşk hikayeleri, bir yandan Artshop yayıncılığa
ulaşamamanın içimde yarattığı ince sızı, bir yandan Beyoğlu’nda Troçkist
devrimcilerle ayaküstü yapılan sohbet –onlara bahsetmedim henüz karnı beyaz
Snow’un öyküsünden-, bir yandan adını bile bilmediğim bir adam için kitap
imzalayıp verme…
Ama hiçbirisi, hem de hiçbirisi,
günün en büyük fiyaskosunun önüne geçemedi. D-100’deki trafiğe kalmayayım diye
Haydarpaşa’dan trene bindim. “Oh ne güzel, hem de klimalı, mis gibi.” Bostancı’da elektrik kesildi. –Açtım tabii
cenabet ağzımı, benim neyime gerek klimalı bir vagonda püfür püfür estirerek
eve gitmek-. Tren bir 10 dakika, kapıları kapalı olarak bekledi rayların
üzerinde. Sonra tekrar çalıştı sistem. Her zamanki gibi biraz bekleyince
düzeliyor her şey. Tanpınar zamanında demişti, “Doğu beklemenin yeridir. Azıcık
bekleyince her şey ayağına gelir.” Bizim yakada değişen bir şey yok anlaşılan.
Devam edecek: Kim daha batılı?
Vietnam mı Türkiye mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder