Bu kenti zihnimde yeni baştan kurmak için buraya gelmem gerekiyordu,
yaşlı adamın (Kavafis) yaşamının “kara yıkıntıları”yla dolu gördüğü bu yürek
karartıcı taşraya.
Lawrence Durrell,
Justine, s 17
Vietnam’dayken bazen arkadaşlar sorardı. “Demek Türkiye’ye
dönüyorsun ha! Heyecanlı mısın?”. Benim bu soruya yanıtım ise soruyu
yanıtlamaktan ziyade soruyu düzeltme amacı taşırdı. “Evet heyecanlıyım, ama ben
Türkiye’ye dönmüyorum, Türkiye’ye gidiyorum. Türkiye benim için herhangi bir
ülke; Japonya gibi, Fransa gibi Tayland’ın ya da Vietnam’ın dışında bir toprak
parçası.”
Daha önce de dediğim gibi, başkalarını kandırmak, kendini
kandırmakla başlıyor. Israrla inanıyorum Türkiye’ye dönmeyeceğime, ısrarla
üzerine basıyorum aradaki farkın benim için önemine. Türkiye dönülen bir yuvadan
çok tadına bakılacak bir ülke, bir kültür, farklı bir insan coğrafyası. Çünkü
dönmek bir yenilgi düşüncesini barındırıyor içinde, bir tükenmişliği, bir
bıkkınlığı. Yıllarca yurt dışında yaşadıktan sonra tıpkı gittiğin gibi geriye
dönmek, o geçen yılları kaybolmuş gibi algılamana neden oluyor, ister istemez.
Sonuçta; dışarıda edindiğin deneyimlerin, yaptığın güzel işlerin, yakaladığın
başarı grafiklerinin bu topraklarda yankısını aramak beyhude bir çabadır. Türkiye’deki
pek çok insan Vietnam’ı haritada bile bulamaz. Tayland deyince akıllarına neyin
geldiği de herkesin malûmu. Durum böyle olunca insanın geçmişine “kayıp”
gözüyle bakması kaçınılmaz oluyor. Ama yine de bütün bu olumsuzca –hatta
haksızca- içimi kemiren, yenilgi muhabbetini bir yana bırakıp, ilk soruya –dönmek
mümkün müdür?- tekrar yönelirsem,
gereksiz labirentlerden uzakta, yapılması gereken tespitlere ulaşabilir,
gidilmesi gereken denizlerde yeni keşiflerin altına imza atabilirim.
Türkiye benim için yeni bir ülke olabilir mi? Hadi ben çok
değiştim, eskiden hayatımı çevreleyen önceliklerimin yerlerini şimdilerde çok
farklı şeyler aldı. Eskiden hiç önem vermediğim şeylere önem verir, eskiden hayatımın
merkezine koyduğum pek çok değere sırtımı döner oldum. Peki ya Türkiye değişti mi? –Bu soruyu Türkiye’de
yaşayan birisine sorarsanız, yanıt kesinlikle evet olacaktır ama benim
değişimden kastım siyasi ve ekonomik değişimler değil, toplumun özündeki
tavırlar, insanlar arası ilişkiler, genel ahlak felsefesi, dinin hayattaki
konumu ve gücü.- Gittiğim yerde
karşılaşacaklarım bana yeni bir başlangıcı mı yoksa üstü külle örtülmüş bir unutulmuşluğu
mu getirecek? Bu kuşkular ve endişeler sanırım her dönüşte vardır.
Bunu dönen
de dönülen de bilir, alışma sürecine bırakılır bir dönem. Dile, iklime,
yollara, konuşmalara, hayatı sarmalayan gündelik hayatın normlarına, görünmez
kurallara ve o görünmez kuralları kollayan kodamanlara alışma dönemi…
Dönmek ve gitmek konusunda uzun uzun düşündüm Vietnam’dayken
ve kendimi iyice kandırdım ama İstanbul’a varır varmaz, daha köprüye bile
varmadan ayrımına vardım yaptığım hatanın. Trafikteki bildik hokkabazları ve bencillikleri
görür görmez, tıklım tıklım otobüslerde havası alınmış paketlerdeki kara
mantarlar (Tayca: het hoğm) gibi büzülmüş halde ayakta duran insanların
yüzlerine bakar bakmaz, aç köpeğin ete saldırması gibi sağa sola savrularak
sürülen bir minibüse biner binmez, ufak bir özürle çözülecek sorunların bıçaklı
kavgalara dönüşmesine tanık olur olmaz, kadınların erkeklere namus düşmanı,
erkeklerin de kadınlara yenilecek ceylan gözleriyle baktıklarını anlar anlamaz;
“Tamam” dedim, “Ben döndüm. Artık
kaçacak kelimeler de kalmadı. Ne sığınacak bir dehliz var, ne de tırmanılacak
bir fildişi kulesi. Buradasın ve buraya aitsin. Darwin’in üç şıkkından başka
şık yok: Migrate, Die or Adapt (Göç et, öl ya da adapte ol) .”
* * *
Babam, ben ve ikiz yeğenler |
İlk günler çabuk geçiyor yeni bir ülkeye gelince. Çünkü her
şey ilk ya da uzun aradan sonra ilk olma özelliğini taşıyor. Dolayısıyla deneyimleme
payına bırakılıyor bir sürü zaman kaybettirici şey. Bir kere aile var ihmal
edilemeyen. Anne, baba, kardeşler, yeğenler… Hem sorumluluk hem de eğlence.
Aslına bakılırsa; ilk üçü eğlenceden çok sorumluluk, sonuncusu sorumluluktan
çok eğlence olarak değerlendirilebilir. Alıştığım yalnız hayatın artık
sonlandığını anlamak için bu ortama girmek şart. En basitinden bir kararda bile
ailenin her üyesi söz sahibi. Yeni iş yerime yakın bir ev mi kiralamak
istiyorum. Birileri buradan gider gelirsin diyor –Günde 4 saat yollarda
geçecek, halbuki. Ben Vietnam’dayken yollarda 10 dakikadan fazla geçmezdi.
Tayland’dayken de öyleydi. Önce iş, sonra ev, sonra kültür/sanat. İşe gidip
gelirken harcanan vakitten nefret ederim.- , birileri önce bir dene olmazsa
taşınırsın diyor, birileri ev tut git diyor, birileri de sen bilirsin diyor… Bütün
bu curcunadan şikayetçi değilim aslında, uzun zaman görmediğim ya da uzaklarda
olduğum için farkında olmadığım bir ilgi taşkınlığı bu. Sen kardeşimizsin,
oğlumuzsun; sana yardım etmek boynumuzun borcu tarzında ailevi bir sorumluluk
ortaya konan.
Belki de bu ilgi taşkınlığından ya da sokaklarda gördüğüm
tuhaflıklardan dolayı defterime şu notu yazmışım, daha geldiğimin ikinci ya da
üçüncü gününde: Bu ülkede bir yabancı gibi yaşamak istiyorum. Ülkede zorla tutulan bir
gezgin gibi ya da gördüğü her saçma (absurd) durum karşısında gülüp geçen ve
ardından da fotoğraf çekip yüzlerkitabına (feysbuk) koyan, burada geçici bir süreliğine
görevlendirilmiş, Japon bir mühendis/öğretmen/doktor… Buraya saplanmamış
olduğuma kendimi inandırmak istiyorum, bir çıkış kapısının her zaman var
olduğuna ve o kapıdan istediğim zaman “ceketimi omuzuma atıp” çıkabileceğime
inanmak istiyorum. Daha baştan tuş olmayı kabul etmiş bir pehlivanın
sözlerine benziyor. Ama zaten defter bu işler için. Anlık hisleri not
alabilmek, onları daha sonra bir süzgeçten geçirip, iyice bir kırptıktan sonra
yazılara, öykülere bölüştürerek çoğaltmak için…
Mangal çılgınlığı: Bu daha başlangıç. |
İlgi taşkınlığı içeriye doğru ne kadar fazlaysa dışarıya
doğru da o derece az ya da eksiktir. Türkiye’de insanlar evlerinin içlerini –mutfaklarını,
banyolarını, oturma odalarını- tertemiz, pırıl pırıl tutuyorlar. Bunun yanında
evinde tozun üzerine toz kondurtmayan kadınlar, sokakta birer çevre canavarına
dönüşebiliyorlar. Otobüste -otobüs zangır zangır sallanırken, düşme riskini de göze alıp, oturduğu yerden kalkıp, birkaç adım yürüdükten sonra- elindeki kağıt tomarını camdan aşağıya fırlatan başı
örtülü orta yaşlı teyzeler mi dersiniz, sokaklarda gördükleri kedilere köpeklere pet şişeleri
savuran çocuklar mı dersiniz, yediği çekirdeğin kabuğunu oturduğu bankın etrafına
atıp adeta bir çekirdek kabuğu denizinde tahtına kurulmuş günebakan güzeli gibi
etrafa gülücükler saçan genç kızlar mı dersiniz, yaktığı mangalla tüm Maltepe
sahilini dumana boğan beceriksiz erkekler mi dersiniz, çöpten buldukları
şişeleri birbirlerine atıp sahildeki güzelim koşu/yürüme yolunu kırık cam
cehennemine dönüştüren serseriler mi dersiniz –bu konuda kedilerle yarışıyorlar
ama kimin kimden öğrendiğini kestiremedim henüz-, parklardaki heykellerin
üzerine abuk subuk aşk mesajları yazan –“bu akşam verecenmi zehra, vermezsen bu
heykeli götürecem eve” gibi yaratıcı olanları da var, haksızlık olmasın!-…
Liste uzar gider. Evlerimiz ışıl ışıl, sokaklarımızı bok götürüyor.
Çekirdek kabuklarının üzerinde bir taht, kraliçesini bekliyor. |
Örneğin bizim sokakta yüzlerce kedi ve onlarca köpek var. Kedilerin
görevi üstü asla kapatılmayan –Neden kapatılmazlar? Çünkü kapaklar çok ağır/kirli
ve pek çok kadın/çocuk kapağı açamıyor ya da kirli oldukları için el sürmek
istemiyor- çöp kutularındaki çöpleri alıp, yolun kenarında kemirerek açmak,
çöpleri etrafa saçmak ve yiyebildiklerini yedikten sonra bir gölgelik bulup bir
sonraki öğünü beklemek. Köpeklerin görevi, yol kenarlarında ya da apartman
önlerinde nöbet tutmak ve iyiliksever komşuların verdikleri kemiklerden
nemalanmak. Yaz aylarını “hiçbir şey yaparak” geçiren çocukların görevi ise
daha çetrefilli. Kedilere şişe atmak, köpeklere taş atmak ya da onları
birbirlerine kızıştırmak, hayvancıklar sıcaklarda susuzluktan ölmesin diye
apartman önlerine konan sulakları devirmek ve kaçmak. Benim bildiğim kadarıyla
çocuklar ve evcilleştirilebilir sokak hayvanları arasında uyumlu bir sevgi
olurdu. Çocuklar onları severler, onlar
çocukları severler. En azından bu Tayland’da böyleydi. On iki yıl boyunca bir
çocuğun ortadan hiçbir neden yokken bir köpeğe taş attığını görmedim ben. Ondan
sonra, gittikçe yalnızlaşan ve kötü muameleye maruz kaldığı için insanlara
güvenini kaybeden köpekler çocuklara havlar ya da saldırırlar. Ardından
mahalleli birlik olur, köpeği linç eder. Masum bir köpeği canavar haline getiren
biz, ardından da o köpeği vahşice öldüren yine biz… İnsanın lehine işliyormuş
gibi görünen bir kısır döngü.
Ve bütün bu karmaşaya rağmen tanıdık bir ülkede yaşıyor
olmanın verdiği özgüvenle, ben her sabah erkenden uyanıyor, balkonda kahvemi
içiyor, defterime yaptığım listedeki işleri halletmek için kimi zaman Kadıköy’e,
kimi zaman Taksim’e, kimi zaman da Maltepe'ye gidiyor, akşam vakit olursa evin yakınında bulduğum bir tarafı orman patika
yolda bir aşağı bir yukarı 40-45 dakika koşuyorum. Koşmadığım günlerde de
Maltepe sahiline inip, yanımda bir kitap –Lawrence Durrell’ın “Justine”ini
okuyorum bu aralar. Bu kitap ada manzarası olmadan okunmamalı zaten*. En
azından bir deniz olmalı etrafta, ada mümkün değilse bile.- , bir şişe su ve
çimenlere sermek için bir bez, uzanıyorum bir ağacın gölgesine. Güneşin
batışına, balık tutan gençlerin kahkahalarına, sahilde yürüyüşe çıkmış
aşıkların kırılgan bedenlerini saran sevgi çemberlerine, çimenlerin üzerinde
ilk adımlarını atan bebeklere, buldukları kuytu köşelerde saklı saklı bira
içmeye çalışan ayyaşlara bakarak akşamı ediyorum.
Devam edecek: Hayattaki en büyük ibadet başkalarının
mutsuzluğuna neden olmadan mutlu olabilmektir.
* Bazı meşrubatların üzerinde olur “Soğuk İçiniz” diye.
Elbiselerin etiketlerinde de yazar “Şu sıcaklıkta yıkayınız, sıkmayınız” falan.
Keşke kitapların üzerlerine de yazsalar nerede ve nasıl okunmaları gerektiği,
belki birer şart olarak değil de birer tavsiye olarak. Hani kitap en iyi etkiyi
bıraksın diye okuyucunun üzerinde: Mesela Durrell’ın kitapları için “Bu kitabı
deniz kıyısında, sıcak günlerde okumanız tavsiye edilir.”, Pamuk’un kitapları
için “Bu kitabı penceresiz, ışığı yetersiz bir odada okumanız tavsiye edilir”.
Murakami’nin kitapları için “Kalbiniz kırık değilse ya da depresyonda
değilseniz, hiç okumayın. Aksi takdirde bir şey anlamazsınız.”. Mc Ewan için “Soğuk
bodrum katlarında okunmaları iyi olur. Yanınızda arkadaşlarınız olsun, yalnızken okumamanız şiddetle tavsiye edilir. ”. Auster’ın romanları için “Yağmurlu ve
rüzgarsız günlerde okunmaları tavsiye edilir. Yanınızda dekoratif amaçlı bir
şemsiye taşırsanız yağmur durduğunda da okumaya devam edebillirsiniz.”…
Maltepe sahilinde gün batımı ve balıkçılar |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder